Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – TERCİHLE İŞİN NE!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Hâcegân silsilesinin kurucusu Abdülhâlık Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh-, Buhara’nın Gucdüvân köyünde doğdu. Yetişme çağında tahsil için Buhara’ya gitti. Şehrin önde gelen âlimlerinden olan İmam Sadreddin’den tefsir okudu. Hızır -aleyhisselâm- ile buluşarak onun rahle-i tedrîsine girdi. Yirmi iki yaşına kadar onu mânevî evlât edinen Hızır -aleyhisselâm-, daha sonra bu eğitimi fakih ve mutasavvıf Yûsuf Hemedânî’ye havale ederek aradan çekildi. Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh- daha sonra memleketine döndü ve irşad hizmetlerinde bulundu.

Abdülhâlık Gucdüvânî -kuddise sirruh-, 1220’de vefat etti. Kabri, Gucdüvân’dadır.

***

Bir gün dervişlerden biri Gucdüvânî Hazretleri’ne gelerek;

“–Eğer Hak Teâlâ beni cennet veya cehennemi seçmekte serbest bırakırsa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü ben ömrüm boyunca nefsin isteklerine karşı direnip durdum. Şayet cenneti istersem, bu da nefsin isteği olur…” dedi.

Dervişin daha nâil olup olamayacağı bile meçhul olan cennet hakkında böylesine yüksek perdeden sözler sarf etmesi üzerine Hâce Hazretleri şu karşılığı verdi:

“–Kulun tercihle işi ne?!. Cenâb-ı Hak bize nereye git derse gideriz, nerede ol derse oluruz. Nefse muhalefet ve Hakk’a kulluk budur, yani teslîmiyettir, rızâ hâlinin yaşanmasıdır; senin dediğin değildir!”

Bu sefer derviş;

“–Tarîkate sülûk edenlere şeytanın eli erişebilir mi?” diye sordu.

Gucdüvânî Hazretleri;

“–Evet, nefsini fenâya erdirme hususunda henüz son merhaleye ulaşamamış bir sâlik öfkelendiğinde şeytan ona musallat olur. Nefsini ifnâ edende ise öfke bulunmaz. Onda öfke yerine «gayret» yani ilâhî emirlere karşı hassâsiyet olur. Şeytan da gayretin olduğu yerden hızla kaçar…” buyurdu. (Pârsâ, Faslü’l-Hitâb, s. 599)

KAZI BAĞIRTMADAN YOL!

Sultan IV. Murad Han, 27 Temmuz 1612’de İstanbul’da dünyaya geldi. Enderun’da Türk-İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetiştirildi. Kur’ân-ı Kerim, siyer, hüsn-i hat ve edebiyat dersleri aldı. On bir yaşında tahta çıktı.

8 Şubat 1640’da yakalandığı hastalık sebebiyle yirmi sekiz yaşında vefat etti. Kabri, Sultanahmet hazîresindedir.

***

IV. Murad Han, sadrazamıyla birlikte tebdîl-i kıyafet gezerken bir deri dükkânının önünde durur. Dükkân son derece kötü bir durumdadır ve dericinin hâli ise içler acısıdır.

“–Selâmün aleyküm derici!” der. Derici gelenlere şöyle bir göz atar ve hemen toparlanarak;

“–Aleyküm selâm yâ Cihân-ı Serdar!” diye karşılık verir. Padişah sormaya başlar:

“–Yazı kışa hiç katmadın mı?”

“–Kattım ama hiçbir şey tutturamadım.”

“–Peki, geceleri hiç çalışmadın mı?”

“–Çalıştım ama el aldı.”

“–Peki.” der padişah ve devam eder:

“–Sana biz kaz göndersem yolar mısın?”

“–Yolarım.” der. “Hem de hiç bağırtmadan…”

Padişah dericinin yanından ayrılarak saraya döner. Sadrazam dayanamaz. Padişaha yaklaşarak;

“–Haşmetlim, derici ile yaptığınız konuşmadan hiçbir şey anlamadım.” deyiverir. Padişah, sadrazamın bu sözlerine son derece hiddetlenir ve;

“–Sen nasıl sadrazamsın?” diye çıkışır. “Ne demek bir şey anlamadım. Derhâl o dericinin yanına gideceksin ve ne konuştuğumuzu anlayacaksın. Eğer anlamazsan tez zamanda kelleni vurdururum!”

Korkuya kapılan sadrazam, soluğu dericinin yanında alır. Derici, sadrazamın koşarak geldiğini görünce yerinden doğrularak;

“–Hoş geldiniz.” diye karşılar. Sadrazam nefes nefese;

“–Çabuk bana padişahla ne konuştuğunuzu anlat.”

“–Anlatırım ama bir kese altın vereceksin.”

Sadrazam kelleyi kaybetme korkusuyla teklifi kabul eder. Keseyi verir ve sorar:

“–Söyle bakalım! Gelenin padişah olduğunu nasıl anladın?”

“–Padişah kılık değiştirmişti ama yeleğini değiştirmeyi herhâlde unuttu. Üzerinde öyle kıymetli deriden yapılmış bir yelek vardı ki o yeleği ancak padişahlar giyebilirdi.”

