ÖLÜM ve ÖTESİ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

i_ozturk_yuzakı_mayıs2016

Kâinattaki denge ve düzenin gereği; bir saman çöpünü bile boşuna yaratmayan yüce Allah soruyor:

“Sizi boşuna yarattığımızı ve sizin (ölümden sonra) Biz’e döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

Toprak olarak kalacağınızı mı sandınız?

Yüce Allâh’ın akıl ile şuurlandırdığı, ruh ile sonsuzlaştırdığı ve en güzel bir şekilde yarattığı insanın varlığı, kesinlikle bir saman çöpü gibi yalnızca dünya hayatı ile sınırlı değildir.

Toprak maddeleri ile başlayan ve anne karnında üreme hücresi ile devam eden

İnsanın beden yapısı, toprak maddeleriyle oluşur. İnsan, anne-babamızın topraktan yetişen ve yetişenleri yiyen hayvanlardan elde edilen gıdalarla beslenmiş ve bizim varlığımız ortaya çıkmıştır. Yüce Allâh’ın koymuş olduğu; «Her şey aslına döner.» kaidesi gereği, ölüm hâdisesinden sonra vücudumuz yer altında çürüyüp, tekrar toprak maddelerine dönüşür. Ama insanın özü, aslı ve kalıcı kişiliği olan ruh, ölümsüz olduğundan, dünyadaki îmânı ve hayatı istikametinde; ya cehennem çukuruna dönüşen kabrinde rûhî sıkıntılar ve kâbuslarla yahut da cennet bahçesine dönen kabrinde rûhî zevkler ve feyizlerle kıyâmetin kopmasını bekler.

Sevgili Peygamberimiz buyuruyor:

“Bu dünyada bir garip gibi ya da yolcu gibi ol!” (Buhârî, Rikak 3)

Bu dünyada kalıcı olmayan insan, gerçekten gariptir ve yolcudur.

Bedenimiz, dünyada kalıcı olmadığına göre;

Buradan başka âlemlere gidecek ve öz vatanı olan cennete kavuşuncaya kadar yolculuğu ve garipliği devam edecektir.

Babamız Âdem ve annemiz Havvâ, bir süre cennette kaldılar. Yediler, içtiler, gezdiler, eğlendiler ve bütün güzelliği ile cennet hayatını yaşadılar. Sonra şeytan tarafından aldatılınca, aşağıların en aşağısı olan dünya gezegenine sürgün olarak gönderildiler.

Cennet hayatına alışan Hazret-i Âdem ile Havvâ’ya, tabiî ki bu dünya dar ve sıkıcı geldi. Ağladılar, gülemediler ve bu dünyaya uyum sağlayamadan göçüp gittiler.

Cennet hasreti, irsî olarak evlâtlarının genlerine yansıdı ve şuur altlarına yerleşti.

Evet! Âdetullah böyledir. Hayvanat bahçesinde doğan canavar yavrularının genlerinde, sevk-i tabiîlerinde, öz vatanları olan büyük ormanların özlemi olduğu gibi.

Nefislerinin zebûnu olan gafiller, söz ve yazıları ile her ne kadar cenneti inkâra kalkışırlarsa da; şuur altlarından kaynaklanan duygunun etkisi ile aşırı güzellikler karşısında; «Cennet gibi!» demekten kendilerini alamazlar.

Çünkü inancı ve yaşayışı ne olursa olsun, bütün insanların genlerinde ve şuur altlarında cennet inancı ve özlemi vardır.

Çok hızlı, çok sesli ve çok renkli bir ortamda hayat savaşı veriyoruz. Öğrenci, işçi, memur ve esnaf… Hepsi aceleci, hepsi sabırsız. Koşar adımlarla yürüyenler, kırmızı ışıkta geçenler ve duraklarda bekleyenler. Trafik de uyum sağlayamıyor bu ortama. Sıkışıyor, zorlanıyor ve zaman zaman duruyor. Hay huy içinde hayat geçiyor.

Hâlbuki;

Bizi bekleyen ölümü ve ölümden sonrasını göz ardı edemeyiz ki!..

Çünkü inkâr ve gafletle bir şey değişmez. Gözünü kapayanların yalnız kendi dünyaları kararır. Bu sebeple ölümü unutamayız ve ölümden sonrasını yok sayamayız.

Topraktan yaratılan beden yapımız dünyanın bir parçası olduğundan, dünyadan tamamen kopamayız. Bu sebeple dünya ile ilgilenmemiz tabiî ve yeteri kadar çalışmamız mecburîdir.

Ancak her şeyin hayırlısı ortasıdır. Âhireti unutturan dünya sevgisi ve namaza engel olan dünya işleri zararlıdır.

En iyisi, dünyada kalacağımız kadar dünyaya ve âhirette kalacağımız kadar âhirete çalışalım ve bu işi bir çözüme kavuşturalım.

