YALNIZLIK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Sağlık hakkında bilgi veren bir internet sitesinde şöyle bir haber gördüm: Bir ABD üniversitesinin yaptığı araştırmanın neticelerine göre, yalnızlığın sağlığa obeziteden bile daha zararlı olduğu tespit edilmiş.

Araştırma için, elli yaş üzerindeki iki binden fazla gönüllünün sağlık durumunu gösteren tahlilleri takip edilmiş. Meselâ, yalnız kişilerin, stres hormonlarının gereksiz ve aşırı salgılanmasına bağlı olarak; uyku bozukluğu, tansiyon yüksekliği, bağışıklık sisteminin çökmesi gibi birçok menfî tesire maruz kaldığı görülmüş.

Başka makalelerde okuduğuma göre;

Yalnızlık, depresyonu ve bunamayı ağırlaştıran bir faktör olarak yaşlanmanın yıpratıcı tesirlerini artırıyor. Kişinin kendine bakamayacak kadar çöktüğü dönemde ise, doğrudan ölüm sebebi hâline gelebiliyor.

Elbette bütün bunlar beden sıhhati ve ömrün kemmiyet yönünden, yani ölçülebilir uzunluğu nokta-i nazarından yapılan araştırmaların sonuçları. Eğer bir de ruh sıhhati ve ömrün keyfiyet veçhesinden kıymet ve mahiyeti veya -tam karşılamasa da moda tabirle «hayat kalitesi»- nokta-i nazarından bakarak bir değerlendirme yapacak olsak; âhir ömründe yapayalnız kalmanın, hayatı yaşanmaya bile değmez hâle getirdiğini söylemek mümkün.

Düşünün bir kere; ömrünüzün ilk çağları, zaten hayata hazır hâle gelmek için başkalarının size uzun uzun emek vermesiyle geçiyor. Neredeyse ömrünüzün ilk üçte biri geçtiğinde, ancak yetişkin oluyor ve üretken hâle geliyorsunuz. İkinci üçte birlik devirde ise; siz çocuklarını büyütüyorsunuz, üzerinizde geçim telâşesi ve çeşitli mes’ûliyetler oluyor. Tam köşenize çekilip, bunca yıl verdiğiniz emeklerin karşılığını göreceğiniz, yaşadıklarınızdan öğrendiklerinizi gelecek nesle aktaracağınız yıllarda; etrafınızda hâtıralarınızı dinleyecek kimsenin bile kalmaması ne acı değil mi?

Yalnızlık bir yönüyle büyük şehir âdeti. 1927’de nüfusumuzun sadece yüzde yirmi beşi şehirde yaşarken, bugün tam tersi; yüzde yetmiş beşi şehirlerde yaşıyor. Genellikle yalnızlaşma kademeli olarak ilerliyor.

Birinci kademe: Herkesin günün çoğunu, kendi akran grubuyla geçirdiği bir hayat tarzı. Modern hayatta eğitim ve meslek hayatı boyunca; kişi, sadece kendi yaşıtlarıyla bir arada oldukları sınıflarda, ofislerde, fabrikalarda vs. arkadaş ediniyor. Elbette emeklilikten sonra da kendi yaş grubuyla ya kahve köşelerinde ya huzurevlerinde veya biraz daha imkânı varsa, emekliliği geçirmek için edindiği tatil köylerindeki evlerinde kalan zamanını tüketiyor.

Bilhassa aile içinde farklı yaş gruplarını kaynaştırma rolüyle âdeta cemiyetin harcı vazifesini icrâ eden ev hanımlarının nesli tükendikçe, bu tablo daha da ağırlaşıyor ve ikinci kademeye geçiliyor. Yani; tamamen atomize olmuş, yapayalnız fertlerden oluşan toplum yapısı ortaya çıkıyor.

Farkında mıyız bilmem, üç sınıf toplum kesimi âdeta tarihe karışıyor:

Çiftçilik, zanaatkârlık-esnaflık ve ev hanımlığı.

Modern zamanlarda, kadın olsun erkek olsun herkes; belli bir maaş, sağlık sigortası ve emeklilik garantisi uğruna, büyük sermayenin işlettiği dev üretim ve pazarlama kuruluşlarında gönüllü köle olmaya koşuyor. Haksız rekabet şartlarında, küçük işletmelerin; kendi toprağında, tezgâhında, mutfağında üreterek belli bir geçim sağlaması ve bilhassa evlâtlarına bir gelecek sunması imkânsız gibi görülüyor. Bu gidişle; şu anda kredi alarak ayakta durmaya çalışan son çiftçi ve esnaf da fâiz yükü altında can verip tarihe karıştığında, büyük şirketler ne uygun görürse onu yiyip içeceğiz ve sonra da ihtiyarlık çağımızı avuç avuç hap yutarak geçireceğiz.

Bir ara internette «Petrol Bitince» diye bir belgesel seyretmiştim. Çok ibretliydi. Orada, şu yukarıda bahsettiğim tablonun tam tersine dönebileceği anlatılıyordu. Petrol bittiği zaman; bilinen hiçbir enerji kaynağının bugünkü gibi toplu üretimi sürdürmeye yetmeyeceği, alternatif enerjilerin ancak devlet ve bazı mühim kurumların ihtiyacına yeteceği ortaya konuluyordu. Eğer böyle bir zaman gelirse; ancak kendi yiyecek ve giyeceğini üretme becerisine sahip olanlar, yani çiftçiler, zanaatkârlar ve üretken ev kadınları hayatta kalabilecek.

