VATAN AŞKI ve ŞEHİDLİK

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk_yuzakidergisi_ocak2016

Vatan mukaddestir.

“Vatan sevgisi îmandandır.” demişlerdir.

Çünkü şanlı ecdâdımızın mübârek vücutlarını bu vatan, karnında saklıyor. M. Âkif’in dediği gibi, vatan toprağımız, sıkılsa şühedâ fışkıracak derecede şehid kanlarıyla sulanmıştır.

Vatan kıymetlidir.

Çünkü hayattaki vatan evlâdını, üzerinde barındırıyor. Din onun üzerinde yaşanıyor. Ecdadımızın kabirleri, türbeleri, camilerimiz, tarihî eserlerimiz onun üzerinde…

Vatan candan azizdir.

Çünkü vatan dînin mahfazası, ırz ve namusun emniyet mekânıdır.

Vatan için cihad etmek farz kılınmıştır. Âyet-i kerîmede, savaş izni verilirken, mü’minlerin vatanlarından zorla çıkartılmalarına da işaret edilmiştir:

“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş husûsunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allâh, onlara yardıma mutlak sûrette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allâh’tır.» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (el-Hac, 39)

Vatanı için cihad etmeyen kişi, zillete dûçâr olur. Cihad, farz-ı kifâyedir. Terki hâlinde herkes bunun neticesi olan azaba, perişanlığa maruz kalır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“Bir kavim cihadı terk ederse, mutlaka Allah onların umumuna azap eder!” (Taberânî, Tergib ve Terhib, 3/246) buyurmuştur.

Vatan için gerektiğinde cihâd etmek; ecdâda vefâ, dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emânetlere vefâdır ki bu da sağlam bir şahsiyetin vasıflarındandır.

Vatanı müdafaa çok ecir dolu bir ibâdettir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibâdetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sual meleklerinden emniyet içinde olur.” (Müslim, İmâre, 163)

Mehmetçik, İstanbul’un fethini bildiren hadîs-i şerifte metholunan askerdir. Rabbimiz askerimizi kıyâmete kadar bu müjdeye lâyık eylesin.

Çocuklarımızı gerektiğinde din ve vatan müdafaasına koşacak bir ruhta yetiştirmek, çocukluk oyun ve hayallerini dahî bu iştiyakla süslemek elzemdir.

Fatih Sultan Mehmed’in küçük bir şehzade iken fetih plânları üzerinde çalıştığı malûmdur.

Mimar Sinan’ın da çocukluğunda; bahçelerde su yolları tesis etmesi, küçücük binalar yapacak oyunlar oynaması ve sonunda yaptığı eserlerle bütün cihanın takdirini kazanmış meşhur bir mimar olması, çocuklarımıza sanat oyunlarının da çok lüzumlu ve faydalı olduğunu göstermektedir. Yalnız büyük çocukların bu mubah ve faydalı oyunlarda namazdan geri kalmaması lâzımdır.

Vatan dînin huzurla yaşanabildiği, ırz ve namusun korunduğu, nesillerin müslümanca yetiştirildiği mekândır. Bu sebeple vatan sevgisi; mal, evlât ve canımızı vatan uğrunda fedâ edecek derecede olmalıdır. Vatan uğrunda ölmek, şehadettir ve ölümlerin en hayırlılarındandır. Akıllı mü’min; hayat ve menfaatini dînin, vatanın ve milletin selâmet ve saâdetinde arar; daima ona çalışır.

Vatanın askeri olanlar da takvâya çok dikkat etmelidir. Halîfe Ömer -radıyallâhu anh-’ın Irak havâlisinde ordu kumandanı bulunan Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh-’a yazdığı emirnâmede bu hususu görürüz:

“Sana ve beraberinde bulunan askere herhâlde takvâ üzere bulunmanızı emrederim. Harpte gözetilecek olan tedbirlerin en kuvvetlisi takvâdır. Sana ve emrin altında bulunan askere, düşmanlarımızdan ziyâde, işleyeceğiniz günahlardan sakınmanızı emrederim. Çünkü askerlerimizin ve âmirlerinin yapacakları kötülükler bizim için düşmandan daha korkuludur. Müslümanlar, düşmanlarının yapacakları kötü ve şerli işler yüzünden onlara galip gelirler. Biz; ne asker sayısınca, ne silâh, ne harp âletleri ve ne de malzeme cihetiyle düşman kadar kuvvetliyiz. Kötülükte onlar gibi olursak, maddî kuvvetleri sebebiyle onların bizden üstün olmaları icap eder. Biz dînî ve ahlâkî fazîletimizle onlara galip gelemezsek, maddî kuvvetimizle hiç gelemeyiz. Rabbimiz Teâlâ, hâlimize vâkıftır. Melekler her işlediklerimizi yazıyorlar. Bizden daha kötü düşmanın bize musallat olması bizim kusurumuzdandır. Mevlâ’dan hem nefislerimize galip gelmeyi hem de düşmanı yenmeyi isteyelim.

Askere rıfk ile muamele ediniz! Askerin iyi barındırılmasına kendi nefislerinizden ziyade dikkat ediniz. Askerlerimizin düşman karşısına dinç ve zinde ulaşmasına gayret ediniz!

