TEVRİYE

YAZAR : Asım UÇAROK

a_ucarok_yuzakidergisi_nisan2016

YOL GÖSTERİCİ

Hicret yolunda…

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve yâr-i gārı, yani mağara arkadaşı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-…

Kâfirler arıyor onları…

Yolda Hazret-i Ebûbekir’e, arkadaşının kim olduğunu soranlar çıkıyor.

Gizlilik şart.

Ammâ Sıddîk için sıdk yani doğru sözlülük de şart. Yalan söylemeden bir sanata başvurarak cevap veriyor:

هَادٍ يَهْد۪ين۪ي

Tevriyeli bir ifade.

Yani iki mânâsı var:

Birinci mânâ, yakın, şartlar sebebiyle akla ilk gelen mânâ:

“Bana yol gösteren bir rehber.”

İkinci mânâ ise; uzak, yani akla hemen gelmez fakat derin mi derin:

“O bana (ve bütün insanlığa) hidâyet vesilesi olan, bana İslâm yolunu gösteren mürşid!”

Tevriye sanatını tanımaya asr-ı saâdetten bir misal ile girdik.

Tevriye; Arapça «peçeleme, örtme» kökünden geliyor. Hazret-i Ebûbekir de yanındaki kişinin, müşrikler tarafından aranan Zât olduğunu ifşâ etmeden fakat yalan da söylemeden, hakikati peçeli bir şekilde söylüyor.

Tevriye denilince hemen aklımıza gelen misale şimdi geçelim:

KELB TÂHİR

Nef‘î, hicivleriyle meşhur ve sivri dili sebebiyle sihâm-ı kazâya uğramış bir dîvan şairimiz. Kendisine Tahir isimli bir kişi köpek deyince, ondan şu tevriyeli kıt‘ayla intikamını alır:

Bana Tâhir Efendi kelb demiş,

İltifâtı bu sözde zâhirdir,

Mâlikî mezhebim benim zîrâ,

Îtikādımca kelb tâhirdir.

Tâhir temiz demektir. Şiirin akışından, yakın mânâ da budur. Mâlikî mezhebinde, köpeğin necis görülmemesini ifade ediyormuş gibi görünmektedir. Fakat tâhir kelimesi aynı zamanda, Nef‘î’ye hakaret eden kişinin adı olunca, şairin «uzak mânâ»yı kastettiği, anlaşılır.

Edebiyat hakarete dahî bir nevi zarâfet elbisesi giydirebilmektir diyebilir miyiz?

Benzer bir hakaret vak‘ası da tevriye sanatıyla neticelenmiştir:

BABANDIR!

M. Âkif’in arkadaşlarından âlim bir şahsiyet olan Bâbanzâde Naim Efendi’nin ismini bir kişi kürsüden «sehven görüntüsü içinde kasten» şöyle okur:

“Yabanzâde Naim Efendi!”

Naim Efendi tek kelimeyle düzeltir:

“–Babandır!”

Yakın mânâ, isminin, yaban değil, baban olduğunu ifade etmektir. Fakat muhatabın edepsizliğine cevaben ortaya çıkan uzak mânâ: “Yaban, ben değil senin babandır!” şeklinde tecellî edivermiştir.

Demek ki tevriye birden fazla mânâya sahip (müşterek) kelimelerle yapılır. Telvîhat, îhâm, tevcih, muğālata-i mâneviyye ve istihdam gibi sanatlarla kardeştir. Aralarında ince farklar vardır.

Bir nükteyle daha tevriyenin iyice pekişmesini sağlayıp şiirlerde tevriye misallerine geçelim:

DESEYDİN YA!

Dîvan şiirinin renkli sîmâlarından Sürûrî, Kırklareli şehrinde yıllarca kadılık yapmış. Kırklareli ismi çok yenidir. Bu şehrin asıl adı Kırkkilise idi.