“–«Yazı kışa katmadın mı?» ne demek?”

“–Anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin.”

“–Padişah; «Yazı kışa katmadın mı?» diye sordu. Yani; «Yaz-kış çalışıp kazanmadın mı ki sen ve dükkânın bu hâldesiniz?» dedi. Ben de; «Çalıştım ama hiçbir şey tutturamadım.» dedim.”

“–«Geceleri hiç çalışmadın mı?» ne demek?”

“–Bunu da anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin.”

“–Yani padişah; «Çocukların olmadı mı? Bilhassa oğlun yok muydu sana yardım edecek?» demek istedi. Ben de; «Oğlum olmadı, kızlarım oldu. Onları da elin oğlu aldı.» dedim…”

“–Padişah; «Sana bir kaz yollasam yolar mısın?» dedi. O ne demek?”

İhtiyar derici elindeki altın keselerini şöyle hafifçe havaya atıp tuttuktan sonra;

“–Eee… Onu da artık sen anla Sadrazam’ım!..” diye gülümsedi. (Enes TÜRKOĞLU, Osmanlı Tarihinden İlginç Hikâye ve Anekdotlar, s. 208)

BAŞKA KİM OLABİLİR Kİ?

Orhan Şâik GÖKYAY, 16 Temmuz 1902’de İnebolu’da dünyaya geldi. Gökyay’ın, ilktahsilini gördüğü Kastamonu’daki çocukluk yılları, inanç ve şiirle iç içe geçti. Babasının devam ettiği Şeyh Merdan Efendi Tekkesi, onun dînî terbiyesine büyük bir katkı sağladı. 1927 yılında Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi’ne kaydoldu. Hocalarından özellikle M. Fuad KÖPRÜLÜ’den çok istifade etti. Mezun olduktan sonra; Giresun, Samsun ve Balıkesir’de öğretmenlik yaptı.

Edebiyat hocasının teşvikleriyle aruzla yazdığı ilk şiirleri Kastamonu’daki Açıksöz gazetesinde yayımlandı. 1926 yılında Balıkesir’de vazife yaptığı sırada «Çağlayan» adlı bir dergi çıkardı. Bu dergide M. Âkif, Tokâdîzâde Şekib ve Hasan Basri ÇANTAY gibi isimlerin yazıları da yer aldı.

«Bu Vatan Kimin?» adlı vatanın asıl sahiplerini yazdığı meşhur şiirinin yanında arı duru bir dille yazdığı diğer şiirleri de büyük beğeni topladı. «Destursuz Bağa Girenler» adlı kitabında kitap tenkitleri kaleme aldı.

Orhan Şâik GÖKYAY, 2 Aralık 1994’te vefat etti. Kabri, Üsküdar’daki Nakkaştepe Mezarlığı’ndadır.

***

Orhan Şâik, bazı edebiyat profesörleriyle sohbet ediyordu. Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nden ve bu eserin yayıma hazırlanmasından bahsediliyordu. Gökyay kanaatini şöyle açıkladı:

“–Bence bu eseri günümüzde üç kişi hazırlayabilir.”

Profesörler;

«Acaba hangimizin adını söyleyecek?» diye heyecanlandılar ve sordular:

“–Kimler?”

Şu cevapla da gülüştüler:

“–Orhan, Şâik, Gökyay.”

HAYÂTÎYLE MEMÂTÎ…

XIX. asır Osmanlı Kadısı Gıyâseddin Efendi, Kasım 1810’da İstanbul’da doğdu. Buhara, Şam, Kahire ve Konya’da fıkıh, usûl-i fıkıh, ferâiz, hadis, tefsir, heyet ve tıp eğitimi gördü. Ceddinden çıkan birçok ulemâ gibi o da kendini yetiştirerek âlim bir zât oldu.

İstanbul’da sarayda şehzadelere ders verdi. Yûnus Efendi Külliyesi’nde yetim ve öksüzlere Kur’ân öğretti.

***

Postî mahlâsıyla şiirler kaleme alan Kadı Gıyâseddin Efendi ile Hayâtî mahlâslı Eyüp Kadısı zaman zaman atışırlardı. Bu atışmalardan birinde Hayâtî Efendi; Postî Efendi’ye takılmak için, bir kâğıda güya içinden çıkamadığı bir soruyu yazıp fetvâ istercesine gönderir:

“–İt posti, domuz posti; debâgatle temiz olur mi?”

“Köpek ve domuz derisinin tabaklanmakla necislikten kurtulup kurtulmadığı”nı sorarmış gibi yaparken, tevriyeli bir şekilde Postî Efendi’ye bu sıfatları isnat ederek sataşmaktaydı. Bunun üzerine Postî Efendi hem suâli gönderen Hayâtî Efendi’yi hem de onun kardeşi Memâtî Efendi’yi hedef alarak şu cevabı verir:

“–Hayâti de murdardır, memâti de: Dirisi de pistir, ölüsü de…” (Osmanlıcada «postu ve Postî», «hayatı ve Hayatî» kelimelerinin aynı şekilde yazıldığını göz önünde bulundurmak gerekir.)