Yol üzerindeki tarafsız köylere askeri sokmayınız! Onlara zarar verilmesin! O köylere; dînine, sadâkatine güvendiğin kimselerden başkasını gönderme! Düşmanın ahvâlinin sana gizli kalmaması için cesur ve anlayışlı askerlerden seçip, süratli vasıtalara bindirerek iyi keşifler yaptır! Düşmana yaklaşınca iyi emniyet tertibatı al! Zor görmedikçe harbe başlamak için acele etme! Daima uyanık bulunup düşmanın baskınına uğramaktan korun! Yardımcımız cümleden kavî ve âleme galip olan Allah Teâlâ’dır.” (Gazilere Armağan, İzmirli İsmail Hakkı)

ŞEHİDLİK

Allah yolunda; din, vatan ve millet uğrunda muharebede ölene şehid denir. Kur’ân’da haklarında cennetle şahâdet olunduğundan, ölümlerinde müjdeci melekler hazır olup şehidlik şerbeti içirildiğinden, kendileri âhiret hayatı ile hayatta devamlı ve hazır olmalarından şehid denilmiştir. Bunun dünyaca muamelesi, yıkanmadan kanı ve kanlı elbiseleriyle defnolunmaktır. Âhiretçe muamelesi de büyük müjdelerle ebedî hayat ve saâdete kavuşmak, şehid olduğu kıyafeti ile haşrolunup mahşerde büyük ikramla karşılanmaktır.

A. Hamdi AKSEKİ’nin Yeni Hutbeleri’nden:

Ölüm, insanın tenine gelir, canına değil. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra kendine mahsus bir hayat yaşar. Sevgili kullar için ebedî saâdet, nurlu bir hayat vardır. Vatan yolunda (memleket, millet uğrunda) canını fedâ eden şehidlerin ruhları yüksek bir hayata kavuşacaktır.

Âl-i İmrân Sûresi, 169. âyet-i kerîme:

“Allah yolunda can verenlere ölüler demeyiniz! Bunları ölü zannetmeyiniz! Bunlar Bârî Teâlâ’nın nimetine gark olmuş dirilerdir.”

Âyet-i kerîme hükmünce bizim gibi âciz insanlar; o hayatın, o nimetlerin hakikatini anlayamaz. Bu toprak için can vermeyi cana minnet bilmeyenler, dünyada bulundukları müddetçe saâdet göremezler, âhirette hiç göremezler. Sefil ve esir bir vaziyette yaşamaktansa şanlı bir ölümü tercih etmeli, vatanın selâmetini temin ile âhiret saâdetine ermelidir. Zırhlılarıyla denizden gülleler, tayyâreleriyle bulutlardan ateş yağdırarak istihkâmlar arkasında gece-gündüz bombalar ve mermiler püskürten yüz binlerce mücehhez düşmanı perişan etmiş olan şanlı mücâhidlerimiz; bu kuvveti, bu cesareti nereden aldılar?

Şüphe yok ki; «Ölürsem şehid, kalırsam gazi!» düsturundan.

Bizim de o ruh ile yaşamamız ve Hak yolunda, memleket ve millet uğrunda ölmeyi büyük bir fazîlet bilmemiz lâzımdır.

Ahmediyye sahibi kitabında diyor ki:

“Yâ Rabbî! Beni deniz kenarında şehidler şehri olan Gelibolu’da dünyaya getirip yaşattın. Kabrimi de burada yap ki, şehidler arasında haşrolmak şerefine nâil olayım.”

Bu sözden şehidlerin çok bulunduğu yerde ölmenin bile fazîletli olduğu anlaşılmaktadır. Bu zât Gelibolu’da medfundur.

Şehidlerin bedenlerinin çürümediğine dair çok sayıda hâdise nakledilmiştir.

Dîn-i İslâm Hediyesi’nden:

Hazret-i Muâviye; Medine kabristanından su yollarını geçireceği zaman, halka ölülerinin oradan kaldırılmasını emretmişti. Elli sene evvel şehid olan Hamza -radıyallâhu anh-’ın ayağındaki ok yarasından kan aktığını herkes gördü.

Câbir -radıyallâhu anh- babası Abdullah -radıyallâhu anh-’ı mezardan çıkarınca yeni defnolunmuş gibi buldu.

Ensardan Amr İbn-i Cündüb ve Abdullah, Uhud Muharebesi’nde şehid olmuş ve ikisi de bir kabre konmuşlardı. Kırk beş sene sonra; sel kabirlerini açtığı zaman, ikisi de henüz ölmüş gibi bulunmuş ve bunlardan biri yaralandığında elini yarasına koymuş olarak defnolunduğundan yine o hâlde görülmüş ve eli yarasından düşünce yine evvelki yerine gelmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddîn’in, vefatından yetmiş sene sonra taze bulunduğu rivâyet edilmektedir. Memleketimizin birçok kasabalarındaki şehidlere ait kıssalar pek çoktur.

Cenâb-ı Hak, cümle geçmiş şehidlere ve günümüzün kahraman şehidlerine rahmet eyleyip bizleri de onların şefaatlerine nâil eylesin. Ruhları için el-Fâtiha…

Şehidler hicret eder, yüce Hakk’ın katına,
Madde sefâletinden, mânâ saltanatına… (Gülzâr-ı İrfan)