Rahmetin Tuğyân Ettiği Ramazân-ı Şerifte;
KULLUKTA DERİNLEŞME TAHSİLİ

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İLÂHÎ RAHMETTEN NASÎB ALMA ZARÛRETİ

İnsanoğlu; kulluk tahsili için, kalben merhaleler kat ederek «mârifetullah»tan nasîb alabilmek için yaratılmıştır.
Lâkin fânî dünya; oyalayıcı ve aldatıcı vasfıyla, insanın rûhâniyetini zaafa uğratır. Bu zafiyetten kurtuluş için âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Hepiniz toptan Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 103)
Büyük işleri başarmak için; zaman, mekân ve gayretleri bir noktaya teksif etme usûlüne, dünyevî işlerde de çokça müracaat edilir.
Ticaret ehli; fuarlar yapar, uzak-yakın beldelere gidip günlerce kalır. Uzun iş seyahatleri, yoğun mesâîler gerçekleştirilir, bazen dikkatin dağılmaması için şehirlerden uzak mevkîlerde toplantılar düzenlenir.
İlim, eğitim ve akademi âleminde de; sempozyumlar, seminerler, konferanslar, kamplar, sene sonu imtihan haftaları düzenlenir. Bu vesilelerle; talebe ve hocalar ilmî meselelere, imtihanlara yoğunlaşırlar.
Sporcuların ise hayatı neredeyse dâimâ kamp üzere geçer. Müsabakadan evvel, sporcu kampa alınır. İhtilâttan men kararı alınır, böylece sporcunun; bedenî, zihnî ve hissî bütün kuvvetini müsabakaya vermesi sağlanır. Dağınıklığa mâni olunur.
Bütün bunlar fedâkârlık ister. Fakat muvaffakiyet bunu gerektirdiği için; tüccar da, talebe de, sporcu da fânî bir âlem için seve seve bu fedâkârlığı gösterir. Sabahlara kadar uykusuzluk, günlerce yorgunluk iktizâ eder; başarmak isteyen, seve seve tahammül eder.
Bu dünyevî meselelerin; bizi bekleyen uhrevî meselelere nisbeti, damlanın deryâya nisbeti gibidir.
Damla mesâbesindeki dünya işleri için bu fedâkârlıklar, bu teksif gayretleri zarûrî ise; elbette âhiret imtihanında muvaffakiyet için, şeytan ve nefse karşı mücadelemizde zafer için, varlık sebebimiz olan, o en mühim ticarette kâr için, yoğunlaşmak, yorulmak ve yoğrulmak ne kadar elzemdir!
Cenâb-ı Hak en kârlı ticaret olarak «ticâreten len-tebûr»u tavsiye eder. Bu gerçek ticaret ise;
a. Kur’ân-ı Kerim’le hemhâl olabilme,
b. Namazlarımızı «kalp ve beden âhengi içinde» îfâ edebilme,
c. Allah yolundaki infaklarımızı gizli ve (zarûrette ise kalbimizi koruyarak) açıktan verebilmeye bağlıdır. (Bkz. Fâtır, 29)
Rabbimiz, bu faaliyetlerin zirvede tatbiki için Ramazân-ı şerîfi lutfeylemiş bulunmaktadır.

İBÂDETTE YOĞUNLAŞMA
Bu mânevî eğitim yoğunlaşmasında;
Ay boyunca oruç ile; beden terbiyesine, açlık tecrübe ve hissiyatına, Allah için fedâkârlığa, şükre, sabra, kanaate kapılar açılır. Hayat, helâllerde bile bir riyâzat hâline girer.
Sahurlarla seherde uyanma tâlim edilir, terâvih ve teheccüdlerle geceleri ihyâ teşvik edilir.
Mukabelelerle, Kur’ân tilâvet ve tefekkürü;
Zekât, fitre ve iftar ikramlarıyla; cömertlik ve merhamet;
Yine bu ayın son on gününde müekked bir sünnet olan îtikâf ile, ibâdete teksîfin en yoğun, en ileri hâli tâlim edilir.
Ramazân-ı şerîfi bu şuurla değerlendirmek îcâb eder. Öyle ki; Ramazan, senenin kalbi ve nabzı olmalıdır. Kalbimiz; dâimâ geçmiş Ramazan’da elde edilen kıvâmın ziyân edilmemesine ve gelecek Ramazân’a daha feyizli hazırlanmaya bağlanmalıdır.
Nitekim Muallâ bin Fadl şöyle der:
“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay, kendilerini Ramazan’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 354)
Bu duâ hâli; sadece dil ile değil, hayat boyu devam etmesi gereken hâl ve davranışlar iledir. Böylece bütün sene; Ramazân-ı şerif gibi ibâdet, kulluk ve güzel ahlâk gayretiyle dolar.
Bu mübârek zamanların hakkıyla idrâk edilebilmesi için; mânevî bir hazırlık ve titizlik, rûhânî bir duyuş içinde yaşanması îcâb eder.

