TARİHTE İSTİSMAR ÖRNEKLERİ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Ebû Ubeyd Muhtâr es-Sekafî (ö. 67); Kerbelâ fâciasından sonra doğan boşlukta Mekke’ye ve İslâm dünyasının birçok yerine hâkim olan Abdullah bin Zübeyr’in (ö. 73) yanında hizmet ederken, onun tarafından Kûfe’ye vali olarak gönderilmişti. Ancak o, vazifesini başka maksatlar için kullanılmaya elverişli gördü. Kûfe’ye varır varmaz insanlara Hazret-i Hüseyin’in (ö. 61) öcünü almak için çalıştığını söyledi. Ancak böyle bir iş için Hazret-i Hüseyin’in akrabalarından birinin kullanılması motivasyonu daha da artırabilirdi. Bu sebeple Hazret-i Ali’nin Hanîfe kabîlesine mensup eşinden olan oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye adına hareket ettiğini söyledi. Böylece Hazret-i Hüseyin’i koruyamamış ve onun acı bir şekilde şehid oluşunu engelleyememiş olmanın suçluluğunu duyan Kûfeliler onun etrafında kenetlendiler ve kendilerini; «(Hüseyin’i korumamış olmanın) günahından dönüp tevbe etmiş olanlar» mânâsında et-Tevvâbûn diye isimlendirdiler. Muhtâr secîli sözlerle gelecekten haber vererek adamlarının girdikleri savaşlarda galip geleceklerini müjdeliyordu. Söylediği gerçekleşmediğinde ise;

«Bedâ li-Rabbiküm emrun âhar: Rabbiniz’e başka bir iş göründü (bu sebeple kararını değiştirdi)» diyordu. Buna dair de;

“Allah dilediğini siler, dilediğini sabit kılar.” (er-Ra‘d, 13/39) âyetini delil getiriyordu. Böylece o, hükümlerde olduğu gibi haberlerde de nesih olabileceğini söylüyordu. Hâlbuki «verilen bir haberde değişiklik olması» mânâsına gelen bedâ, «hükmün değiştirilmesi» anlamındaki nesihten farklıdır. Kur’ân’da varlığı tartışılmakla birlikte nesih, kulların maslahatı gereği olduğu için Allâh’ın bilgisine bir nakîsa getirmez. Bedâ ise Allâh’ın bir işin nasıl gelişeceğini önceden öngöremediği anlamını ihtivâ ettiğinden Allah hakkında câiz değildir. Ancak Muhtâr, çevresine topladığı kişileri motive etmek için sarf ettiği sözler gerçekleşmeyince yukarıdaki âyeti kullanarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyordu. Lâkin onun yegâne günahı nesih ve bedâyı ayır(a)maması ve Allâh’ın bilgisine nakîsa izâfe etmesi değildi elbette. Asıl irtikâp ettiği günah; gelecekten, yani gaybdan haber vermesiydi. Hâlbuki gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği meselesi İslâm’ın temel ilkelerindendir. O, bu ilkeyi çiğnediği gibi -çok muhtemelen- bunu Allah’tan vahiy aldığını îmâ ederek yapıyordu. Nitekim evlilik yoluyla akrabası olan büyük sahâbî Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’a;

“–Muhtâr vahiy aldığını söylüyor, ne diyorsun?” dediklerinde;

“–Doğru söylüyor, çünkü «şeytanlar dostlarına vahyederler (fısıldarlar)!»” (el-En’âm, 6/121) şeklinde Kur’ân’a atıfta bulunarak nükteli bir cevap vermiştir.

Muhtâr gibi istismarcılar; başlangıçta kendileri adına hareket ettiklerini söylemezler, mutlaka kendilerine bir dayanak ararlar. Muhtâr da öyle yapmış, İbnü’l-Hanefiyye’nin adını, yaptıklarına âlet edinmiştir. İbnü’l-Hanefiyye’nin başlangıçta Muhtâr’ın kendi adına hareket etmesini tasvip edip etmediği muğlâksa da yukarıda zikredilen sahtekârlıklar ortaya çıktıktan sonra ondan uzak olduğunu açıkladığı bilinmektedir. Buna rağmen Muhtâr’ın takipçileri; o Abdullah bin Zübeyr’in kardeşi Mus‘ab tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra da İbnü’l-Hanefiyye’yi kullanmayı sürdürdüler. Muhtâr’a Keysan da denildiği için Keysâniyye adıyla anılan bu grup; İbnü’l-Hanefiyye’nin mehdî olduğunu, ölmediğini, Medine’deki Razvâ dağında bir yanında arslan ve bir yanında kaplan olduğu hâlde yaşadığını ve bir gün geri geleceğini vs. iddia ettiler ve bu iddiaları kendileri için bir din hâline getirdiler.1

