ORADA HAYIR DA ZİRVEDE ŞER DE…

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

fatih_garcan-yuzakidergisi-mayis2015

 

Aslında bu kitabı ilk önce, bir dizide arka fonda görmüştü. Merak işte, hemen sipariş vermişti. Kitap eline geçer geçmez sebebini bilmediği bir heyecanla hızlı bir göz gezdirdi. Âyetler, hadisler, muhtelif şiirler ve beyitler…

Merakı ziyâdeleşmişti. Hızlıca ön sözü okudu. Ön sözü bile şuur deryâsına yelken açmak için fazlası ile kâfî idi. Fazla vakti yoktu yetişmesi gereken programlar vardı; “Akşam evde okurum.” diyerek kitabı çantasına özenle yerleştirdi ve çıktı.

Bugünlerde zihni bir hayli meşguldü. Zira girmiş olduğu müdürlük imtihanı sonuçlanmış; iş, tercihlere kalmıştı. O program senin, bu ders benim derken yine akşam olmuştu.

Akşam eve vardığında vakit bir hayli ilerlemişti. Gözünden uyku akıyordu. Yine de kitabı çok merak ediyordu. Sayfalar arasında gezerken Fatih Sultan Mehmed Han’a ayrılan bölüm bir hayli dikkatini çekti. Uzun süre okudu, okudu…

Tutulan boynunun acısıyla uyandı. Talebeliğinden beri tarih kitapları okumayı çok severdi. Boynu alışkındı böylesi tutulmalara. Çok susamıştı. Mutfağa gitti bir-iki bardak derken bir hayli su içti.

–Of! İçim yanmış!

Uykusu dağılmıştı. Zihni yapacağı tercihe takılı idi. Gönlü hep İstanbul’dan yana idi. Herkes kendince bir şey söylüyordu:

“İstanbul’un her şeyi ayrı bir kıymet! Mutlaka gitmelisin!”

“İstanbul, büyük şehir! Nicelerini yuttu, Allah muhafaza! Otur oturduğun yerde, ne işin var?”

“İstanbul’da dokusu bozulmamış iki yer var; Fatih ve Üsküdar. Gideceksen buralara git!”

“İstanbul’da madalyonun iki yönü de mevcut; hayır da zirvede şer de… Artık nasibinde ne varsa!”

Bu sözler sürekli yankılanıyordu zihninde. Seher vaktinin bereketi ile gönlüne tüm tercihlerini İstanbul’dan yana kullanma kararı düştü. Sabahı zor etti. Günün ilk işi, tercihlerini bildirmek oldu. İyi mi yaptı bilmiyordu; ama en sondaki re’sen atamayı da kabul etmişti. Artık iş, neticeleri beklemeye kalmıştı.

Neticeler açıklandığında biraz tedirgin oldu. Çünkü tercih ettiği yerlerden değil, re’sen atamadan bir okul çıkmıştı nasibine. Okulu, internet üzerinden kısa bir araştırdığında ise pek de iç açıcı olmayan bilgilerle karşılaştı. Özellikle disiplin olayları ile meşhur oluşu ve sürgün öğretmenlerin gittiği bir yer olması, Huzeyfe Hocayı bir hayli üzdü…

Hanımı da yanında idi. Aynı sahneye o da şahit olmuştu. Elini eşinin omzuna koydu:

–Hayırlısı bey… Sen hep samimî oldun, elbet Cenâb-ı Hakk’ın bir takdiri vardır. Belki o okulda uzanacak bir çift şefkat eli bekleyen nice talebeler vardır. Hani bir hocanız vardı, anlatırdın. Hep dermiş ya:

“Allah Teâlâ karşıma hiçbir şeyi boşu boşuna çıkarmadı. Hep hikmetini kolladım ve rızâsını kazanmaya çalıştım!”

İşte şimdi sıra sende bey. Biz bugüne kadar senden hep râzı olduk, Allah da râzı olsun. Ben kesinlikle karamsar bakmıyorum. Elbet bunda da bir hikmet vardır.

Huzeyfe Hoca, gerekli işlemleri yapmıştı. Evi taşımadan önce bir müddet bölgeyi tanımak ve ev tutacağı yere karar vermek için yalnız geldi İstanbul’a. Okulun kapısına geldiğinde bir heyecandır sardı yüreğini.

