NE KADAR BERABERİZ?

YAZAR : Sami GÖKSÜN

sami_goksun_ocak2016

Yaratılışımızın vesilesi, kâinâtın en büyük insanı, insanlığın yegâne kurtuluş sebebi, peygamberler peygamberi, velîlerin rehberi, sevgililer sevgilisi olan Rasûl-i Ekrem Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün vasıflarıyla tek ve eşsizdir.

Yüce Rabbimiz O’nu, ilk olarak kendi nûrundan yaratmıştır. Ne kadar ilâhî fazîlet ve yüce meziyet varsa O’nda toplamış ve O yüce sevgilisini insanlığa yegâne mürşid ve önder olarak göndermiştir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; büyüklüğünü, Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyâsından almıştır. O’nun zevkle baktığı gönüllerde, irfan çiçekleri açar; O’nun elinden tuttuğu bahtiyarlar, insanlık içinden seçilerek gönüllere ışık tutarlar.

O’nu yüce Rabbimiz övmüş, Kur’ân-ı Kerîm’inde senâ eylemiştir. Bu bakımından, sahâbî şair Hassan bin Sâbit -radıyallâhu anh-;

“Hâşâ ki ben sözlerimle Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öveyim, medhedeyim; ancak O’ndan bahsetmekle sözlerime kıymet kazandırdım.” diyerek bu hakikati dile getirmiştir.

Sevgili Peygamberimiz, kemâlâtın zirvesi olması münasebetiyle; bütün ehl-i kemal, kemâli O’ndan almıştır. O’nun nûrunun girmediği gönüller boştur. O’nun sevgisinden mahrum kalpler karanlıktır. O’nun nazarından mahrum kalanlar ziyandadır.

Allah Rasûlü’nü sevmek; «O’nu seviyorum!» demekle olmaz. O’nu sevmek; O’nu çok iyi tanıyıp, sünnetini hayatımızın her alanına hâkim kılmakla olur. O’na samimî bir şekilde muhabbet duymakla olur. O’na muhabbetin en güzel tezâhürü de; sevenin, sevilenin hâliyle hâllenmesidir. Çünkü sevilenin hâli ile hâllenmek, sevene her noktada bambaşka bir haz ve kıvam kazandırır.

Ancak bunun için de Efendimiz’i yakından tanımak şarttır. İnsan, tanıdığı ölçüde sevilene hayran olur; hayranlık arttıkça da aynîleşme gerçekleşir. O zaman da gerçek muhabbet ortaya çıkar.

Onun içindir ki; Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i, sahâbe efendilerimiz gibi tanımalıyız. Onlar, Efendimiz’i hem sûretleri ve hem de sîretleri itibarıyla yakından tanıdılar. Gerçek istifadeyi o zaman temin ettiler.

Bu gerçeği Seyrî de şöyle dile getirir:

Gördüler; cismi de öz, canı da öz;
Görmemiştir daha âlâsını göz!

Benzemez hiç, O Beşer, bir beşere,
Nûrunun gölgesi düşmezdi yere…

En mükemmel yaratılmış sûret,
En büyük mûcize, nurdan sîret!..

Nice Yûsufları etsek de hayal,
Yine yoktur O’nu tasvîre misal!..

Efendimiz’i anlatmak kolay bir iş değil, ancak dil de O’nu anlatmaya çalışmalıdır miktarınca. Seyrî ne güzel ifade eder bu hakikati:

Hangi söz gelse hayalden hatıra;
Yüce hâlin, yine sığmaz satıra!

Ancak kelimelerin imkânları yetmese de, Efendimiz’in bazı hususiyetlerini anlatmaya çalışalım:

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayâsı en zirve idi, insanların en çok hayâ edeni, görülmemesi gerekenlerden gözünü en çok koruyanı idi. Kimsenin karşısına, çıkılmaması gereken bir vaziyette çıkmamıştır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanların en mütevâzıı, en sükûnetlisi ve en mütebessimi idi. Dünya işinde hiçbir şey O’nu telâşlandırmazdı.

Efendimiz’e kim gelirse gelsin, kalkar onun işiyle ilgilenirdi. Herkesin davetine icâbet eder; «bu fakirdir, şu zengindir, şu hakirdir…» diye ayırım yapmazlardı. Sofraya konulan velev ki kuru üzüm olsun; zevkle yerler, yemeğe asla ayıp bulmazlar, beğenmemezlik etmezlerdi.

Sahâbelerinin derdi ve sıkıntılarıyla yakından ilgilenirdi. Onlarla sabah namazını kıldıktan sonra, geriye dönerek;

“Hastası olan varsa hatırını soralım, cenazesi olan varsa kabrine gidelim, rüya gören varsa anlatsın tabir edelim…” diyerek hâlleşirlerdi.

Çok defa;

“Ashâbımın herhangi bir hâlinden bana şikâyet etmeyin, birinizin ayıbını bana yetiştirmeyin. Ben, sizin aranıza kalbim her şeyden sâlim olarak gelmeyi isterim.” buyururlardı.

Efendimiz; yemek sofrasında çoğu zaman yerde diz çökerek otururlar; sağa-sola dayanmazlar; sofralarını yere sererler ve;

“Ben kulum; kul gibi oturur, kul gibi yerim.” buyururlardı.

Hafif bir yatak üzerinde uyurlar, bazen hasır üzerinde istirahat ettikleri olurdu. Bir gece yatağını kalınca yapmışlardı; sabahleyin, yatağı işaret ederek;

“Bir daha böyle yapmayın, bu gece ibâdetime erken kalkamadım.” buyurdular.

Bir gün yanına sahâbe-i kiramdan bazılarını alarak kıra çıktılar, yemek yapacaklardı. Her sahâbî üzerine bir hizmet aldı. Efendimiz;

“–Ben de çalı çırpı toplayayım.” buyurdular.

Ashâb-ı kiram, mâni olmak isteyip;

“–Yâ Rasûlâllah! Siz istirahat buyurun, biz yaparız.” deyince;

“–Hayır, arkadaşları çalışan bir kimsenin; onlara geriden, boş durup bakması doğru değildir.” buyurdular.

Efendimiz; toplantılara gelişinde aşırı tâzimle ayağa kalkılmasını istemezler, buldukları boş yere oturuverirlerdi.

Çok vefâlı idiler. Bir gün Efendimiz’in yanına sütkardeşi geldi; cübbesini sererek onu üzerine oturttu ve ikramda bulundu.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz; evlerine gelen misafirlerine bizzat hizmet ederlerdi. O’nun yanında en fazîletli insan, en müttakî kimse idi. Kur’ân’ı çok ezberleyenlere büyük değer verirlerdi.

Her fırsatta ashâbına nasihatte bulunurlar; sahâbeler de Efendimiz’i, başlarının üzerinde kuş varmış da kıpırdasalar uçacakmış gibi vakar ve sükûnetle dinlerlerdi.

Efendimiz, bütün ümmetine daima bir muhabbet tevzî etmiştir. Dertlilerin dert ortağı olmuştur. Bizim de O’nu çok sevmemiz lâzım, çünkü;

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Yüce Mevlâmız Kur’ân-ı Kerim’de, Efendimiz’in biz ümmetine olan düşkünlüğünü şöyle ifade eder:

“And olsun; size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Cenâb-ı Hak cümlemize Efendimiz’in hayatından hisseler nasip eylesin. O’nun şefaatine bizleri mazhar eylesin. Âmîn…