ŞEYTANIN ve NEFSİN GÜÇLÜ ve ZEHİRLİ SİLÂHLARI -1-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Şehvet, şöhret, servet…

Fâiz, israf…

Kumar, uyuşturucu, içki…

Yalan, fitne, gıybet, iftira…

Bunlar şeytanın bize hazırladığı tuzaklar…

Bunlar hayat yolculuğunda bizi bekleyen en tehlikeli mayınlar… Bunlardan nasıl kurtuluruz?

Takvâ ile…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, sahâbî arkadaşı Übey bin Kâ‘b’a sormuş:

–Bana takvâyı müşahhas bir şekilde anlatabilir misin? Takvâ diyoruz da nedir bu takvâ?

Demiş ki Übey -radıyallâhu anh-:

–Sen hiç dikenli arazide yürümedin mi?

–Yürüdüm…

–Ne yaptın yürürken?

–Elbisemin eteklerini topladım; bir yere takılmasın, beni devirmesin diye. Sonra nereye bastığıma âzamî dikkat göstererek; aman bir dikene basmayayım, ayağıma saplanmasın diyerek ihtimamla yürüdüm.

–İşte takvâ!..

Hayat yolculuğu da böyle mayınlarla dolu…

Pusularla dolu… Pusu nedir? Düşmanın saklanıp bir tuzak kurduğu yer. Oradan dikkatsiz geçersen, pusuya yakalanırsın.

Düşman kim? Şeytan!..

Hani futbola düşkün olanlar ezelî rekabet diyorlar ya, bizim asıl ezelî rakibimiz şeytan. Ta Hazret-i Âdem babamız yaratıldığından beri, bizimle uğraşıyor. Bizi kendi düştüğü isyan günahına düşürmek, Allâh’ın rızâsı ve sevgisinden uzaklaştırmak ve cehennemlik etmek için uğraşıyor.

Düşmanın silâhları var. İşte saydığımız günahların her biri birer silah, birer tuzak, birer pusu…

Biz takvâ ile dikkatli dikkatli yürürsek, pusulara düşmeyiz. Fakat nefsimizin bazı kusurları var ki, bunlar bizi pusulara ve tuzaklara düşürüyor. Mayınlara bastırıyor.

Nedir onlar:

Gaflet, bencillik, tembellik…

Gaflet olunca, dikkat kayboluyor. Günahlara, haramlara, şüpheli şeylere yani şeytan pusularına karşı vurdumduymazlık meydana geliyor. «Bir şey olmaz!», «Ne olacak ki!» dediriyor.

İçkiyi, kumarı ve uyuşturucuyu düşünün?

Kim; «Ben şu kötülüğe bağımlı olayım.» diye başlıyor ki?

Hiç kimse!

Sorsan çoğu; «Bir kerecik deneyeyim, ben zaten müptelâ olmam, bir kadehten ne olur?» diye giriyor işin içine…

Fâiz de öyle. «Çok ihtiyacım var: Şu krediyi bir çekeyim bir daha elimi sürmem!» diye diye dadanıyor.

Kredi kartları yüzünden hemen herkesi bu belâ sardı. Ayağını yorganına göre uzatmamakla başlıyor. «Nasıl olsa öderim…» diye başlayan problem, küçük bir kartopunun döne döne çığa dönüşmesi gibi, yığıla yığıla büyüyen borçlar… Hacizler… Rezillikler…

İnsânî ilişkilerde de gıybet, yalan, iftira ve benzerleri küçük görülüyor. Bunlardan ne olacak ki deniyor. Hâlbuki söz müthiş bir belâ… İnsan bir söz ile dinden çıkabilir, bir söz ile Allâh’ın gazabına uğrayabilir.

Peygamberimiz, sahâbîsi Hazret-i Muâz’a eliyle dilini tutarak gösterip;

“–(En hayırlı davranış) hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu.

Muâz -radıyallâhu anh-;

“–Konuştuklarımızdan dolayı hesaba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak ona şunları söyledi:

“–Allah iyiliğini versin ey Muâz!

İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki?

Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin!

Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzura kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774)

Maalesef günümüzde bu silâhlar çok kullanılıyor. Bu tuzağa düşenler de çok, ortam müsait. Tuzaklara düşmemek için ne yapmalıyız, düşersek sonuç ne olur?

Gaflet;

Gaflet Allah Teâlâ’yı unutmaktır. Bunun şiddetlisi ise îmansızlık, yani Allâh’ın varlığına inanmamaktır. O kimseye, Allah -celle celâlühû- îman nasip etsin, diyelim. Başka ne denebilir?!.

Allâh’ın; yeri, göğü, bütün kâinâtı ve bizi yarattığını bildiğimiz hâlde onu unutup gaflete dalarsak, yukarıda saydığımız şeytanın tuzaklarına düşmemiz kaçınılmaz olur.

Namazını kılmazsan, zekâtını vermezsen, orucunu tutmazsan ve hac farz olduğu hâlde hacca gitmez isen, sor kendine: «Sen nasıl bir müslümansın?»

Tam şeytanın istediği gibi bir malzemesin. «Ben irademe sahibim, kalbim de temiz!» demen sana yetmeyecek ve seni kurtaramayacaktır.

Muhterem Âdil ÖZBERK Hoca anlatırdı; -belki daha önce de anlatmış olabilirim önemine binâen tekrarında fayda var-:

Şeytanla bir beynamaz bir gün boyunca arkadaşlık yapmışlar. Akşam olunca şeytan;

“–Sen nasıl müslümansın? Sabahtan beri seni beş vakit namaza çağırdılar hiç ilgilenmedin…” der. «Müslümanım» diyen namazsız adam;

“–Ben beynamazım, müslümanım ama namaz kılmam!” deyince şeytan;

“–Seninle arkadaşlığımız bitti. Mevlâ’m bana bir defa; «Secde et!» dedi. Etmedim, kovuldum, başıma gelmeyen kalmadı. Sen bir günde beş vakit emre itaat etmedin, seninle arkadaşlık edilmez.” demiş.