Evvelâ;

SAHİH BİR AKİD
Sağlam bir îman… Tavizsiz bir akāid… Rahmet celbedici bir akāid… Menhiyat ve fuhşiyattan uzak tutan bir inanç…
Her şeyde; lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefret ölçüsü… Yani Hakk’a yakınlık ve Hak’tan uzaklaştırıcı her şeyden kaçınma hâli…
Emr-i bi’l-mârûfa sevk eden, eliyle, diliyle, kalbiyle hayrın ve hakkın yanında; şerrin ve bâtılın karşısında tavır aldıran bir îtikad… Görüyormuşçasına bir gayb îmânı…
Böyle bir îmanla;

SAMİMÎ BİR İBÂDET
Kur’ân’ın nâzil olduğu bu rahmet mevsiminde, her ibâdet bambaşka bir kıvam kazanmalı…
Namaz; kalp ve beden âhengi içerisinde, huşû içinde, mîrâc hâlinde bir namaz olmalı.
Cenâb-ı Hak ile mülâkat duyuş, tefekkür ve hissiyâtı içinde «fahşâdan ve münkerden koruyucu» bir namaz olmalı…
Sadece Cuma ve terâvihlerde değil, her vakit cemaat ile edâ edilen bir namaz olmalı…
Oruç;
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“…Umulur ki takvâya erersiniz.” (el-Bakara, 183) mâhiyetinde takvâya erdirici, Allah korkusunu ve muhabbetini artırıcı bir oruç olmalı…
Orucu sadece mideler değil; gözler, kulaklar, konuşan dudaklar, hâsılı bütün uzuvlarımız tutmalı…
“Helâlin hesabı var, haramın azâbı var.” şuurunu pekiştiren bir oruç olmalı…
Helâlde bile riyâzâtı emreden, gönüllere haramın gizlisinden de açığından da uzaklaşmayı tâlim eden bir oruç olmalı…
Açın hâlini idrâk ettiren, sabrı ve şükrü, kanaat ve istiğnâyı öğreten, insanı zarifleştiren, gönül âlemimizi bir vicdan muhasebesine götüren bir oruç olmalı…
Mazlumların bize zimmetli olduğunun şuuruna vardıran bir oruç olmalı…
Gıybet etmek değil, ona kulak misafiri olmakla bile orucun fazîletinin yok olacağına dair endişe duyan Hak dostlarının tuttuğu kıvamda bir oruç olmalı…
Bütün uzuvlarımıza oruç tutturalım ki, bu orucumuz cehenneme karşı kalkan vazifesi görsün…
Bu Ramazân-ı şerifte; sadece namaz ve oruç değil, bütün bâtınî farzlarda, yani güzel ahlâkî vasıflarda derinleşmeli…
Merhamet ve cömertlikte, Ramazân-ı şerifte; rüzgârlardan daha cömert olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan hisse almalı.
“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) şuuruyla vermeli; ihlâs ile, samimiyet ile, zarâfet ve nezâket içinde ikram etmeli…

