NE ZAMAN KURTULURUZ?..

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Mehmed Âkif 1910’da Sırât-ı Müstakîm’de Hasbihâl’ine şu kıssa ile başlamış:

“İkindi üstü Ayasofya meydanından geçiyordum; şadırvan avlusundan bölük bölük çıkan cemaat bende evvelâ bir hâtıra, sonra birçok hayal, daha sonra birçok temennî, birçok ümit uyandırdı:

(Namık) Kemal Bey merhum bir gün arkadaşlarından Nûri Bey’le beraber yine bu meydandan geçiyormuş. Öğle namazını kılarak caminin muhtelif kapılarından muhtelif semtlere dağılan halkı nazar-ı im‘ân ile süzdükten sonra demiş ki:

–Nûri! Bu millet ne zaman adam olur biliyor musun?

–Hayır.

–Ne zaman bu camilerden; şu dizlikli, poturlu hamallarla, küfecilerle beraber senin-benim gibi yakalıklı, bastonlu beyler çıkarsa (işte o zaman kurtuluruz!)”

Yakalıklı, bastonlu beyler, münevverler. Toplumun okumuş-yazmış, bir yerlere gelmiş kesimi. Mütehayyizân…

Tarihimizde; önce dünyevîleşme, sonra ecnebîleşme belâlarından dolayı, okumuş kesimimiz camiden yolunu ayırdı. Dindar sayılanlarımızın çoğu bile, cumadan cumaya uğrayabiliyor camiye.

Cami; toplayan, bir araya getiren demek. Her zaman dile getiririz; zengin-fakir, sıradan insan ve eşraf orada aynı saflara dizilir. Lâkin bu kırılmaların yaşandığı dönemde, camilere de hususî mahfiller yapılmaya başlanmıştır.

Cami; asr-ı saâdetten itibaren çok fonksiyonlu olarak kullanılmış, müslümanların eğitimi, düğünü, cenazesi, kaynaşması ve içtimâîleşmesi vazifesine geniş bir şekilde hizmet etmiştir.

Fakat neticede cami, bir ibâdethânedir. O, dünyanın en uhrevî köşesidir:

Kubbeler… Arza kurulmuş birer ihsan köşesi…
Kubbeler… Arza vurulmuş birer îman kaşesi…

Kubbeler altına toplanmayı bayram biliriz;
Orda taptâze durur ümmete cennet neşesi…

Kubbeler… Onları kim görse semâ ehlinden;
Doğuyor gönlüne bir serçe olup yerleşesi…

Burda, Tâlî, sağanaklarla yağar rahmet-i Hak,
Her belâdan sığınak, en güzelin başköşesi…

Bu sebeple cami; mü’mini içtimâîleştirmekle beraber, aynı zamanda uhrevî bir halvete de mekân olur: Îtikâfa… Îtikâf, vaktini tamamen ibâdete hasretme ibâdetidir. Uhrevî faaliyetlerin dışında meşguliyetlere dalmadan, zarurî ihtiyaçlar hariç dışarı çıkmadan; oruç, namaz, tilâvet vb. ibâdet ü tâatle mescidde zamanı ihyâ etmek. Îtikâftaki kişi; camiye gidip gelenlerle de mâlâyânî konuşamayacağına göre, iç dünyasında bir derinleşme, bir halvet yaşayacaktır.

Çünkü iç dünyayı inşâ etmeden dış dünyaya nizam vermek mümkün değildir.

Çarşı ve pazar, meydan ve lokal, amfi ve kürsü; dünyevî sosyalleşme sahalarıdır ve ekseriyetle tehlikelerle malûldür.

Bu sebeple cami bir sığınaktır.

İmâm-ı Gazâlî; Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin «şöhreti ve itibarı; neredeyse uluların, emîrlerin ve hilâfet merkezinin ününü bile geride bırakan» büyük bir müderrisi iken, benliğinden korkarak malını-mülkünü dağıtmış, Şam’a hicret ederek Emevî Camii’ne sığınmıştır.

Nice çilehâneler; yüksek muhitlerde, maddeten yerin altında, mânen semânın üstünde halvetlere ev sahipliği etmiştir.

Fakat oralara sığınanlar, kendilerine sığınanları barındırmayı her zaman önce ve önde tutmuşlardır. Meşhur kıssadır:

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelir. İbn-i Abbâs;

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın, tanımalısın!..” âyetinin (el-Bakara, 273) terbiyesini almış bir sahâbîdir. Dostunun derdini o söylemeden fark eder, sorar:

–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.

Derdi, ödeyemediği bir borçtur. Alacaklı da İbn-i Abbâs’ın bir tanıdığı. Hemen sorar:

–Senin hakkında onunla konuşayım mı?

Ne desin:

–Sen bilirsin.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- ayakkabılarını alır, hemen yürür. Adam ona seslenir:

–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?

İbn-i Abbâs gözyaşlarıyla cevap verir:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan zâttan duydum ki;

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır.

Bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse; Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 424-425)

İşte dînimizdeki hem içten dışa, hem dıştan içe yolculuk ayarı…

Namık Kemal’in şikâyet ettiği hususu; din alâkası dışında da, entelektüel, akademik çevrelerin halk içine karışamaması olarak ele alabiliriz.