Espri bu, hoca iyi anlaşılsın diye bunu anlatıyor.

«Müslümanım.» diyen herkesin, İslâm’ın beş şartını eksiksiz yerine getirmesi lâzım. Allah’tan korkması, emirlerini yapması; yasakları kesinlikle yapmaması lâzım.

«Müslümanım.» diyenlerin; Peygamber Efendimiz’in yaşantısını okuyup öğrenmesi, O’nun yaşadığı gibi yaşaması, O’nun ahlâkına boyanması gerekiyor.

Bir seferinde Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e bir grup sahâbî gelerek, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını sormuşlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- onlara şöyle cevap verdi:

“Hazret-i Peygamber’in ahlâkı Kur’ân idi.” (Müslim, Müsâfirîn, 139) Dolayısıyla Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz, Kur’ân ahlâkına sahip idi.

Sevgili Peygamberimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in yolu yani sünnet, en güzel yoldur. Bu en güzel yolu takip ettiğimiz sürece, yolumuzu şaşırmayız Allâh’ın izniyle. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız:

Allah’ın Kitâbı ve Peygamberi’nin sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

Kitap ve Sünnet bize emânet.

Nasıl sahip çıkılır bu emânetlere?

Her dediğini yaparak, her adımı İslâm’a uygun atarak. Yani takvâ hassâsiyetiyle.

Eğer her adımı dînimize, Rabbimiz’in emirleri ve Peygamberimiz’in tavsiyelerine göre atarsak, şeytanın pusularına düşmeyiz. Nefsimizi gaflete düşürmeyiz. Uyanık oluruz.

Çünkü Rabbimiz bize çok merhametli. Peygamberimiz bize çok düşkün. Bizim şeytan pususuna düşmemize râzı olmuyorlar. Bu sebeple hep bizi uyarıyorlar. Hayra davet ediyorlar. Takvâya çağırıyorlar.

Burada insan durup düşünmeli:

Kim benim dostum, kim benim düşmanım?

İnsan dostunun tavsiyesini dinler. Düşmanının tekliflerini ise reddeder.

İnsan kim dost kim düşman iyice anlar ise, düşman pususuna düşmez.

Bugün sıradan bir insana, hayırlı bir şey tavsiye ettiğinizde; yılgınlık, tembellik ve duyarsızlık gösterebiliyor.

“–Bırak şu sigarayı!..” diyorsunuz;

“–O benim dostum, dert ortağım.” gibi mânâsız şeyler söylüyor. Sana nefes darlığı, kanser, kalp damar hastalıkları gibi belâlar açan, paranı israf eden, kötü kokusu ve etrafa zararıyla seni sayısız kul haklarına sokan bir dost olur mu?

Hâlbuki bir düşünmesi lâzım, bana;

“Bırak şunu!” diyen kişinin ne menfaati var? Sırf beni düşündüğü için söylüyor. İyiliği yaymak, kötülüğü önlemek için söylüyor. Hakkı ve hayrı tavsiye ediyor. Çünkü o bir dost!..

Ama gafil insan, ona inanmıyor da; kendisine bedava sigara yani bedava zehir uzatana dost gözüyle bakıyor. Hâlbuki o, dostâne bir iş yapmıyor!..

Sözün özü:

Dostumuzu düşmanımızı iyi tanımalıyız.

Dostlarımızın sözlerini, tavsiyelerini tutmalıyız.

Düşmanımızın teklif görünümlü, öğüt görünümlü tuzaklarından korunmalıyız.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah; inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.

İnkâr edenlere gelince; onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler.

İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 257)

Aslında tasavvufta nefsin terbiye edilmesi bir bakıma bundan ibaret: Nefsin dostu, düşmanı tanır hâle gelmesi. Çünkü mutmainneden bir önceki adım, mülheme nefis. Mülheme demek; hak ve bâtılı, hayır ve şerri, takvâ ve fücûru tanımaya başlayan nefis demek. Bunları ayırt etmekle bitmiyor; iradesini de kullanıp, dostu ve dostun tavsiyelerini seçmek lâzım. Düşmandan uzak durmak lâzım.

Eskiden vaiz efendiler çok söylerlerdi:

Yâ Rabbî!.. Hakkı hak bilip hakka ittibâ, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinâb edenlerden eyle bizi!..

Her namazda okuduğumuz Fâtiha bunu anlatıyor. Cenâb-ı Allâh’ın nimet verdiği dostların yolundan, istikametli yoldan dikkatle, pusulara basmadan yürümek…

Allâh’ın düşmanının sözüne uydukları için gazaba uğramış ve yoldan çıkmış olanlara tâbî olmamak…

Rabbim bizi sırât-ı müstakîme eriştirsin.

Nimetlerine erdirsin.

Nimet verdiği sâlih zâtlardan ayırmasın.

Gazabından emin kılsın…

Yoldan çıkanlardan eylemesin!..

Âmîn!..

Böyle bir hassas yürüyüşle inşâallah yolumuzun sonu, cennete çıkar.

Peygamber Efendimiz vefat ederken ne buyurdu:

“Refîk-i ‘lâ’ya… Yani yüce Dost’un ve dostların yanına…”

Rabbim hepimize dostların sözünü dinleyip, dostların yanına gidebilecek bir hayat ve hüsn-i hâtime nasip eylesin.

Âmîn!..