NEREDE ASILMIŞ?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

e_notlari_m_ali_esmeli_yuzakidergisi_subat2016

–Nereye gidiyorsun?

–Bizim mekâna!

–Bırakamadın gaflet ve takıntılar yuvasını!

–Rûhum orada benim, ne zaman gitsem kendimi buluyorum. Mühim olan bu değil mi?

Fazla konuşmadı, çekti gitti. İbret, ardından acı acı baktı;

“Gaflet darağacında asılmış bir zavallı!” dedi ve sonra gelene döndü:

–Sen nereye gidiyorsun?

–Bu akşam çok güzel bir eğlence var, kaçırılmayacak çapta.

–Son akşam seni ağlatacak bunlar, hiç düşünmüyor musun?

–Benim nabzım orada atıyor, başka yerlerde ölü gibiyim ben. Orada diriliyorum. Mühim olan bu değil mi?

Elinin tersiyle sözü kesti, yürüdü gitti. İbret, onun da ardından acı acı baktı;

“Oyun oynaş darağacında asılmış bir ahmak!” dedi ve sonra bir başka gelene sordu:

–Sen nereye gidiyorsun?

–Bizim koridora.

–Ne var orada!

–İçki var, kumar var, zevk var. Dahası ben varım orada.

–Sen!

–Evet, oranın dışında sadece cesedim geziyor, orada olunca kendimle bütünleşiyorum. Mühim olan bu değil mi?

Kafasını çevirdi, döndü gitti. İbret onun da ardından acı acı baktı;

“Şekil itibarıyla insan, öz itibarıyla ahırdakiler vaziyetinde bir mahlûk!” dedi ve sonra bir başka gelene sordu:

–Sen nereye gidiyorsun?

–Macera, kargaşa, hareket, savaş, kan nerede, ben orada!

–Fitne ve fesatçılık, zulüm ve zorbalık yani?

–Öyle değil, o ortamlarda dengeyim ben. Kendimi gösterdiğim ortamlar bunlar! Mühim olan bu değil mi?

O da fırladı gitti. İbret, onun da ardından acı acı baktı;

“Ya kātil, ya savaş tüccarı, ya aşağılık bir cânî!” dedi ve bir başka gelene sordu:

–Sen nereye gidiyorsun?

–Namaza ve Kur’ân’a!

–Herkes başka başka yerlere koşarken sen niçin?

–Kul olduğum için. Rabbimin huzûrunda huzur, ancak bu hakikatlerde olduğu için. İki dünya için. Mühim olan bu değil mi?

İbret, derin bir nefes aldı:

“Ne mutlu, işte insan bu!” dedi ve ekledi:

“Bedenlerin darağacında asılı olması, tarihin akışına göre bazen var, bazen yok!

Fakat ruhların her zaman.

İnsanın kendi elleriyle bir yerlere rûhen, kalben ve aklen asılı olması, bir ömür var.

Asıldıktan sonra bir taraf kapanıyor, bir taraf açılıyor.

Mikrop duvarlarına asılı olanların sıhhat kapısı kapanıyor, hastalık kapısı açılıyor.

Bilgi içinde cehâlet, günah, isyan ve gaflet ortamlarında ruhları asılı olanların cennet kapısı kapanıyor, cehennem kapısı açılıyor.

Yani;

Darağacında asılı olanın maddesi ölüyor. Fakat günah darağacında asılı olanın mânâsı can veriyor.

Şeytanın astığı bir zavallı ve bedbaht olanlar, ne hazin aldanışların ve ne acı âkıbetlerin zebûnu!

Yani;

Maddî ve mânevî her asılı oluşun bir tarafı ölüm, diğer tarafı doğum.

Ama nasıl?

İşte burası mühim.”

Şahit olduğu yığınla beşerî ahvalin nice dertler harmanı olan ibret, bunları düşünürken, eğitim bülbülü geldi, tam önüne kondu. Başladı hikmetle şakımaya:

“–Ey ibret!

Gerçekleri sadece içinde düşünmekle bırakma!

Ortaya ser!

Tek başına kahırlanma sadece!

Herkese hissettir!

En acı şekliyle anlat!

İş işten geçmeden aynaya dök!

Neler neler öğretilse yine de bilmeyenler veya bir türlü idrak etmeyen kimseler, aman bir hazin gaflette boğulmadan önce, aman kötü bir hâlde ölmeden önce ve aman cehennem denilen ateşte yanmadan önce haykır!

Ruhlar, yanlış yerlerde asılı hâle gelmeden önce feryat et!