Çoğu zaman; mevcut devletlerin ve beynelmilel kuruluşların her meseleye bir çare bulacaklarını zannederek, kendimizi kandırıyoruz. Hâlbuki bir avuç mültecî karşısında nasıl da âciz kaldıklarını görüp duruyoruz.

Elbette bunlar bizim kendi başımıza düzeltebileceğimiz meseleler değil. Biz; asıl yalnızlaşmanın bizim nefsimizden kaynaklanan ve mânevî rehberliğe uyup, kendi çabamızla çözebileceğimiz kısmına bakalım:

Bir gün genç kızlarımıza seminer vermek üzere davet edildiğim bir okulda, âsî tavırlı bir kızımızla aramızda şöyle bir konuşma geçti. Kızımız bir vesileyle;

“–Ben hayvanları insanlardan daha çok seviyorum. Her hafta hayvan barınaklarına gidip onlarla zaman geçiriyorum. Çünkü onlar daha sâdık. Hiç değilse senin arkandan konuşmuyorlar.” dedi.

Ben de ona hak verdim:

“–Gerçekten de Rabbimiz’in bize yasakladığı; gıybet, lâf taşıma ve hele hele iftira gibi kötü davranışlar insanda güven duygusunu sarsıyor. Artık kimsenin dostluğuna güvenemediğiniz zaman da giderek yalnızlaşıyorsunuz. Çağımızda birçok bağımlılıkların ve psikolojik bozuklukların arkasında da sosyalleşme bozuklukları olduğu tespit edilmiş. Herhâlde genç yaşına rağmen bazı kırgınlıklar yaşamışsın; ama yine de sen insanlardan ümit kesme, kendine iyi arkadaşlar aramaktan vazgeçme!” dedim. Omuz silkişi hâlâ gözümün önündedir.

Her yaştan insanı, diğer insanlara küstüren, yalnızlaştıran ve sonunda maddî ve mânevî helâke sürükleyen nefsânî hastalıklarımızı tedavi etmezsek; ömrümüzü boşuna yaşayıp tüketmiş oluyoruz. Öyleyse mâneviyat yolumuzun büyüklerinin hep tembih ettiği gibi, hayatımızdaki ilk vazifemiz nefsimizi terbiye etmek olmalı.

Babamın, koca bir odanın duvarlarını kaplayan kütüphanemize sığmayacak kadar çok kitabı vardı. Ama anneciğim hep derdi ki:

“Şu dört ciltlik İhyâu Ulûmi’d-Dîn kitabı hepsine bedel!”

Sanki İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-, annemin tasavvuf yoluna girmeden önceki ilk mânevî rehberi gibiydi. Gerçekten de İmâm-ı Gazâlî’nin; nefsin çeşitli hâllerinin sebep ve neticeleri, bunların terbiyesi, ahlâkî umdelerin tespiti ve daha birçok mevzuda, kendini ve başkalarını yetiştirme çabasında olanlara rehberlik etme noktasında çok güzel izahları var. Gıybetin sebeplerini de çok güzel anlatmış, mutlaka okunmalı. Bu mevzuda, birkaç söz ilâve edecek olsak şunlar da söylenebilir:

“Sıradan insanlar, kişileri ve hâdiseleri merak eder. Akıllı insanlar, o hâdiselerin sebep ve neticelerine dair fikirleri anlamaya çalışır.”

O gün kızlarımızdan biri;

“Gıybet etmeyelim diyoruz ama, duramıyoruz. Hem o zaman ne konuşacağız?” demişti.

Gerçekten de şunun bunun gıybetini yapmaktan başka konuşacak bir söz bulamıyorsak, bu zaten başlı başına bir mesele… Neden okuduğumuz bir kitap üzerine, dinlediğimiz sohbet ve seminerler üzerine konuşmayalım ki?

Tuhaftır çoğu zaman, birileri;

“Bak bize okuduğu kitaplarla hava atıyor. Bilgileriyle üstünlük taslıyor.” diyecek diye korkuyoruz, aşağı seviye konuşmalarla, güya dostluklarımızı sürdürüyoruz. Ne acıdır ki; gıybet korkusu, yeni gıybetlere gözyummaya veya iştirak etmeye sebep oluyor. Çünkü değerlerimiz altüst olmuş; günahı ayıplamıyoruz da sevabı, faydalı, güzel şeyleri ayıplıyoruz. Böylece dostlarımıza kötülük ediyor, hem kendimiz günaha giriyoruz hem onları günaha sokuyoruz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne güzel söylemiş;

“Kişinin dîni aklı kadardır.” (Câmiu’s-Sağîr) diye. Kızımın anlattığına göre; tıp fakültesi öğrencisi ihvan kızlarımız, kendi aralarında özel kuralları olan bir grup kurmuşlar. En önemli kaideleri de şu:

“İçimizden biri çizgisinden saparsa, tesettür kalitesinde, arkadaş çevresinde bir bozulmaya giderse; onu yüzüne karşı uyaracağız ve o da gücenmeyecek.”

Bir diğer prensipleri de şu: “Gıybetsiz hava sahası!”

İçlerinden biri yanlarına gelip gıybet konusu açarsa veya gıybet üslûbuna geçerse, hemen engel oluyor;

“Gıybetsiz hava sahamızı ihlâl ediyorsun, hemen sus veya çık git!” diyorlar. Bunları kabul etmeyeni aralarına kabul etmiyorlar. İşte gerçek dostluk böyle olur.

Biz de örnek alalım mı, ne dersiniz?