–Selâmün aleyküm!

–Aleyküm selâm. Buyurun.

–Ben öğretmenlerle görüşecektim.

–Veli misin?

–Sayılır.

–İyi, geç içeri!

Kapıdaki güvenlik görevlisinin tavrı pek hoşuna gitmedi. «Daha kibar olabilirdi.» diye geçirdi içinden.

Okul, bina ve bahçe açısından kullanışlı idi. Muhit olarak da pek öyle sapa bir yer sayılmazdı. Okulun koridorlarına vardığında tuvaletin keskin kokusu genzini yakmıştı:

“Allâh’ım bu ne koku böyle? Hiç mi temizlenmedi bu tuvaletler?”

Koridorları adımlarken vaktin teneffüs mü ders mi olduğunu kestiremedi. Çocukların bir kısmı ortalıkta dolaştığı gibi bir kısmı da sınıflarında başıboş oturuyorlardı. İlk katta hiçbir öğretmene rastlamadı. İkinci katta ise birkaç sınıf haricinde ders havası yoktu. Öğretmenler odasını buldu. İçeride kimse yoktu. Bir müddet öylece bekledi. Epeyce bir aradan sonra okulun hizmetlisi içeri girdi:

–Kime bakmıştınız?

–Yetkili birine. Müdür veya müdür yardımcısı…

Hizmetli bir bıyık altı sırıtığı attı:

–Siz yeni müdürsünüz galiba.

Huzeyfe Hoca açıkçası bu kadar çabuk bir tahmin beklemiyordu:

–Nasipse öyle. Kimse yok mu idarecilerden?

–Vardı Hocam. Geçen hafta sonu, sizin bugün geleceğinizin haberini almışlar. Buyurun benimle.

Hizmetli, Huzeyfe Hocayı müdür odasına götürdü:

–Hocam 6-7 ay kadardır bu okulun müdürü yoktu. Bir müdür yardımcısı vardı, o da sizin geleceğinizin haberini almış anahtarları bıraktı;

«O işini bilir. Ben bir ara uğrar görüşürüm kendisi ile…» dedi ve gitti.

Huzeyfe Hoca fotoğrafı çekmişti. Müdür odasının kapısını açık gören bir-iki öğretmen dışında da uğrayan olmadı. Hiç kimsenin kendisine bir; «Hoş geldin!» demeyişi dikkatinden kaçmadı. Teneffüs zili çaldığında öğretmenler odasına gitti ve kendisini tanıttı. Zorakî bir ortamın kasveti iyice kaplamıştı yüreğini; ama artık dönüşü yoktu. İçlerinden bir tanesi hemşehri olma bahanesiyle biraz ilgi göstermiş ve okul hakkında birtakım bilgiler vermişti. Huzeyfe Hoca, öğretmenleri derse uğurladıktan sonra hizmetliyi yanına çağırdı:

–Okulu bir gezebilir miyiz?

–Tabiî efendim, buyurun.

Huzeyfe Hoca, okulu gezdikçe mahzunlaşıyordu. «Böylesi bir yerde nasıl bu kadar bakımsız kalabilirdi bu okul?»u diye hayretler içerisinde gezdi tüm okulu. Hizmetliye döndü:

–Müstahdem olarak kaç kişi hizmet vermekte bu okulda?

–İki kişiyiz, eşim ve ben.

–Eşiniz nerede? Göremedim!

–Şey… O evde…

–Peki ağabey. Bundan önceye dair bir şey sormayacağım. Benimle birlikte bu okulu baştan aşağıya temizlemeye var mısın?

–Ne demek efendim! Benim vazifem bu! Zevkle…

Huzeyfe Hoca «zevkle» kelimesinin ardından bakışlarını hizmetlinin gözlerine çakınca, hizmetli fazla vitrine oynamadı.

Huzeyfe Hoca:

–Öyleyse şimdi git, elindeki bütün temizlik malzemelerini hazırla, paydosla birlikte başlıyoruz.

–Anlamadım! Hocam talebeler son dersteler zaten.

–O zaman fazla vaktin yok demektir. Hemen hazırlan bakalım!