Batı dillerinde -dilimize de geçmiş- bir tabir var bunun için:

Fildişi Kule…

Necip Fazıl; hidâyete ermeden önce, fildişi kulede kapalı kalmaktan daha aziz gayesi olmayan bir insan olduğunu, sonrasında ise onun yıkılmasından daha aziz gaye tanımaz olduğunu söyler:

“Hayattan daha ulvî ve girift hiçbir plân olmayacağına ve bu plânın baş unsuru halk olduğuna göre, selâm olsun fildişi kulelerini yıkan kahramanlara!..”

Dâvâ heyecanıyla halkın arasına karışmasını da fildişi kule ile anlatacaktır:

Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emânetin dönmez dâvâcısıyım!

İşte medeniyetimiz; iç dünya imarı, tefekkür, zihnî / kalbî teksif, niyet kontrolü ve benzeri sebeplerle halvete müsaade etse de, neticesinde, insanı, yetişmiş insanı yeniden halkın arasına göndermekte.

Yûnus; dağlarda sarı çiçeklerle konuşan bir derviştir, fakat sonunda milletine asırlarca solmayacak en güzel nefesleri söyleyecektir. Kadı Mahmud; halkın dâvâlarına hükmettiği mahkemeyi terk etse de, sonunda sultanlara varıncaya kadar halkın kalplerine hükmedeceği dergâha dönecektir. Çilehâneler fildişi kuleler değildir. Ferdî çileyi tamamlayıp, içtimâî çileye hazırlanma mekânlarıdır.*

Hazret-i Mevlânâ, Selçuklu medreselerinin büyük müderrisidir. Mârifetullah denizindeki sayhalarını çoğu insan anlamamış; o da “Ayrılıktan şerha şerha olmuş bir sîne isterim ki anlatabileyim!” diye yanık yanık inlemiştir. Fakat o, halk seviyesine inmekte hiç zorlanmamıştır. Mesnevî halk Farsçasıyla, halk için yazılmış bir eserdir. Osmanlı’da da asırlarca camilerde halka okutulmuştur.

Batıda şekillenen bir düşünce var:

“Zeki insanlar yalnızdır.”

“Dâhîler; kendilerini anlayan kimse bulamadıkları için, garip ve mahzun yaşarlar.”

“Cehâlet saâdettir!” ilh.

Yüksek çaptaki insanların, kendilerini anlayabilecek adam mahrumiyetleri bizim medeniyetimizde de var olmakla birlikte; bizde, arayıp da bulamamak, onlarda ise aramaya tenezzül etmemek şeklinde tezâhür eder. Hattâ kimi zaman, ayaklar baş, başlar ayak olmuştur. Yani fildişi kuleler bir bakıma, halkın tasvip etmeyeceği çirkinlikleri saklama yeri olmuştur. Bunların halka vereceği bir şey, zaten yoktur!..

Yalnızlık mefhumunun iki tarafı var:

• Biri; kimsesizlik, gariplik ve ıssızlık…

• Diğeri ise; bencillik, kibir ve istiğnâ…

Peygamberimiz, Ebu Zer -radıyallâhu anh-’a;

“Tek başına yeme!” diyor:

“Ey Ebû Zer! Uymak istersen bana;
Hayr için hiç yoktur imkânım, deme!..
Fazladan bir tas su koyver çorbana,
Sonra ikrâm eyle, hiç yalnız yeme!..”

(Trc. Tâlî) (İbn-i Mâce, Et‘ıme, 58)

Yalnız yaşayıp, feryatları duymamak, ihtiyaçlara koşmak zorunda kalmamak, zihin konforunu ve vicdan rahatını bozmamak… Fildişi kulede bunlar da var.

Çünkü zeki / tahsilli yalnızlığında, kibir var. Elitlik hissiyatıyla, avâma kuleden yani tepeden bakmak var.

Hâlbuki bizim medeniyetimiz, âdeta halkın arasına itiyor. Müşriklerin mânâ veremedikleri için dile getirdikleri peygamber sıfatı:

“…Onlar çarşılarda (insanların arasında) dolaşıyor!” (el-Furkān, 7, 20)

Peygamberin halk içinde oluşunu aklına sığdıramayan münafık şöyle diyor:

“…O (herkesi, her söyleneni dinleyip duran saf) bir kulak!…” (et-Tevbe, 61)

Eğer halka söyleyecek bir dili ve halkı dinleyecek bir kulağı yoksa; ilim, edebiyat, sanat ve kültür erbabı ne işe yarar ki? Seviye farklarını inkâr değil bu. Avâm, havâs, hattâ ehassü’l-havâs var. Fakat «ibâdullâhı istihkar» yok.

İşte cami, evvelâ bu kibri yenmeye en güzel çare. Ayak kokusu, pantolon ütüsü, başkasının bastığı yere alnını koyma korkusu gibi problemleri (!) aşan entelektüelimiz; Hâlık’ıyla da halkıyla da orada kaynaşabilir.

Bugün maalesef cenaze avlusunda bile, hizaya getiremiyoruz kimi münevverlerimizi…

Diğer yandan, bizim mahallede de, camide asr-ı saâdetteki kadar cem olamıyoruz.

O hâlde kurtuluşu sağlamak için çalışmaya, birbirimizle bağlarımızı, irtibatlarımızı artırıcı faaliyetlere devam!.. Hem cami içinde, hem cami dışında…
________________
* Yusuf KAPLAN: «Fildişi kule; bir çilehâne, bir çile doldurma dergâhıysa bir değeri vardır.»