Kötülükler ve cehâletler içinde kaybolmadan önce sor!

«Nereye?» diye sormadan önce;

«Nerede?» diye sor!

Çünkü;

Hazret-i Peygamber sorardı:

–Nerede?

Sohbet halkasında görmezse sorardı:

–Nerede?

Hayır yarışında görmezse sorardı:

–Nerede?

Sırât-ı müstakîm üzere, ilâhî rotada görmezse sorardı:

–Nerede?

Cadde-i İslâm’da görmezse sorardı:

–Nerede?

Tevhid güzergâhında görmezse sorardı:

-Nerede?

Bilhassa bunların hepsini sorduğu bir yerde, yani özellikle mescidde görmezse sorardı:

–Nerede?

Gözleri arardı Mescid-i Nebevî’de O Varlık Nûru’nun;

Gençleri arardı. Hastaları arardı. Gözü âmâ olanları da; «Mescidde mi, değil mi?» diye sorardı. Yaşlıları arardı. Herkesi arardı gözleri.

Herkes için sorardı:

–Nerede?

Mutlaka sorardı;

Namaz üzere, kulluk üzere ve Rahle-i Kur’ân üzere görmezse sorardı:

–Ne hâlde?

O’nun bu sorması, muazzam cevaplar ve muhteşem neticeler meydana getirdi.

O’nun bu sorması, İslâm ağacının en güzel meyvelerini verdirdi.

O’nun bu sorması, en güzîde sîmâları yetiştirdi. Fazîletler medeniyeti yaşattı. Tarihin âbide şahsiyetlerini inkişâf ettirdi; kıt’alar, hidâyetle, adâletle, şefkatle ve merhametle doldu.

Yine sormak lâzım aynı suali. Bilhassa bugün tekrar tekrar sormak lâzım:

◆ Nerede?

◆ Gençlik nerede? Fatihlerin torunları nerede? Süleymaniyeler inşa eden Mimar Sinanların evlâtları nerede?

◆ Îman nerede?

◆ İslâm ahlâkı nerede?

◆ Merhamet nerede? Ey dünya, merhamet nerede? Ey insanlık, şefkat ve adâlet nerede?

◆ Medeniyet nerede?

◆ Cömertlik nerede?

◆ Kardeşlik nerede?

Cevâben;

◆ Burada, diyebilenlere ne mutlu!

◆ Mescidde, diyebilenlere ne mutlu!

–Rahle-i Kur’ân’da diyebilenlere ne mutlu!

Onların gözleri Hazret-i Peygamber’in gözleriyle buluşacak çünkü. Onların kalbi, Hazret-i Peygamber’in kalbiyle kucaklaşacak! Onların âkıbeti, Hazret-i Peygamber’in şefaatiyle inşâallah ebedî kurtuluş olacak!

Yeter ki, O’nun; «–Nerede?» sualine; «–Burada, mescidde, secdegâhta!» cevabı verebilenlerden olunabilsin!

Fakat cevabı böyle olamayanlara, işte onlara eyvah!

Maalesef;

Onlar, ancak iblisçe bir hevesle azgın eğlencelerin cehennemî dehlizlerini doldurdular. En tepede şaştılar da şeytana esaret kampları hâlindeki hüsran dolu çukurlara sürüklendiler. Kendilerini; nefsin esaret zincirlerinin vurulduğu günah depolarına, üstelik serbestlik ve keyif adına, yine kendileri tıktılar. Bu berbat köleliğin adına da, tuttular bir de özgürlük dediler. Pis bir kölelikten memnuniyet içinde kendilerini özgür zannettiler. Râzı oldukları için yedikleri haram isimli leş, onlara lokumdan lezzetli geldi. Râzı oldukları için çamurdan bir ruh hapishanesi, onlara saray gibi geldi. Râzı oldukları için gaflet ve mel’anetleri kendilerine saâdet göründü. Süslü püslü maskeler dolayısıyla kötülüğe tutsak oluşlarını ve böylece iyiliği çiğneyebilmekteki maharetleri yüzünden, en rezil mahkûmiyetlerini bile, şatafatlı bir hükümdarlık zannettiler!

Lâkin:

• Nerede?

• Bu mu özgürlük?

• Îmandan kopuşun adı hürriyet olur mu?

• Kötülüklere bulanmanın adı özgürlük mü?

• Özgürlük nerede?

