Tevekkülün Hakikisi

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Müslümanın vasıflarından biri de Allâh’a güvenip dayanmasıdır. Buna tevekkül diyoruz. Bu inanç; insana güç verir, kuvvet verir. Böyle güzel bir vasfı hakkıyla yerine getiren mü’minleri Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde övmüş ve şöyle buyurmuştur:

“Mü’minler, ancak o kimselerdir ki; Allah zikredilince yürekleri titrer, onlara Allâh’ın âyetleri okununca, o âyetler onların îmanlarını artırır ve onlar yalnız Rablerine dayanıp güvenirler.” (el-Enfâl, 2)

Bu âyet-i celîle net bir şekilde ortaya koyuyor ki, mü’minlerin en önemli vasıflarından biri tevekküldür.

Bu hususta Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatında İbn-i Abbâs’tan şöyle bir rivâyet bildirilmektedir:

“Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kendisine peygamberlere uyanların gösterildiğini, en kalabalığın kendisine uyanlar olduğunu, bunlardan yetmiş bin kişinin hesap vermeden ve azap görmeden cennete gireceğinin bildirildiğini söylemiş ve bunların kimler olduğunu açıklamadan sözünü tamamlayıp kalkıp evine gitmiştir. Halk, hesapsız ve azapsız cennete girecek bu yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında yorum yapmaya başlamışlardır. Bazıları;

«Bunlar, Peygamberimiz’in sohbetinde bulunma şerefiyle şereflenmiş kimseler olsa gerek.» dediler.

Birçok şeyler söyleyenler oldu. Bu esnada Peygamberimiz bunların yanına geldi ve;

«–Ne hakkında konuşuyorsunuz?» dedi.

«–Hesapsız ve azapsız cennete girecekler hakkında konuşuyoruz.» dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Bunlar efsûn (büyü) yapmazlar, yaptırmak da istemezler, teşe‘üm etmezler (uğursuz saymazlar) ve ancak Rablerine tevekkül ederler.» buyurdu.” (Müslim, Îmân, 94)

Anlaşılıyor ki mü’min, kendisini yaratana ve yaşatana güvenecek ve O’na bağlanacaktır. Ölmeyen, sarsılmayan, sonsuz kudret ve güç sahibi olan ancak O’dur, O’ndan başka her şey fânîdir ve yok olacaktır. Uğursuzluk gibi yeis ve karamsarlığa itecek düşünce ve hurafeler, bir mü’minin semtine uğramaz! Yine o, Allâh’ın yasakladığı sihir gibi haramlara tevessül etmez, asla bulaşmaz. O meşrû gayesi için meşrû tedbirler alır.

Yine her şeyde olduğu gibi tevekkül hakkında da örnek alınacak yegâne rehber Peygamber Efendimiz’dir. Bu mevzuda Kur’ân-ı Kerim’de yüce Rabbimiz Peygamberimiz’e hitâben ve dolayısıyla da biz kullarına, her zaman kendisine güvenmemizi emrediyor ve şöyle buyuruyor:

“(Ey Muhammed!) Karar verip azmettiğin zaman Allâh’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah kendisine tevekkül edip, güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Bu âyet-i kerîmede yüce Rabbimiz, önce istişâre yapıldıktan ve gerekli tedbirler alındıktan sonra karar verilince artık Allâh’a güvenilip dayanılmasını emrediyor.

Tevekkül demek, işi Allâh’a havale etmek değildir. Kulun, kendisine düşeni yaptıktan sonra neticeyi Allâh’a bırakması ve O’na güvenmesidir. Toplumda birçok insan, burayı yanlış anlıyor. Tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanıyor. Yani kulluk vazifelerinin yerine getirilmesini Allâh’a havale edip, emir ve kumanda mercii olarak kendilerini görmek istiyorlar. İsrailoğullarının vaktiyle Hazret-i Musa’ya;

“Ey Musa! Git, sen ve Rabbin, ikiniz savaşınız. İşte biz burada oturup duracağız.” (el-Mâide, 24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allâh’a tevekkül ve güvenmek değil. O’nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür.

Şu çiftçi ve kuş misalleriyle meseleyi daha anlaşılır kılmaya çalışalım:

Bir çiftçi vakt-i zamânında usûlüne göre tarlasını eker, bakımını yapar. Sonrasını Allâh’a bırakır. Böyle yaptığı yani vazifesini yerine getirdiği takdirde Allah -celle celâlühû- o kimseyi rızıklandırır.

Peygamber Efendimiz bu mevzuda kuşları örnek veriyor ve şöyle buyuruyor:

“Sizler Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz; (sabahleyin yuvasından) aç olarak gidip (akşamleyin) tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı.” (Tirmizî, Zühd, 33)

Düşünelim:

Rızık, yattıkları yerde kuşlarına ayağına gelmiyor. Karınlarını doyurmak için, Allâh’ın yarattığı rızkı kendileri arayıp buluyorlar. O hâlde tevekkül; insanın kendisini ihmal etmesi ve çalışmayı bırakarak; «Nasıl olsa Allah -celle celâlühû- benim rızkımı verecektir.» diye her şeye boş vermesi demek değildir.

