TAHTA KILIÇ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_asim_kucukasci-yuzakidergisi-agustos2015
İslâm dünyası Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yıkılması ve hilâfetin ilgāsıyla parçalandı. Masa başında çizilen haritalar; ihânetlere ikram olarak uydurulup dağıtılan, aslında bir aşîretten ibaret devletler… Önce sömürge olan sonra kukla rejimlerle uzaktan idare edilen, fakat yine sömürülen coğrafyalar…

İkinci Dünya Harbi’nde dışarıda kalıp azıcık ferahlayan, bazıları “bağımsızlıklarına kavuşan” bu devletler; çift kutuplu soğuk savaş döneminde de, iki kutbun tamponu olarak sıkışsa da, otoriter idareler altında kalsa da, yine savaşlardan uzak kaldı. Türkiye’de bu dönem ideolojik anarşiye sahne oldu, devamında, sosyalizm; etnik bölücülüğe dönüştü.

Doksanlarda Sovyet Rusya’nın çözülmesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, batı eski düşmanını tekrar hatırladı:

İslâm!..

1979’da İran’da gerçekleştirilen «Devrim» ile İslâm dünyasının başını, geçmişte de hep kritik zamanlarda ağrıtan mezhep savaşlarının temeli atıldı. İran-Irak sekiz sene çarpıştırıldı. Bu savaşlar esnasında silâhlandırılan Arap ülkelerinden Irak’a, 1990’da Kuveyt’i ve Suud’u koruma bahanesiyle saldırıldı. Yine doksanlarda; Balkanlarda Boşnakların, Kafkaslarda Çeçenlerin, Âzerîlerin boğazına çöküldü.

Eski düşman hatırlanmıştı.

Ortada garbın âfâkını çelik zırhıyla saran batıya kafa tutacak dirâyetli, ümmetin birlik ve beraberliğini sağlayabilecek bir devlet de yoktu, buna zemin teşkil edecek şekilde İslâmî eğitim almış, şuurlu bir kitle de… Fakat batı, düşmanını kendi oluşturup, kendi dövmeye niyetliydi. Hâlâ bir şüphe bulutu altında olsa da; 11 Eylül, batı ülkelerinde yetiş(tiril)miş müslümanlar tarafından sahneye kondu ve ertesi gün Afganistan bombalanmaya başlandı. Uzmanlar; Afganistan’daki düşmanlarını eliyle koymuş gibi bulan batılının, Rusya’ya karşı o milisleri, gerçekten de elleriyle yetiştirdiğini söylüyor. Sonra kimyevî silâh yalanıyla Irak târumâr edildi… Sonrası etki-tepki içerisinde büyüyecekti. Ebû Gureyb ve Guantanamo’daki insanlık dışı muamelelerin sadece zulüm değil, bir terör fideliği olduğu anlaşıldı.

İslâm dünyasının başsızlığı, başlardakilerin kafasızlığı ve haksızlığına karşı, müslüman toplumların sessizliği ve sindirilmişliği Arap Baharı adı altında başlayan bir süreçle sona erdi. Hattâ erdirildi.

Fakat bahar, güze döndürüldü.

Mısır’da demokratikleşme darbeyle biçildi.

Libya ve Mali’de, Fransa eski sömürgeciliğini hatırladı.

Irak, Suriye ve Yemen ise Şiî İran’ın resmen savaşçılar göndererek; zalim idareleri korumaya, halkı Şiîleştirmeye, Sünnî halkı yok etmeye yönelik faaliyetlerine sahne oldu. Ardından yıllardır vitrinde düşman görünen İran ve batı birden sarmaş dolaş oldu. Rusya ve Çin de Suriye zalimini korumaya aldı.