İNFÂK EHLİ OLMALI
Çünkü; infâk ahlâkı yaşanmadan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i idrâk etmek mümkün değildir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e savaşlardan sonra çokça ganîmet gelirdi. Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine hiçbir şey ayırmadan hepsini dağıtırdı. Sonradan yanına bir garip gelir de ona bir şey veremezse; utanır, mahcubiyetinden dolayı bakışlarını başka tarafa çevirmek mecburiyetinde kalırdı. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, böyle zamanlar için;
“قَوْلًا مَيْسُورًا / Hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28) buyurmuştur.
Yani müslüman; bilhassa bu mukaddes mevsimde kimseyi reddetmemeli, en azından tatlı sözlerle gönül almayı bilmeli.
Müslüman, bir çiçek gibi zarif olmalıdır. Çiçek; şekli, zarâfeti ve kokusu ile gönle dâimâ huzur verir. İşte müslüman da; cömertliği, hizmeti, fedâkârlığı ile insanlığa dâimâ huzur vermeli. Mü’min bilhassa;

HİZMET EHLİ OLMALI
Hizmet ehli, bir ırmak gibidir ki; uzun yollar boyunca bin bir canlıya, insana, hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hayat vererek akıp gider. Bu ırmağın varacağı menzil de Cenâb-ı Hakk’ın ebedî vuslat deryâsıdır.
Bir müslümanın bencil olması ve hizmet etmemesi düşünülemez. Bir müslüman; hizmeti bir külfet değil, bir nimet bilir. Sâdî-i Şîrâzî der ki:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lütuf ve ihsânıyla boş bırakmadı. Seni hizmet yolunda istihdâm ettiği için sen Rabbine minnettar ol.”
Ramazân-ı şerîfin, camilerde ve kurslarda yaz Kur’ân eğitimine tevâfuk ettiği şu günlerde de, Kur’ân’a hizmet; en büyük nimet bilinmelidir. Kimi ilmiyle, kimi malıyla, kimi emeğiyle bu hizmetlere cân u gönülden destek vermelidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ
وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
“Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Ramazân-ı şerîfin hassâsiyetlerimizi derinleştiren ikliminde âzamî derecede;

HAK ve HUKÛKA RİÂYET ETMELİ
Hak ve hukûka dikkat etmeyen kimse, zulmetmiş olur. Bir müslüman gıybet ediyorsa, kardeşinin hakkına giriyor ve onu küçültüyor demektir. Hâlbuki kimsenin kimseyi küçük görmeye hakkı yoktur.
“…Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin…” (el-Hucurât, 12) buyurulmaktadır.
Üzerimizdeki en mühim hak, Cenâb-ı Hakk’ındır. Allâh’ın üzerimizdeki hakkı, O’na lâyıkıyla kul olabilmektir.
Üzerimizdeki ikinci hak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hakkıdır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca İslâm’ı tebliğ etme azmi ve gayretiyle bizim için fedâkârca çalıştı. Bize de Kur’ân ve Sünnet’i emânet bıraktı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerimizdeki hakkını ancak emânetlerine sahip çıkarak ödeyebiliriz.
Üzerimizdeki üçüncü hak, mü’minlerin hakkıdır. Mü’min, mü’mine zimmetlidir. Mü’minin mü’min üzerinde, aksırdığında; «Yerhamükâllah!» demekten başlayıp, maddî-mânevî ihtiyaçlarını gidermeye kadar çok sayıda hakkı vardır.
Bu Ramazân-ı şerifte; komşularımızın, akrabalarımızın, işçilerimizin / işverenlerimizin, müşterilerimizin bizim üzerimizdeki haklarını derin derin düşünmeli ve helâlleşme seferberliği içinde olmalıyız.
Üzerimizdeki dördüncü hak da, mahlûkātın hakkıdır. Hayvanlar da insana emânettir. Onlara asla eziyet etmemeliyiz. Onlara merhamet ile muamele etmeliyiz. Her bir hayvanın bizlere olan hizmetinden ders almalı, Cenâb-ı Hakk’a minnettar olmalıyız. Düşünmeliyiz ki; arı 45 günlük ömründe bal îmâl eder, azını kendi kullanır, çoğunu bizlere ikram eder. Süt veren hayvanlar da böyle. Ağaçlar sayısız meyveler verir, çok azını, birkaç çekirdeği kendi devamı için ayırır, diğerlerinin tamamını ikram eder.
Kul; bunları tefekkür edip Cenâb-ı Hakk’ın; «Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsân et!» (el-Kasas, 77) âyetini yaşama gayretinde olur.
Ramazân-ı şerifte muvakkaten aç ve susuz kalarak, acziyetimizi ve hiçliğimizi idrâk etmeliyiz.

