Ulvî Gayelere ve Ötelerdeki Ufuklara İDEALİST BİR GENÇLİK İLE…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

muhammet_ali_esmeli-yuzakidergisi-mayis2015

Mekke döneminde mü’minler, bir avuçtu; çok zayıftı. Zalimler karşısında kazanma imkânları yok gibiydi. Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu:

«Büyük yenilgiye onlar, o kitle uğrayacak,
Sonunda hep kaçacak hepsi sırt dönüp ancak!» (el-Kamer, 45)

Böylece en cılız olanlar bile yücelik kanatlarıyla şahlandılar, Bedr’in arslanları oldular. Hazret-i Yûnus, der ki:

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere,
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu!..

Aynı hamle;

Küçük ordusuna rağmen Tarık bin Ziyad’a İspanya fethini nasip etti.

Aynı ideal;

Bir kişinin gittiği bir yerde binlerce kişinin hidâyetine vesile oldu. Kıtalar bu şekilde İslâmlaştı. En küçük olan, en büyük hâline geldi. Nitekim;

Anadolu’nun en küçük beyliği Osmanlı idi. Fakat Edebâlî Hazretleri’nin nasihatleri çok büyüktü:

Nerden geldin unutma ki bu yere,

Tâ unutmayasın gidişin nere!

Ufkunda dâimâ hak sevdâ yansın,

Gidiş yolun fetihlerle donansın;

Peygamber müjdesi, «Kızılelma»dır,
Önce İstanbul’dur, sonra Roma’dır.
İstanbul’u aç ki, kur gökte saray,
İslâm’ın nûrunu kıt’alara yay!
Roma’yı da aç ki, açılsın gülü,
Şakısın orda da ezan bülbülü…
Sodom, Gomore’de volkanlar sönsün,
Dünya cehennemi, ravzaya dönsün!
Yıkansın kâfirin kötü ahlâkı,
İyilik doldursun bütün âfâkı… (Seyrî)

Bunlar;

Bütün yüreklere işledi. Yiğitlerden yiğitler doğdu. Her biri, küçücük yaşlarda bile ulvî gayelerle kanatlandı, cihangir oldu.

Kimi kıtaları dolduran bir çınar.

Kimi zaferlerin şükrânesi bir şehîd-i mübârek.

Kimi her tarafa koşan bir yıldırım.

Kimi çağlar kapatıp çağlar açan bir fatih.

Hep böyle;

Fetihler halkası peş peşe devam etti ve nesillerinin adı artık evlâd-ı fâtihan nâmıyla tarihe geçti.

Tarih şahit;

İdrakler ve gönüller, ne zaman ulvî gayelere ve ötelerdeki ufuklara ulaştıysa, ayaklar ve adımlar da ulaştı. Tersi olduğunda da geri düşüş yaşandı. Yenilgiler başladı. Üstelik üzülüp kalkması gerekenler, tuttu oyun ve oynaşa daldı. Bir zamanlar gençlik devresine, en büyük çığırların en ideal demleri ve fırsatı denirken, artık ömrün en başıboş dönemi ve oyun-oynaş mevsimi dendi.

Hattâ;

Oyun-oynaş, eğitimin bile yegâne düsturu hâline geldi. Ciğerpâreleri büyütmenin sırrı, yüce idealler içinde değil de oyun ve oynaşlar arasında aranır oldu. Elbette çocuk demek oyun demek, ancak büyütmenin yolu daha başka. Yüce gayeler ve ötelerdeki ufuklar şart. Bunu bilen şair, gençliğe şöyle haykırıyor:

Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! (Arif Nihat Asya)

Çocuğun rûhunu büyüten asıl cevher bu!

Aksi hâlde;

Oyunla başlayan bir hayatı, en ciddî şahsiyet adımları ile sonsuzluğa ulaştırmak mümkün değil.

Elbette;

Durduk yerde, tembelliği kırmak ve insanda bitip tükenmek bilmeyen zafiyetleri bertaraf etmek mümkün değil.

