“SABREDENLERİ MÜJDELE!..”

YAZAR : Sami GÖKSÜN

s_goksun-SAYI120

Yüce Allah -celle celâlühû- kullarını hayatta iken çeşitli imtihanlara tâbî tutar. Kimini musîbetlere ve zorluklara dûçâr eder, kimini de servete ve nimetlere gark eder. İnsan ise birine üzülür, diğerine sevinir. Hangisinin hayırlı olduğunun çoğu zaman farkına varamaz. Oysaki bizim hayır gibi gördüklerimizde belki şer, şer gibi gördüklerimizde ise belki hayır vardır. Hangi hâl ile karşılaşırsak karşılaşalım, sabırla hareket ederek neticeyi hayra dönüştürmek lâzım.

Sabır, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gerektiğinde başvurmalarını istediği bir emridir. Sabır zor ama zor olduğu kadar da fazîleti bol bir amel-i sâlihtir. Bu sebeple yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde sabredenlere çeşitli mükâfatlar va‘derek şöyle buyurmaktadır:

“Sabredenlere (felâketlere karşı dişlerini sıkıp göğüs gerenlere), mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10)

Mükâfatın hesapsız olması, sabrın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Felâketler karşısında gösterilecek sabır; pek büyük bir meziyet olmasaydı, hesapsız mükâfat va‘dedilmezdi.

Sabır, her noktada bize lâzım olan güzel bir ameldir. Namaz nasıl ibâdetlerin şâhı ise, sabır da bütün ahlâkî davranışların başıdır. Sabırlı olanlar, gönüllerindeki isteklerin çoğuna kavuşurlar. Müslüman; sabır ışığını devamlı önde tutarak, en büyük zorlukları aşıp, ulaşmak istediği hedeflere ulaşır.

Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Asra yemin ederim ki; insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)

Birbirlerine sabrı tavsiye edenlerin hüsran ve zarardan kurtulduğunu haber veren Asr Sûresi; müslümana yapılabilecek en iyi yardımın, sabrı tavsiye olduğunu belirtmektedir.

Bu gerçeği Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle belirtmektedir:

“…Namaz bir nurdur, sadaka bir burhan, sabır ise ziyâdır…” (Müslim, Tahâret, 1)

Sabrın ziyâ, namazın nur diye anlatılması; sabrın insan hayatındaki her şeyi kuşattığını, aydınlattığını göstermektedir. Zira sabır ve namazın halletmediği mesele yoktur. Öyle ise; zorluklar, sıkıntılar, meşakkatler karşısında hemen teslim olmamak, hak ve hakikatin tecellîsi için mücadele ederek Allah ve Rasûlü’nün râzı olacağı bir kul olmak lâzım. Sabrederek gayret edeni Cenâb-ı Hak muvaffak kılar. Bunun böyle olduğunu Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade etmektedir:

“…Şunu iyi bilin ki, kim iffetli kalmayı dilerse, Allah onu iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa, Allah ona sabır ihsan eder. Kim insanlardan müstağni olmak isterse, Allah onu müstağni kılar. Sizlere sabırdan daha hayırlı ve daha büyük bir ihsanda bulunulmamıştır!” (Buhari, Rikâk 20)

Mü’min; her türlü sıkıntı, belâ ve musîbeti metânetle ve sabırla karşılayıp nimete dönüştürebilir. Nimetlere şükür, nimetin artmasına sebep olduğu gibi; belâ ve musîbetlere sabır da onun hayra dönüşmesine vesile olur.

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ölmüş olan çocuğunun kabri başında bağıra çağıra feryat ederek ağlayan bir kadının yanından geçiyordu, ona;

“–Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu.

Kadın şöyle dedi:

“–Başımdan gitsene; benim üzerime gelen felâket, senin başına gelmemiştir.”

Hanım Peygamberimiz’i tanıyamamıştı. Ona bu sözü söyleyenin Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz, Efendimiz’in kapısına koşarak gitti ve özür beyan etmek üzere Peygamberimiz’e şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah, sizi tanıyamadım.”

Efendimiz de ona şöyle dedi:

“–Sabır dediğin, felâketle ilk karşılaşıldığı anda (onu metânetle ve basîretle göğüsleyebilmek)tir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 32)

İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hemen oracıkta, gerçek sabrın ne demek olduğunu ona ve dolayısıyla biz ümmetine tarif etmiş oldu.

Aslında zaman her şeyin ilâcıdır. İnsan meydana gelen olaydan sonra; gün geçtikçe, zaman ilerledikçe her şeye alışıyor. Önemli olan belâ ve musîbetlerle ilk karşılaşıldığı anda, ona dayanabilmektir. Bu da îmânımızdaki olgunluğun bir nevî derecesini belirler.

Mü’min; «Tüm çaresizliklerin hakikî çaresi sabırdır.» anlayışıyla hareket edebilirse, Cenâb-ı Hakk’ın dünya ve ukbâda birçok mükâfatına nâil olur. Değerli şeylerin yok olmasına sabır ve teslîmiyet göstermek insana daha kıymetli şeyler kazandırır.

Bu gibi hâdiseleri şu misal ne güzel anlatır:

İri, yarı siyahî bir kadın; bir gün Efendimiz’e geldi ve;

«–Beni sar‘a hastalığı tutuyor ve üstüm-başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ ediniz.» dedi.

Nebi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona şöyle buyurdu:

«–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, sana şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.»

Bunun üzerine kadın;

«–Ben hastalığıma sabrederim, ancak sar‘a tuttuğu zaman üstümün-başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi. Efendimiz de o kadına duâ etti. (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)

Dünyada belâ ve musîbetlere sabretmek, insana âhirette cenneti kazandırır.

Sabrı en çok yerinde kullanan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Müşriklerle yaptığı İslâm mücadelesinde öyle sıkıntılarla karşı karşıya kaldı ki; namaz kılarken başına işkembe boşalttılar. Boykotlar uyguladılar. Tâif’te taşlayıp vücudunu kan revan içinde bıraktılar. Uhud’da dişini şehid ettiler. Bunun yanında; hayatta iken yedi çocuğundan altısının vefâtıyla en büyük acıları yaşadı. Daha nice zorluklarla baş başa kaldı. Fakat hepsinin imtihanını en güzel teslîmiyetle verdi.

Bizler de Allah Rasûlü’nün vermiş olduğu bu sabır imtihanlarını iyice okumalı ve anlamalı, benzer imtihanlarla karşılaştığımızda Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olarak O’nun gibi sabırlı ve metânetli olmalıyız. Her bir imtihanın başarıyla geçilmesi durumunda dünya ve ukbâda mükâfatlara nâil olacağımızı bilmeliyiz. İşte o zaman gerçek gönül huzurunu yakalarız.

Cenâb-ı Hak; bizleri, başaramayacağımız ve kaldıramayacağımız imtihanlarla baş başa bırakmasın, karşı karşıya getirdiğinde de sabırla aşmayı nasip etsin. «Sabredenleri müjdele!» hitabındaki sırlara mazhar eylesin. Âmîn…