Sürûrî bir iftiraya uğrar; kadılıktan uzaklaştırılır, bir köşede unutulur. Zaman içinde meşîhat makamına Dürrîzâde Efendi gelir. Bu durum Sürûrî’yi ümitlendirir. Çünkü bu zât, yakın dostu Sünbülzâde Vehbî’nin arkadaşıdır. Dostundan, yeni Şeyhülislâm’la konuşmasını, kendisine bir vazife verilmesi hususunda aracılık yapmasını rica eder. O günlerde kadılığı münhal bulunan Manastır’a talip olduğunu da söyler.

Sürûrî, tavassut için giden Vehbî’nin süklüm püklüm geri döndüğünü görünce merakla sorar:

–Olmadı mı? Neden kabul etmedi ricamızı acaba?

Vehbî cevaplar:

–Söyledim, hattâ iyice ısrar da ettim; fakat Şeyhülislâm;

«Manastır çok büyük bir yerdir, Sürûrî Efendi’nin orayı gereği gibi idare edememesinden korkarım…» dedi.

Sürûrî Efendi’nin canı sıkılır ve der ki:

–İyi ama Vehbîciğim onun bu sözüne karşı senin de vereceğin çok güzel bir cevap vardı, neden vermedin bu cevabı?

–Ne imiş o cevap?

–«Efendim, Sürûrî kırk kiliseyi idare etmiş bir adamdır; bir tek manastırı da haydi haydi idare edebilir!» diyemez miydin be Allâh’ın kulu?

Kırkkilise ve Manastır özel isimlerdir. Fakat bu özel isimlerin, cins isim mânâları da vardır ve Sürûrî’nin yakaladığı tevriyeli söyleyişle güzel bir nükte ortaya çıkmıştır. Eskimez yazımızda; büyük harf, küçük harf ayırımı olmadığını da hatırlarsak, yazısı da aynı kalacaktır.

ŞİİRLER

Mesnevî’nin «ney»in feryâdını anlatan ilk 18 beytinin sonunda manzum tercüme sahibi Seyrî şöyle diyor:

Hâli neymiş olgunun, anlar mı ham?

Söz bu yüzden az gerektir vesselâm…

«Neymiş» ifadesi «ne imiş ve ney imiş» mânâlarını ihtivâ ederek, asıl metinde olmayan bir tevriye nüktesini tercümesinde ifade ederek, ilk 18 beytin özünü, yani insân-ı kâmilin hâlinin ney misaliyle anlaşılması gerektiğini fısıldayıveriyor.

Dîvan edebiyatı; asırların imbiğinden süzülmüş, güçlü bir lisan ve zengin bir muhayyileye sahip idi. Şair her kelimeyi taşıdığı diğer mânâlara da göz kırpacak şekilde kullanma maharet ve lezzetini arardı.

Nevres-i Kadîm’in şu mısralarındaki «eller»in yakın mânâsı uzvumuz, uzak mânâsı «yabancılar, ağyâr» demektir:

Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül,

Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül…

Çatlayıncaya kadar feryad etse de; gülünü yine ellerin kokladığını görünce, bülbüle düşen kıskançlıktan çatlamak olacaktır.

Mahlâslar da hem şairlerin ismi, hem de lisanda bir mânâya sahip bulunduklarından tevriyeye elverişlidir.

Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar,

Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan.

“Olgun zâtları, eksik kişiler çekemezler. (Nitekim) Yarasaların gözleri ziyâdan yani ışıktan rahatsız olur.”

Fakat burada Ziya aynı zamanda bu şiirin şairinin ismi olunca güzel bir hüsn-i tahallus: Mahlâsı sanatlı bir şekilde kullanma misali meydana gelmiştir.

Son bir misal ve izahı ile bitirelim:

Kâmet-i servin nem-i eşkim ser-efrâz eyledi,

N’oldu ol nâzük nihâle şimdi nemden incinir? (Bâkî)

“Gözyaşlarımın nemiyle o servi boylu güzelin boyu uzadı. Şimdi ne oldu o nâzik fidana ki, rutubetten inciniyor? / Ne oldu, ne yaptım ki benden inciniyor, neyimden rahatsız oluyor?”