Bu vesileyle,

TEVÂZÛ SAHİBİ OLMALI
Kibriyâ ve azamet, sadece el-Kebîr ve el-Azîm olan Allâh’ın hakkıdır. Kula yakışan, kulluğunu bilmesidir. Fânî insanın büyüklenmeye kalkması, Cenâb-ı Hakk’ın «Kibriyâ» sıfatına ortaklığa heveslenmesidir. Lâkin tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
Ramazân-ı şerifte; oruçluyken ağzımıza gıdâ girmemesine dikkat ettiğimiz gibi, ağzımızdan çıkan sözlerin de doğru, temiz, faydalı, gönül alıcı olmasına ihtimam göstermeliyiz. Rasûlullah Efendimiz buyurur:
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31)
Oruçluyken yenen bir gıdânın orucu bozduğu gibi; ağızdan çıkan bir yalanın da insanın îmânını yaraladığını, insanlığını sakatladığını unutmamalıyız.
Müslüman; «emîn» ve «sâdık» olmalıdır. Herkes ona itimat edebilmelidir.
Doğruluk; her an Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda olduğunu idrâk edip, hakikatten asla ayrılmama edebidir. Hazret-i Mevlânâ der ki:
“«–Îman nedir?» diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip;
«–Îman edepten ibarettir…» diye fısıldadı. O hâlde edebi olmayan kimse, Allâh’ın lutfundan mahrum kalır.”
Edep ve güzel ahlâktan bir vasıf olarak;

SABIRLI OLMALI
Unutmamalıyız ki; ancak gafil ve hasta kalpler, sabırsızdır. Cenâb-ı Hakk’ın bu hayatta bize vermiş olduğu zorluklara, âhirette hayrımıza olması ümidiyle sabredeceğiz.
Sabredene; Cenâb-ı Hak, hayır kapılarını açar.
Sabr-ı cemîl, değişen şartlar karşısında dengeyi bozmamaktır.
İmtihanlara sabredebilmenin dünyevî yönü acı, uhrevî tarafı ise çok lezzetlidir. Musîbetler karşısında sabır orucunu tutanlar, âhirette iftar ferahlığı ve sevincini yaşarlar.
Oruç, bize sabrı öğreten bir rûhâniyet eğitimi; Ramazân-ı şerif de güzel ahlâk mektebidir. Ramazân-ı şerîfin Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcı atmosferinde her zamandan ziyade;

DUÂ ve İSTİĞFAR EHLİ OLMALI
Cenâb-ı Hak, Zümer Sûresi 9. âyette bizi takvâya götürecek üç ana husûsu bildirir:
Birincisi; سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا “Namazı ikāme ederler, secdede ve kıyamdadırlar.”
Gecenin mânevî hâllerinden feyiz alabilmek, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek için secde ve kıyam hâlinde olmamız gerekir.
İkincisi; يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ “Âhiret endişesi taşırlar.”
Hayatımızın her safhasında âhiret endişesi içinde olmamız gerekir. Çünkü en büyük istikbal âhirettir.
Üçüncüsü ise; وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه۪ “Rablerinin rahmetini umarak, duâ hâlinde, istiğfâr hâlinde yaşarlar.”
Duâ, ibâdetin özüdür ve kulun Cenâb-ı Hakk’a dâimâ ilticâ hâlinde olmasıdır. Duâdan uzak kalmak, duânın kabul edilmemesinden daha fecî bir hâldir. Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri;
“Ey insanlar! Duâlarınız kabul olunmayacak diye korkmuyorum. Duâ edemez hâle gelmenizden korkuyorum.” diyerek bizleri îkāz etmektedir.
Ramazân-ı şerif bizi; terâvihlerle, mukabelelerle, sohbet ve vaazlarla mescidlerde içtimâîleştiriyor. O hâlde, bu Ramazân ile birlikte, daha titiz bir şekilde;