***

Yüce Allah buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun (günah işlemeyin) ve her nefis (insan) yarına (âhirete) neleri gönderdiğine baksın! Allah’tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızı ayrıntıları ile bilicidir.” (el-Haşr, 18)

Sevgili Peygamberimiz de;

“Akıllı o kişidir ki, nefsini muhasebe eder ve ölümden sonrası için hazırlanır.” (Tirmizî, Kıyâme, 25) buyuruyor.

İnsanı hayvandan ayıran en mühim unsurlardan biri de akıldır. İlâhî emirler akıl sahiplerini bağlayıcıdır. Aklın aslî vazifesi ise; geleceği düşünmek, nefsin muhasebesini yapmak ve ölümden sonrası için hazırlanmaktır.

Askerlerin savaş, itfaiyecilerin yangın söndürme tatbikatı yaptığı gibi, isterseniz gelin, biz de ölüm ve mezar tatbikatı yapalım!

Azrâil tatlı canımızı almaya gelince; «Şimdi git, yarın gel!» diyemeyeceğimize ve karanlık mezarda yalnız kalacağımıza göre, güneş batarken en yakın bir kabristana yalnızca gidelim!..

Kabristana girişimizde selâm verelim. Onlar bizi görür ve selâmımızı alırlar. Sonra mezar taşlarındaki yazılara bakalım ve yerin altında yatanları bir düşünelim!

Yâ Rab! Kimler yatmıyor ki orada!

Ünlü siyasîler, bürokratlar, iş adamları, gençler, nişanlılar, yeni evliler, çocuklar ve bebekler!..

Mezar taşlarındaki isimlerinden başka hiçbir şeyleri kalmayan dönemin halkı ve meşhurları!..

Ama daha dün onlar da bizim gibi dünyada, toprağın üstünde idiler. Koştular, oynadılar, imtihanlarda terlediler, derken iş-güç sahibi oldular. Belirli makamlara geldiler, ara sıra tartıştılar, kavga da ettiler.

Sonra? İşte sonrası çok hazin!

Bir kefene dürülüp, bir çukura gömüldüler!

Yâ Rab! Bir kefen uğruna mı bunca savaş?

Ancak, bir gerçeği unutmayalım!

Ölüm, yalnız onların kaderi değil ki!.. Dün onlar bizim gibiydiler, yarın biz de onlar gibi olacağız.

Sonra gerçekten ölmüş gibi mezarların arasına uzanalım. Güneşin batışını, havanın kararışını izleyelim. Esen yelin, titreşen ağaç yapraklarının zikrini dinleyelim. Mezar komşularımızla ilgilenelim ve gönül dili ile onların isteklerini soralım.

Şu an, onlar bizden ne istiyorlarsa, yarın aynı şeyleri biz de başkalarından isteyeceğiz. Mezar komşularımıza bol bol duâ edelim ve ruhlarına bir Fâtiha okuyalım.

Sonra, yeniden dirilmiş veya bize son bir fırsat daha verilmiş gibi, tekrar dünyamıza ve evimize dönelim.

Aman ne olur! Ölümü unutmayalım. Mezarı unutmayalım ve mezar komşularımızın isteklerini elimizle götürmeye çalışalım!..

Yüce Allah buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla (doğrularla) beraber olun.” (et-Tevbe, 119)

Sevgili kardeşlerim! Îmânımızı koruyabilmek için öncelikle Allah’tan korkalım. Kesinlikle O’na isyan etmeyelim, günah işlemeyelim. Sonra, yüce Allâh’a sadâkatle bağlı, doğru, samimî insanlarla beraber olalım.

Arkadaşlarımızı, dostlarımızı ve çevremizi iyi seçelim ve İslâm dışı yaşantılardan, ateş ve yılandan kaçar gibi kaçalım.

Özellikle okuduğumuz gazeteleri, dinlediğimiz radyoları ve izlediğimiz kanalları iyi seçelim. İnancımıza ve İslâmî yaşantımıza en yakın olanları tercih edelim. İslâm dışı hayâsız yayınlardan eşimizi ve çocuklarımızı da koruyalım.

Ne zaman? Nerede? Ve nasıl öleceğimize biz karar veremeyiz ki! Takdir edilen vaktimiz gelince, sayılı nefeslerimiz tükenince ve Azrâil karşımıza dikilince!..

Tatlı canımızı teslim etmekten başka elimizden ne gelir ki?

Allâh’a emânet olun.

(Ahmet TOMOR’un Ölüm ve Sonrası adlı eserinden tasarruflarla hulâsa edilmiştir.)

Ölüm bir geçittir, gelecek başa,
Dünyada ne kadar yaşarsan yaşa,
Şeytana uyup da çalışmak boşa,
Mahkeme-i kübrâ kurulur bir gün.

(Gülzâr-ı İrfan)