Aynı bölgede ve bütün İslâm dünyasında, soğuk savaştan beri hazırlanan ve daha önceki asırlarda bir İngiliz projesi olarak İslâm dünyasında yayılan sert selefî görüşlerin neticesi olan el-Kāide, Tâlibân, Bokoharam, IŞİD gibi terör gruplarının da sahnedeki yerlerini almasıyla, İslâm dünyası bir stratejik savaş oyununun plâtformuna döndü. Bize yakın bölgede, meseleye; etnik unsurların nemalanma çabaları, petrole hükmetme, nüfus yapılarını değiştirme gibi karışıklar da girdi.

Öyle ironik ki! Her zaman savaş düşmanı olan sosyalist gençler, emperyalist Amerikan uçaklarıyla işbirliği hâlinde, içlerinde Avrupa ülkelerinden gelen savaşçıların da olduğu IŞİD güçleriyle harbe koşuyorlar!.. Türkiye’deki bütün müslümanları, hattâ her sakallıyı da IŞİD’in ortağı addederek!.. IŞİD ne yapıyor? Muârızlarının İslâm’dan nefret etmesi için her şeyi!..

Tam anlamıyla puslu hava… Fitne ve fesat ortamı.

Böyle bir ortamda birileri; radikal İslâmcılara karşı özgürlük savaşı veriyorum zannederken, masum Türkmenlerin, Arapların ilh. köylerinden boşaltılmasına, evsiz-yurtsuz bırakılmasına sebep oluyor da haberi yok…

Böyle bir ortamda birtakım müslümanlar; cihad ediyorum zannıyla İslâm’a en büyük zararı veriyor, onu kan dökücü, ırza tasallut edici, köleliği geri getirici, müsamahasız, şedit bir baskı rejimi olarak zihinlere kazıyor, haberi yok…

Böyle bir ortamda birtakım etnik unsurlar; yerimi, yurdumu koruyorum, akrabamı kolluyorum zannıyla giriştiği harekette, emperyalist güçlerin oyununa geliyor, bir piyon olarak ileri sürülüyor, zulmün maşası yapılıyor haberi yok…

Haberi yok ifadesini gaflet ehli için söylüyorum. Dalâlet ehli kasten yapıyor.

Böyle bir ortam cihad ortamı değil, savaşma ortamı değil. Hattâ telefonuna, bilgisayarına düşen şeyleri yayma ortamı bile değil. Çünkü kurtların, çakalların sevdiği bir fitne-fesat ortamı…

Böyle ortamlar için Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Müslümanlar arasında fitne meydana geldiğinde kendine tahta­dan bir kılıç edin.” (Tirmizî, Fiten, 33)

İslâm’da ilk karışıklık ve fitne hareketi, Hazret-i Osman’ın şehâdetiyle neticelenen isyan olmuştu. Hazret-i Osman o devirde, şarkta ve garpta büyük fetihler gerçekleştiren bir ordunun başkumandanıydı. Emrinde de askerler vardı. Fakat müslüman kanı dökmemek için onlara karşı savaşmadı.

Sahâbî Sa‘d bin Ebî Vakkas da, oğlu Ömer’in;

“–Niçin savaşmıyorsun?” sorusuna şu cevabı vermişti:

“–Oğlum, sen benim fitnenin elebaşı olmamı mı istiyorsun?

Hayır! Elime; mü’mine vurunca kesmeyen, kâfire vurunca öldüren bir kılıç verilinceye kadar savaşa katılmayacağım.”

Tahtadan kılıç ifadesinin bir başka ifadesi: Mü’mine işlemeyen bir silâh. Böyle bir silâh yok. Silâh, mü’min ile kâfiri ayırt edemez. Puslu havalarda yapılan mücadeleler, haklıyla haksızı seçemez.

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- da fitne ortamında bir cepheye katılmaktan kaçınanlardan idi, kendisine;

“Ey Ebû Abdurrahman! Allâh’ın kitabında söylediğini niçin yapmıyorsun? Allah; «Mü’minlerden iki grup sa­vaşırsa zalim olana karşı, onlar Allâh’ın hükmüne râzı oluncaya kadar savaşın!» diye buyurmasına rağmen sen Allâh’ın Kitâbı’nda buyurduğu şekilde niçin savaşmıyorsun?” denildi.