Durduk yerde, karanlıkları nûra çevirebilmek mümkün değil.

Durduk yerde, zulümleri, zalimleri ve katliamları gerçek adâlete boyun büktürebilmek mümkün değil.

Cehennem gibi bir ortadoğunun yaşadığı felâket ve hüsranları; durduk yerde, saâdet ve gülistana dönüştürebilmek mümkün değil.

Dünyanın dört bir tarafında ezan bekleyen üzüntülü minareleri; durduk yerde, sevindirebilmek mümkün değil.

Alevler ortasında çaresizce hıçkıran yetimlerin, gariplerin ve kimsesizlerin gözyaşlarını; durduk yerde tebessümle buluşturmak mümkün değil.

Durduk yerde, şu fânîliği aşmak mümkün değil.

Durduk yerde, cennet-i âlâyı kazanmak mümkün değil.

Hepsi;

Büyük idealler gerektiriyor. Ulvî gayeler gerektiriyor. Ötelerdeki ufuklara erişmeyi gerektiriyor.

Bunun için insan başıboş yaratılmadı.

Allah buyuruyor:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (el-Kıyâme, 36)

Hiçbir şeyi başıboş bırakmayan kudret, hiç insanı başıboş ve keyfine bırakır mı?

Bırakmaz da;

Keyfîlik, gafillerin işine geliyor.

Şimdilerde ilimde de cirit atıyor, fikirde de; îmanda da, ibâdette de.

Oysa;

İnsanın başını yakan bir belâ bu.

Çünkü Allah, kimseyi keyfine bırakmıyor. En boş, en keyfî yaşayan bile nafile. Ecel, en sonunda pençesini yapıştırıyor.

Malûm;

Kimisi firavunluk yapıyor yıllarca. Keyfine göre asıyor, kesiyor. Fakat öyle başıboş devam edebiliyor mu? Hayır! Bin yıl yaşamaya fırsat verilse de o fırsatlar elden alınıyor. Mutlaka; «Dur!» talimatı geliyor ve ecel, bütün başıboşlukları ve keyifleri alt-üst ediyor. Gafil insan ise, akıllanacağı yerde;

“–Bari ölmeden hayatın tadını çıkarayım!” diye daha bir keyfe batıyor.

Keyfine son verileceğini görüyor da keyfiyete sarılacağı yerde sanki elde edecekmiş gibi daha fazla keyifçi kesiliyor. Hep boşuna! Çünkü hiç kimse için ilâ nihâye keyfine göre yaşayış imkânı yok. Keyfîlik, geçici bir zaman için sadece.

Öyleyse;

Bütün insanlığın, bilhassa gençliğin tek çıkış yolu;

Keyfiyet!

O da ulvî gayelerle mümkün.

Ötelerdeki ufuklar ile mümkün.

Yüce idealler içinde mümkün.

Çünkü;

Gayesi yüce olmayan her genç, sadece cüce işlerin girdabında berbat bir esirdir. Üstelik kendini hür zanneden bir esir. Yani esaretlerinden kurtulmak diye bir derdi bile olmayan zavallı bir tutsaktır. Zaaflarına tutsak. Heveslerine tutsak. Tembelliklere tutsak. Hantallıklarına tutsak. Gafletlerine tutsak. Yalanlarına tutsak. Nihayet felâketlere ve azaplara tutsak.

Bu tutsaklık zincirlerini kırabilecek yegâne hamle ise, ancak;

Ulvî bir gaye.

Yüce bir ideal.

Bu;

Yuvarlama ve şişkin şekilde yaldızlı lâflarla ifade edilen hedefler balonu zannedilmesin! O balonun içi boş, neticesi de kendisinden başkadır.

Bu;

Gençliği yaşlılardan daha olgun yapan çileler ve terler içinde pişkin ve dinamik hedeflerden ibarettir. Daima içi dolu ve neticesi de kendisidir.

Dolayısıyla;

Nesle lâzım olan güç, fatihlerin bileği,
O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği… (Seyrî)

Yâ Rab,

Nasîb eyle!

Âmîn!..