Bu hususta şöyle bir hikâye anlatılır:

Vaktiyle medresede okuyan talebelerden birisi;

“Allah -celle celâlühû- Kur’ân-ı Kerim’de;

«Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı Allâh’ın üzerinedir.» (Hûd, 6) buyuruyor. O hâlde ben rızık için çaba harcamamalıyım. O gelir, beni bulur. Yeter ki ben Allâh’a tevekkül edeyim.” demiş.

Arkadaşları; bunun yanlış olduğunu söyleyerek kendisini uyarmaya çalışmışlarsa da dinlememiş. Her öğün yemek için öğrenciler tabaklarıyla birlikte sıraya girip yemek alırlarken, bu talebe sabah çorbası için sıraya girip çorbasını almamış; «Nasıl olsa aşçı gelip beni bulur ve yemeğimi verir.» demiş. Aşçı her zamanki gibi sıraya girenlere yemeği dağıttıktan sonra;

“Başka yemek almayan var mı?” diye seslenmiş, cevap alamayınca kendi işine bakmış. Bu öğrenci aç kalmış.

Öğle olunca aşçı gelmiş, yine sıraya girenlere yemeği dağıtmış ve sabah çorbasını dağıtırken yaptığı gibi yine seslenmiş:

“Yemek almayan var mı?”

Cevap alamayınca tam gitmek üzereyken, odasında yemeğinin ayağına gelmesini bekleyen talebe; yine aç kalacağını anlayınca, öksürmüş. Bunu duyan aşçı; “Ne öksürüyorsun? Yemek istiyorsan tabağını uzat, yemek vereyim.” demiş. Talebe de tabağı ile gelmiş ve yemeğini alıp karnını doyurmuş. Sonra da arkadaşlarına;

“Allah Teâlâ rızkımızı vereceğini bildirmiş, ama öksürmeden de vermiyor.” demiş.

Evet, her canlının rızkını Allah -celle celâlühû- veriyor. Ancak kuşlar misâlinde olduğu gibi bu rızkı çalışarak elde etmek de kulların vazifesidir. Kullar bu vazifelerini yapmaz da;

“Allâh’a tevekkül ettim, O benim rızkımı verir!” derse, bunun mânâsı; «Benim vazifemi Allah yapsın!» demek olur ki, yanlış olur ve böyle bir tevekkülü Allah Teâlâ emretmemiştir.

Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelen bir bedevî;

“–Deveyi bağlayıp da mı yoksa bırakıp da mı Allâh’a tevekkül edeyim?” diye sorunca Peygamberimiz;

“–Deveni bağla da öyle tevekkül et!” (Tirmizî, Kıyâme, 60) buyurmuş ve bedevîye vazifesini yaptıktan sonra tevekkül etmesini emretmiştir.

«Rızkım varsa nasıl olsa o beni bulur.» deyip oturmak, sonra da; «Ben Allâh’a tevekkül ettim, O benim rızkımı verecektir!» demek yanlıştır. Rabbimiz’in böyle bir âdeti yoktur. Allah -celle celâlühû- rızkını arayana ve çalışana verir.

Bakınız Allah Teâlâ ne buyuruyor:

“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) Bu âyet-i kerîme, insanın çalışmasından başka bir şeyin eline geçmeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Çünkü Allâh’ın rahmeti ve ihsanı da çalışanadır.

Burada tedbirle ilgili âyetlerden bazılarını hatırlatmanın da faydalı olacağını düşünüyorum:

Firavun’un zulüm ve baskıları dayanılmaz bir hâl alınca; Allah -celle celâlühû-, Hazret-i Musa’nın kendisine inananlarla birlikte Mısır’dan ayrılmasına izin vermiş, alacağı tedbir hususunda da şöyle emretmiştir:

“Kullarımı geceleyin yürüt, çünkü siz takip edileceksiniz.” (ed-Duhân, 23)

Peygamber olan Hazret-i Musa; Allâh’ın emri ile Mısır’ı terk ettiği hâlde, alacağı tedbir hakkında da Allah -celle celâlühû- tarafından uyarılmıştır. Peygamber Efendimiz’in de hicretinde bu yola başvurulmuştur.

Yine Enfâl Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın…”

Kuvvet, savaşta düşmana üstünlük sağlayacak her türlü âlet ve edevattır. Bunları hazırlamadan Allâh’a tevekkül etmek, gerçek tevekkül değildir.

Hulâsa tevekkül, bize düşeni yaptıktan sonra neticeyi Allâh’a havale etmektir. Bir insan her işinde Allâh’a güvenir ve O’na itimat hâlinde aşkla çalışırsa, Allah -celle celâlühû- da ona yardım eder ve onu başarıya ulaştırır.

Yüce Rabbimiz bu teslîmiyet ve tevekkül duygusunu cümlemize nasip eylesin… Âmîn.