İbn-i Ömer Hazretleri;

“Ey kardeşimin oğlu! Savaşmadığım için bu âyetle kınanmam; «Bir mü’mini kasten öldürenin cezası cehennemdir.» âyetiyle kınanmak­tan daha evlâdır.” diye cevap verdi.

Yine İbn-i Ömer’e;

«Allah, fitne kalmayıp din yalnız Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşmanı emretmiyor mu?» dediler.

İbn-i Ömer;

«Biz herhangi bir fitne kalmayıncaya kadar savaştık ve din Allâh’ın oldu. Ancak sizler herhangi bir din kalmayıncaya ve dînin de Allah’tan başkasının oluncaya kadar onlarla savaşmak istiyorsu­nuz!» diye cevap verdi.

Çünkü bu âyetteki fitnenin, müşriklerin müslümanlara işkence ederek İslâm’ın önünde engel olmaları mânâsında olduğunu biliyordu.

O sahâbîler, Peygamber Efendimiz hayatta iken de, cihad ile şahsî kan dâvâlarını karıştıranların, şahâdet getirdiği hâlde;

“Korkudan öyle söyledi!” diye düşmanını öldürenlerin zuhur ettiğini, Allah Rasûlü’nün bunlara çok sert bir tavır alıp mâni olduğunu biliyorlardı.

Kur’ân’da Hâbil’in, kendisine; “Seni öldüreceğim!” diyen Kābil’e sarf ettiği;

“Sen beni öldürmek için kolunu uzatsan bile ben sana elimi kaldırmayacağım!” kararlılığı içinde olmalarının sebebi, Efendimiz’den aldıkları bu talimat idi. Öyle ki, nefs-i müdafaa gibi meşrû bir sebeple bile mü’min kanı dökmediler. Mazlum olmak ile zalim olmak arasında kaldıklarında, mazlumiyeti seçtiler. Ama onlar kazandı, İbn-i Ömer’in asıl derdi Allah Rasûlü’nün mesajlarını çoğu âzâd ettiği kölelerden oluşan talebelerine yaşayarak ve yaşatarak aktarmak idi. Başardı.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet GÖRMEZ’in «içtihadsız cihadlar» tabiriyle ifade ettiği üzere; müslümanın neye hizmet ettiğini bilmeden hareket etmesi çok fâhiş yanlışlara götürür.

İslâm’ın kuvveti ve kılıcı elbette vardır. İbn-i Ömer Hazretleri’nin dediği gibi, ecdâdımız da o kılıcı yerinde kullanmış, onu despot kefereye karşı sallamış, onunla zalimlerin zulmünü bertaraf etmiş, fakat asla onu insanlara işkence, zulüm, şiddet vasıtası kılmamıştır. İslâm’ın kılıcı, daima emn ü emân hilâli olmuştur.

O kılıç; meşrû bir kumandanın, Alparslanların, Fatihlerin, Yavuzların hizmetinde, gayesine matuf olur. Bugün Irak, Suriye, Libya, Mali gibi yerlerde savaşan şiddet yanlısı grupların hemen hepsinin dolaylı veya doğrudan ecnebî güdümünde oldukları erbabınca ortaya konulmaktadır. Bunların hiçbiri meşrû bir emîr, bir ulü’l-emr değildir.

Harp; müslüman bir toplum teşekkül ettikten sonra, haklarını müdafaa etmek için zaruret hâlinde devreye girer. Mekke devrinde, müslümanlar işkencelere tâbî tutuldukları hâlde, mukabelede bulunmaktan men olunmuş, sabır, tahammül veya hicret ile vazifelendirilmişlerdir.