SÂLİHLERLE BERABER OLMANIN GAYRETİ İÇİNDE OLMALI
Mâlâyânî meclislerden, hele ekranların karşısında geçen israf ve sefahat içindeki saatlerden uzak durmalıyız. İmâm-ı Şâfiî’nin şu hikmetli sözünden ibret almalıyız:
“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni istîlâ eder.”
Ramazân’ın art arda gelen; iftar, terâvih, sahur, mukabele heyecanını ganîmet bilmeliyiz. Gönlümüzün ibâdet ve takvâ hayatına alışması için, bu mânevî bir rehabilite imkânıdır. Bu fırsatlara karşı gaflet içinde Ramazan günlerini ve gecelerini dahî israf edenler için ise; Cebrâil –aleyhisselâm-’ın şu ihtârı kâfîdir:
“Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” (Hâkim, IV, 170/7256)
Ancak bir kısmını ifade edebildiğimiz bu güzel hasletler yanında, bunların zıddı olan menfî huyları da terk etmek zarûrîdir.
Meselâ;
Öfkemize hâkim olmalıyız…
Çünkü Rabbimiz;
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.
Fahr-i Kâinât Efendimiz de şöyle buyuruyor:
“Oruç; sadece yemek, içmek, vesâireden kesilmek değildir. Kâmil ve sevaplı oruç; ancak faydasız lâftan, boş vakit geçirmekten, kötü söylemekten (dedikodudan) ve nefs-i emmârenin bütün temâyüllerinden vazgeçmektir. Şayet biri sana söver yahut sana karşı câhilce herhangi bir harekette bulunursa, kendi kendine; «Şüphesiz ki ben oruçluyum!» de; sabret!” (Hâkim, Müstedrek, I, 595)
Gıybeti terk etmeliyiz…
Çünkü Rabbimiz;
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) buyuruyor.
Gıybete karşı, ağzımızı mühürlemeliyiz. İnsanlarda bir kusur görünce hemen kendi kusurlarımızı gözden geçirmeliyiz. Gıybet, kalbî hastalıklara götüren en kötü hasletlerden biridir.
Kibri terk etmeliyiz…
Bir mü’min, kibirden kaçıp mütevâzı olmaya gayret etmelidir. İlâhî tâlimat:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin); «Selâm!» derler.” (el-Furkān, 63)
Mütevâzı insan; dâimâ kendini kusurlu, amellerini eksik görür. Bunun samimî bir misâli olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Asla yalan söyleme, hiç kimseyi hakir görme, kendini de hiç kimseden üstün görme! Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibâdetlere ver! Bununla birlikte kendini «hiç hayırlı bir amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör! Çünkü niyet, ibâdetlerin rûhudur. İhlâs olmadan da niyet mümkün değildir. Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum!”
İşte Ramazân-ı şerif; akāidden ibâdete, ahlâktan hissiyâta böyle müstesnâ ve hassas bir kıvamda değerlendirilmeli ve Kadir Gecesi bu derinleşmeyle karşılanmalıdır.
Bin aydan hayırlı geceyi idrâk, ancak bu derinleşmeyle mümkündür. Bunun için;