Huzeyfe Hoca; o gün gece yarısına kadar, hizmetli ile birlikte bütün okulu temizledi. Elinden geldiği kadar kapı-pencere, kırık-dökük ne varsa tamir etti. Ertesi güne, üç sandalye üzerinde uyuduğu yaklaşık üç saatlik uyku ile uyandı. Dersler başlayıncaya kadar idarî evrakların çoğunu kontrol etmişti bile. Durum vahimdi. Okulda yeteri kadar öğretmen yoktu. Bazı öğretmenlerin kadroları burada olduğu hâlde ders defterleri ve yoklama haneleri boştu… Hemen hemen her sınıfta muhtelif sayılarda devamsız öğrenciler vardı…

–Yâ Rab! Teslimim yâ Rab! Yardım et yâ Rab!

Öğrenciler ve öğretmenler okula geldiklerinde hayranlıklarını gizleyemediler. Okul, bahçesi ile birlikte tertemiz olmuştu. Tabiî ki fısıltı gazetesi ile birlikte yeni müdürün duruma el koyduğu hızlı bir şekilde öğrenilmiş oldu. Okulun yeni müdürü, ilk törende farkını hissettirdi. Uzun zamandır çalışmayan mikrofonun çalışması bile öğrencilerin dikkatinden kaçmamıştı.

Her öğretmen sınıfı ile birlikte sınıflara alındı. Huzeyfe Hoca bir dakika bile oturmuyor, öğretmeni olmayan sınıfları kolluyordu. Okul, uzun zamandır görmediği bir ders havasına büründü.

İlk iki gün içerisinde bütün okulun durumunu raporladı. İlçe Millî Eğitim Müdüründen ücretli öğretmenler talep ederek önce kadroyu tamamladı. Her gün okul çıkışında öğretmenlerle grup grup toplantılar yaparak fotoğrafı yansıttı, bilgi ve projelerini paylaştı.

İçler acısı bir durum vardı. Onlarca öğrenci devamsızdı ve haklarında tek bir not bile bulamamıştı.

Yine bir toplantı esnasında;

“–Bu çocukları dert edenimiz olmamış maalesef!” dedi.

İçlerinden biri;

“–Müdür bey o çocukların çoğu…” diyecek oldu.

Huzeyfe Hoca, çok ânî bir yansıma yaptı:

–Çoğu, ilgisiz kalmış evet!

Toplantı ortamı birden buz kesti. Huzeyfe Hoca öğretmen arkadaşlarına yanık ve bir o kadar da vakur bir üslûpla:

–Değerli arkadaşlar! Biliyorum, bu çocukların takip edilemeyişini bir rehberlik hocamızın olmadığına bağlayacaksınız; düne kadar rehberlik servisi mi vardı? Bizim zamanımızda böyle bir uygulama bilen var mı?
–…
–Zamanımızda her öğretmen, aynı zamanda bir rehber öğretmen gibi çalışmaz mıydı? Hocalarımız, her birimizin evine gelip ilgilenmez miydi? Ne yalan söyleyeyim; ben yetim büyüdüm. Annem bir ara çok hastalanmıştı. Sobamızda yakacak odunu günlerce gelip öğretmenimiz kesti ve istifledi. Her birimizin geçmişinde vardır böyle hâtıralar. Peki, hocalarım! Affınıza sığınarak soruyorum:

Kayıtlara göre okuldan kovulan son talebenin niye ayrıldığını bilen, dert edip de evine giden, hâlini hatırını soran oldu mu?
–…
–Ben dün akşam gittim. O çocuğun bir yetim olduğunu, evde yatalak bir annesi ve yarı felçli bir kardeşi olduğunu eminim bilmiyordunuz. Ve bu çocuk, sığınacak bir liman bulamadığı için itildi kakıldı. Kendisine yapılan haksız bir hakareti bile savunamadı ve kendince gururuna yediremediği için o kavgaya karıştı. Karşı tarafın bastırması ile de çocuk okuldan atıldı. Peki ya sonra… Kaybolan bir geleceğe bîgâne kalmak bu kadar kolay mı? Allah bize bunun hesabını sormayacak mı?