Hazret-i Musa’nın kendi kıssasında da; şehirde, kendi kavminden bir kişinin karıştığı bir hâdiseye müdahale etmesi ve istemeden kıptînin ölümüne sebep olması yer alır. Bu hâdisede Hazret-i Musa; üzüntü duyar, bu ölümü şeytanın bir işi olarak addeder, hicrete mecbur kalır. Peygamberlik vazifesini almış olarak döneceği bu hicretten sonra da Hazret-i Musa, her evi bir mescide çeviren bir mânevî eğitim seferberliğiyle, Firavun’a karşı mücadele verir. Neticede düşmanını Allah boğarak kahreder.

Harbin bir ahlâkı vardır. Köpek senin ayağını ısırsa da sen, onun ayağını ısırarak mukabelede bulunmazsın. İnsana insâniyet yakışır. Bugün teröre kapılan müslüman gençlerin bazılarının, çok ağır fizikî veya mânevî zulümler, işkenceler yaşamış veya zorla seyrettirilmiş kişilerden seçildiği belirtilmektedir. Başta söylediğimiz, batının terör fideliği ifadesinin gayesi budur. Kur’ân-ı Kerîm’in Mekkî sûrelerindeki onlarca;

“Sabret, dayan, yüz çevir, mühlet ver, affet, vazgeç…” telkinlerinin, o devirde yaşanan işkence ve zulümlerin müslümanlarda tahrik oluşturmamasına matuf olduğunu idrak etmemiz gerekir.

İslâm dünyasında yaşanan trajedilerin mağdurlarına, yetimlerine, öksüzlerine sahip çıkmamızın, onları rehabilite etmemizin ne kadar mühim olduğu da mevzunun bize bakan yönüdür.

Problemini çözdüğün insan, senindir, çarendir, dermanındır.

Derdine bîgâne kaldığın kardeşin ise, er geç senin başına belâdır, canlı bombadır, senin evlâdın olduğu hâlde düşmanınla ittifak eden bir gafildir vb.

“Mü’minler bir vücud gibidir.” hadîs-i şerîfini böyle de düşünmeli. Şefkatli olmalısın, acısını hissetmelisin, doğru, fakat zaten başını ağrıtacaktır, canını yakacaktır. Öyleyse baştan şifâ olmaya bak!..

İşte cihâdın harp dışı cehd yönü burada ortaya çıkar. Cihad Allah yolunda gayret etmek ise; işte eğitim, işte hizmet, işte İslâm’ın güler yüzünün yaşanması ve yaşatılması…

İşte doğruları yazacak kalemlerin cihâdı…

O tahta kılıç niçin kalem olmasın?

İşte İslâm’ın güler yüzünü, selâmet dolu hakikatini, emniyet dolu sînesini ifadelendirecek lisanların, mikrofonların, ekranların, sahnelerin, kürsülerin cihâdı…

Öldürücü değil diriltici cihad…

Nefsine şehâdeti, muhatabına şahâdeti telkin eden, abus ve korkunç bir suratla iten değil, mütebessim bir müslüman çehresiyle davet eden bir cihad…

Dağıtıcı, tekfir edici, yıkıcı, kırıcı değil, toplayıcı, birleştirici, inşa edici bir cihad…

İlhamını nefisle yapılan büyük cihaddan alan, sabırlı, dirâyetli, dikkatli, müteyakkız bir cihad…

Şeytanla, düşmanla, yabanla asla ittifaka girmeyen, kime hizmet ettiğinin şuurunda bir cihad…

Canı, malı, ırzı, nesli, dîni ve selîm aklı koruyucu bir cihad…

Köleleştirici değil, zihinleri, kalpleri, boyunları; ideolojilerden, yalanlardan, bağımlılıklardan kurtarıcı, âzâd edici bir cihad…

Ganîmet toplayıcı değil, ikram edici, yardım dağıtıcı, şifâ ve rahmete vesile olucu, ücretini Allah’tan bekleyici bir cihad…

Fitne ve fesat bataklıklarını kurutucu, puslu havaları berraklaştırıcı bir cihad…

En önemlisi de nesli yetiştiren, neslin içinden; gelecekte bu ümmeti başsızlıktan kurtaracak başlar inşa eden bir cihad…