RAMAZAN’DA DAHA DİĞERGÂM OLMALI!
Ramazan’daki diğergâmlık husûsunda şu misal çok mânidardır:
Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gitmişti. Söz esnâsında;
“–Mehmed Emin Efendi; arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.
Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzu içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:
“–Sultanım! Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”
Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah şaşkınlıkla sordu:
“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”
Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcubiyet ve mahviyet içinde sultana, gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:
“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)
Çünkü o kâmil şeyhülislâmın gönlü de şu hakikat ile yoğrulmuştu:
Musa -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında;
“–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım!” diye sordu.
Al­lah Teâlâ bu­yur­du ki:
“–Ben’i, kalbi kırıkların yanında ara!” (Ebû Nu­aym, Hil­ye, II, 364)
İşte;
Ramazan-ı şerif, Allâh’ı bulmaya vesile olan kalbi kırıklara yapılacak infak seferberliğinin en güzel mevsimi. Cenâb-ı Hak; o seferberlik içinde yaşayan kullarını, âyet-i kerîmede şöyle takdir buyurur:
“Onlar, bollukta ve darlıkta infâk ederler!” (Âl-i İmrân, 134)
Demek ki, bollukta olduğu kadar darlıkta da infak, ihmal edilmemesi gereken bir ilâhî vazife.
Çünkü infak, herkesin kendi seviyesine göre kıymet kazanır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kiram sordu:
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?”
Efendimiz şu cevabı verdi:
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Hadîs-i şerif; tasadduk edilen malın miktarından ziyâde, tasadduk edenin fedâkârlık seviyesinin mühim olduğunu göstermektedir.
İşte o fedâkârlık seviyesi dolayısıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; darlıklarına rağmen yarım hurma ile de olsa infâk edenlerin, cehennem azabından kurtulacaklarını beyan buyurmuştur. Yani kurtuluş reçetesi, darlıkta da infak.
Mâlûm:
Sahâbeden Ebû Zer, çok fakirdi. Dikili bir ağacı yoktu. Fakat Efendimiz’in terbiyesinde müstesnâ bir gönül zengini idi. Maddeten hiçbir şeyi olmamasına rağmen o gönül zenginliğinden de ikram etmesine işaret sadedinde Hazret-i Peygamber, ona buyurdu ki:
“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat ve sonra da komşularını gözden geçir ve nezâketle infâk et.” (Müslim, Birr, 142, 143)
Bu fermanın içinde şu üç düstur yer almakta:
a. Verecek hiçbir şeyin yoksa bile çorbana su ekleyip infâka imkân oluştur!
b. Kendin ihtiyaç sahibi olsan da etrafındaki muhtaçları gözet!
c. Verdiğini de nezâket ile tevzî et!
Çünkü o zaman infâkın mükâfatı hem dünyevî hem uhrevî bambaşka olur. Âhirette nice nasiplere mazhar kılacak her infâkın bu dünyada da güzel tecellîleri dâimâ yaşanmıştır.
Oruçlu oldukları bir gün, Peygamber Efendimiz’in hanımı Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya bir yoksul gelip yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu.

Hizmetçisine;
“−Ekmeği ona ver!” dedi.
Hizmetçi;
“−Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;
“−Sen ekmeği ona ver.” dedi.
Hizmetçi, hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:
Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve;
“−Buyur ye, bu senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvattâ, Sadaka, 5)
Unutmamalı ki;
Bayram sabahına ermek, ancak bu fedâkârlıklarla mümkündür. İbâdetle yorulmak ve güzel ahlâk ile yoğrulmak ile mümkündür. Ramazân’ı, ibâdetlerle lebâleb dolu bir eğitim programı şeklinde değerlendirmek ve devamında bu kıvâmı bir sonraki Ramazân’a kadar koruyabilmek; bütün ömrü Ramazan hâline getirmek demektir.
Bu gaye istikametinde yapılması gerekenler, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatından bize güneş gibi yansımakta. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; gece namazlarından sonra yapmış olduğu duâların bir kısmında şöyle niyaz ederlerdi:
“Allâh’ım!
Sen’den, katından vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki, onunla;
-Kalbime hidâyet,
-İşlerime nizam,
-Dağınıklığıma düzen,
-İçime kâmil îman,
-Dışıma sâlih amel,
-Amellerime de temizlik ve ihlâs ihsân eyle!
-Rızâna uygun istikameti ilhâm et!
-Ülfet edeceğim dost lutfet!
-Beni her türlü kötülüklerden koru!” (Tirmizî, Deavât, 30/3419)
İşte bu hassâsiyetler içerisinde;
Ömrümüz, bir Ramazân-ı şerif olmalıdır ki; son nefesimiz ve yeniden haşredileceğimiz gün, bir bayram sabahı hâline gelsin. Cenâb-ı Hak, cümlemize bu kıvâmı nasîb eylesin.
Yâ Rabbî!.. Bizleri, Ramazân-ı şerîfi en güzel kıvamda; râzı olduğun, kabul eylediğin ibadetlerle, tâatlerle, fazîletlerle değerlendiren kullarından eyle!.. Bizleri, geceleri ihyâ eden ve Kadir Gecesi’ni idrâk eden bahtiyar kulların zümresine ilhâk eyle!..
Âmîn!..