«Aşırı gidenler» anlamında Gulât veya Gāliyye adı verilen, hâşâ Allâh’ı insan gibi tasavvur eden, onun şeklini-şemâilini tarif eden, bazı insanların bedenine girebileceğini (: hulûl) ve onlarla birleşebileceğini (: ittihat) iddia eden şiî zümrelerde de aynı durum görülür. Hicrî I. asrın sonlarıyla II. asırda ortaya çıkan bu gruplar da Hazret-i Ali veya onun neslinden birini mutlaka kendilerinin imamı olarak takdim ederler. Hâlbuki aslında o imam, onların yapacakları işler için bir sütreden ibarettir. Onu kendilerine siper edinerek asıl hedeflerine ulaşmaya çalışırlar, kendilerine ilâhî özellikler atfederler, taraftar toplarlar, haramı helâl yaparlar. Nitekim bunlar içinde İbâhiyye, yani her şeyi mubah görenler ciddî bir yekûn tutar.2 Dolayısıyla bunların çoğu, Allâh’ı insana benzetiyor görünse de aslında kendilerini ilâhlaştırmaktadırlar.

Hadislerde geçen ileriye yönelik haberler (: melâhim) de istismar edilmiştir. Hicrî VI. asırda Muhammed bin Tûmert adında biri Mağrip ülkelerinde kendisinin mehdî olduğunu ilân etmiş, o zaman Mağrip ve Endülüs’te hâkim olan Murâbıtlar’a isyan bayrağı açmıştır. İmam Gazâlî’nin (ö. 505) talebesi olduğunu iddia eden İbn-i Tûmert, selef akîdesine sahip olan ve bu sebeple haberî sıfatları te’vil etmeyen Murâbıtlar’ı şirke girmekle suçlamış, buna tarizde bulunmak için de kendi taraftarlarına Muvahhidûn (tevhide bağlı olanlar) adını vermiştir. İbn-i Tûmert’in kalkışması, başarılı olan istisnaî mehdî hareketlerindendir. O göremese de onun halefi Abdülmü’min devrinde takipçileri, Murâbıtlar’ı ortadan kaldırarak Mağrip ve Endülüs’e 80 yıl kadar hâkim olmuşlardır.

Şarlatanların istismar ettiği bir husus da tasavvuftur. Zühd ve salâh içerisinde sûret-i haktan görünerek; çevresine insanları toplayıp siyasî emeller peşinde koşan kimseler, hiç eksik olmamıştır. Bunlardan biri bir süre İbn-i Berrecân (ö. 536) ve İbnü’l-Arîf’e (ö. 536) talebelik eden İbn-i Kasî’dir (ö. 537). İbn-i Kasî, hem hocalarını hem de İhyâ’sını okuttuğu İmam Gazâlî’yi âlet ederek Endülüs’ün batısındaki Şilb şehrinde birçok taraftar toplayıp isyan etmiş, ancak başarılı olamamıştır. Aynı şekilde akîm kalmış bir başka isyan da Çelebi Mehmed devrinde Şeyh Bedreddin tarafından Rumeli’de başlatılmıştır.

Bu tür teşebbüslerin en başarılı örneklerinden biri şüphesiz Şah İsmail’in Safevî Devleti’ni kurmasıdır. Bunu buraya bir örnek olarak dercedişimizin sebebi İsmail’in atalarının Erdebil şeyhi olmalarından dolayıdır. Onun takipçileri, şiî oluşunun yanı sıra ecdâdının şeyh oluşuna da itibar ediyor, o da bunu kullanıyordu. İnsanların aldandığı yer de hep bu nokta olmuştur. Ne güzel söylemiş Keçecizâde İzzet Molla:

Bâtıl hemîşe bâtıl u merdûddur velî,
Müşkil budur ki sûret-i Hak’tan zuhûr ede.

“Bâtıl hep bâtıldır ve reddedilir ama, problem onun Hak sûretinde görünmesidir.”

Demek ki din; hadislerde geçen geleceğe yönelik haberler, ehl-i beyt, mezheb telakkîleri, âlimler, tasavvuf ve tasavvuf büyükleri istismâra konu edilmektedir. Biz bu yazıda bu değerlerin siyasete âlet edilişine bazı örnekler verdik. Ancak istismar sadece siyasî gayeyle olmaz. Mal, makam, şöhret ve itibar için de olabilir. Hattâ bazen bunların hiçbiri de gözetilmez, geçen sayılarımızdan birinde ele aldığımız Hasan Sabbah’ın (h. V. asır) kurduğu Haşîşiyye (Türkçedeki söylenişiyle Haşhâşiyye) organizasyonunda olduğu gibi tutulan yola samimî bir şekilde inanılmış da olabilir. Bu sebeple biz şahısları değil de ilkeleri, yani Kur’ân ve Sünnet’i ölçü almalıyız ve şahısları ön plâna çıkaran insanlara karşı müteyakkız olmalıyız.

“Bu yazı www.yuzaki.com yayınıdır.”

_____________________

1 Bkz. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 146-147.

2 Bkz. Eş‘arî, Makālâtu’l-İslâmiyyîn, nşr: Hellmut Ritter, 2. Baskı, Wiesbaden: Franz Steiner, 1963, s. 6, 9-12; Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-Firak, nşr: Muhammed Muhyiddin Abdülhamîd, Kahire: Mektebetü Dâri’t-Türâs, s. 226, 237, 248; Şehristânî, s. 151.