İçlerinden birinin;

“–Vaaz dinlemeye gelmedik buraya! Kısa tut! İşimiz var!” demesine rağmen;

Huzeyfe Hoca vakarından taviz vermedi:

–Hoca efendi, senin niye sürgün yediğini biliyorum. Toparlanmak ve sana yakışanı yapmak için neyi bekliyorsun? Aslında ne kadar iyi niyetli biri olduğunu da çok iyi biliyorum; ama sana yapılan haksızlıkları bu çocuklar yapmadı! Bu günahsızlara niye bedel ödetmeye kalkıyorsun?

Bir başka öğretmen söz aldı:

–Müdür bey, ben size katılıyorum. Bu okulun üzerindeki ölü toprağının kalkmasını ben de çok istiyorum. Ne gerekirse yapmaya hazırım!

–Teşekkür ederim. Bu çocukların bize o kadar çok ihtiyacı var ki… Belki bizim bir basit tebessümümüz onların hayatını değiştirecek. Belki bir küçük tecrübemizi onlarla paylaşmamız, onların hayatında çok büyük tesirler uyandıracak. Kim bilir hangi sır, nerede gizlidir? Peşin hüküm ile değil, tevekkülle tohum saçmaya bakalım. Şikâyetleşecek olursak, her birimizin heybesi kim bilir nelerle dolu! Bu çocukların belki tek nasibi biziz. Biz de sırt çevirirsek, bu çocuklar kime gidecek? Elbette soluğu sokakta alacak…

İlk tepkiyi veren hoca söz istedi:

–Peki müdür bey, madem mevzu buraya kadar geldi. Benden yana da tamam. Emin olun yıllardır, ne zaman niyet ettimse hep kursağımda kaldı. Şöyle ağzımın tadıyla bir öğretmenlik yapamadım; ama şunu bilmiş olun, siz de benim belki son nasibimsiniz…

–Emin olun sayın hocam, beni hep yanınızda bulacaksınız.

–İnşâallah! İnanmak istiyorum!

–Değerli arkadaşlarım! Size usûl öğretecek değilim. Hepinizin en az benim kadar tecrübesi var. Bu işin sırrı bir basit tebessüm ve zamanında gösterilecek çapı küçük; ama mâhiyeti büyük bir ilgiye bakar. Malûm rehberlik öğretmenimiz yok, şimdi sizden ricam; her öğretmenimiz kendi sınıfı için bir rapor hazırlasın. Devamsızlar başta olmak üzere; yetimler, maddî durumu zayıf olanlar… Ve bir plân dâhilinde düzenli ziyaretler ve davetler ile veli irtibatını üst seviyeye çekip bu çocukları çok yönlü tanıyabiliriz. Ondan sonrası hepimizin ustalık sahası… Ben inanıyorum ki bir talebesinin feryâdını duyup da sırt çevirecek bir arkadaşımız yok burada!

Öğretmenlerin hepsi birden ayağa kalktılar ve müdür beyi tebrik ettiler. Çünkü her biri zaten bu yönde bir kıvılcım yakalayamamaktan muzdaripti. Huzeyfe Hoca da şu yanlışa düşmemişti:

“Bir benden ne olur?”

“Ben gayret edince çok şey olur!” deyip besmeleyi çekince Cenâb-ı Hak da diğer öğretmenlerin gönül kapılarını açtı.

Aradan henüz birkaç ay geçmişti. Okul, ilçe ve il çapında birçok başarılara imza atmış ve ülke geneli yarışmalara göz kırpar hâle gelmişti. Aylar öncesine kadar bir sürgün bölgesi olan okul, artık bir câzibe merkezi olmuştu.

Huzeyfe Hocanın gönlüne aylar önce aldığı o tarihî kitaptan bir mısra düştü:

“Dedemin fethederek kurduğu İstanbul bu!”

Huzeyfe Hoca, İstanbul’a yeni fatihler yetiştirmeye kendini adamıştı. Vazifesinin böyle bir yere düştüğüne ilk başta üzülmüş olsa da şimdi şükrediyordu. O tarih kitaplarından derlediği tarihî ayarlarla hedefine daha emin adımlarla ilerliyordu. Her geçen gün daha bir şevkle geliyordu okuluna. Çünkü o, şu sözü çok iyi hazmetmişti ve ömrünü de bu çerçevede şekillendirmişti:

“Allah Teâlâ katındaki kadrini, değerini bilmek istersen, seni hangi işlerde bulundurduğuna dikkat et!” (Atâullah İskenderî Hazretleri)