Ancak, basîret erbabı bilir:

Hiçbir yerde değil. Gerçek hürriyet, sadece mescidlerde. Mâbedlerde. Rahle-i Kur’ân’da. Çünkü insan, bütün esaretlerden kurtuluyor ibâdetgâhtan içeriye adımını attığı anda. Secdegâha yöneldiği anda bütün nefsânî ve fânî zincirleri kırıyor.

Secdegâh…

Gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği bir nokta.

Hazret-i Peygamber’in alnındaki nûrun anlattığı hakikat bu. Hakikatin zuhûru, bir ömür O’nda böyle yaşandı ancak:

O Nebî yerde ederken secde,
Oldu gökler ona bir seccâde.

(Seyrî)

Secdegâh…

Temelleri takvâ üzerinde oluşan bir mâhiyet.

Takvâ temelleri… Hazret-i Peygamber’in bizzat taş taşıyarak inşa ettiği temeller ve o temeller üzerinde yükselen kulluk şiârı… Kuba Mescidi şânında vurulan mühür:

لَمَسْجِدٌ اُسِّسَ عَلَى التَّقْوٰى مِنْ اَوَّلِ يَوْمٍ

“…(Medîne’ye hicretin) ilk gününden takvâ üzerine kurulan Mescid…” (et-Tevbe, 108)

Bu inşa, işte bu mânâ:

Nice âbideler meydana getirdi.

Süleymaniyeler, Selimiyeler, üç kıt’ada çil çil kubbeler!

Akmescidler…

Hepsi;

Yeryüzünde aynı rûh ve mânâ ile inşa edilen semâvî iklimler… İnsanın manevî kalbi olan mukaddes mekânlar…

Âyette buyurulduğu üzere:

اِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ فَعَسٰٓى اُو۬لٰٓئِكَ اَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَد۪ينَ

«Allâh’ın mescidlerini imar edenler;

Ancak;

• Allâh’a ve âhiret gününe inanan,

• Namazı dosdoğru kılan,

• Zekâtı veren ve;

• Allah’tan başkasından korkmayan kimseler!

Hidâyete ermişlerden oluşları umulanlar, işte onlardır!» (et-Tevbe, 18)

Bu ilâhî senânın mazharı olanlar, gerçek mü’minler!

Onlar,

Secde erbabı.

Korkusuz yürekler.

Onlar;

Âhiret korkusundan da emniyette olacak bahtiyarlar.

Malûm;

Kıyâmet! Hiç kaçılabilmesi mümkün olmayan mutlak âkıbet!

Kıyâmet, çok büyük bir dehşet! O dehşette insanın kaçacak yeri yok. Kurtarılmaya, sahip çıkılmaya ihtiyacı var.

Bir trafik kazasında tır altında kalmış kimse kendi başına ne yapabilir? Oradan çıkmaya gücü yeter mi? Yetmez. İllâ dışarıdan bir yardım şart!

Aynı şekilde;

Başına kıyâmet patlamış kimse, ondan, üzerine tır düşmesinden, tır altında kalmaktan daha ağır bir vaziyettedir. Kendi dışından bir yardımdan başka çare yok. Fakat orada, bütün insanlar; «Nefsî!» diye feryat hâlinde.

Kimin yardımına, kim koşacak?

• Hazret-i Allah imdat edecek!

• Hazret-i Peygamber koşacak!

Kimlere?

• Kalbi mescidlere asılı olan kimselere…

Kulağı ezanda, kalbi namazda olanlara…

Mâbedleri inşa edenlere…

Secdegâhta kendini, neslini ve insanlığı ihyâ edenlere…

Onlar;

Peygamber tarifiyle;

Su içindeki balık gibidirler mescidlerde.

Onlar;

Secde hâlinde ruhlarını, sahipler sahibine teslim edenler.

Onlar;

Nerden geldin unutma ki bu yere,
Tâ unutmayasın; gidişin nere! (Seyrî)

şuuruyla yaşayabilenler.

Hâsılı;

Asırlar ötesinden Hazret-i Peygamber’in;

«–Nerede?» sualine,

«–Secdegâhta…» cevabını yaşayanlara ne mutlu!

Niyazımız;

Durmasın hiç bu şadırvanda mübârek su sesi,
Bitmesin nesle hayat kaynağı, îman nefesi!
Bu ezanlar, yine dünyâlara açsın yelken,
Bu gönüller yücelip târihe geçsin yeniden! (Seyrî)

Hiçbir gölgenin olmadığı dehşetli mahşer gününde, ne mutlu Arş’ın gölgesi altına alınacak olanlara!

Ne mutlu o gölgeye nâil edecek bir hizmet ve gayret ömrü yaşayanlara!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..”