Müslüman Lâik Olabilir mi,
Ne Kadar Olabilir?

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Bilindiği üzere lâiklik, batıda ortaya çıkmış ve batıya ait olan bir kavramdır. Lâik kelimesi, Hıristiyanlık’ta ruhbanlık ve din adamları sınıfının dışındaki insanlar için kullanılıyordu. İslâm’da ruhbanlık ve din adamları sınıfı olmadığı için, aslında bizim dünyamızda böyle bir kelimenin de yeri yoktu. Ne var ki, ülkemizde XIX. asrın ikinci çeyreğinden başlayıp bir asır sonra ivme kazanan batılılaşma ile birlikte bu kavramla da tanışmış olduk. Esasen bu kavram; gündemimize sokulduktan yakın zamanlara kadar, İslâm’ın sosyal hayattan çıkarılması ve vicdanlara hapsedilmesinin bir aracı olarak kullanıldı. Her şeyi batılı gözle görüp batılı değerlerle değerlendiren ve bu sebeple İslâm’la Hıristiyanlık arasındaki farkları görmeyen münevverlerimizin, bilhassa Aydınlanma Dönemi’nde kilisenin otoritesi etrafında yaşanan tartışmaların etkisiyle jakoben bir lâiklik anlayışını benimseyen Fransa’yı model almaları da işin cabası oldu. Böylece devletin 80 yıl dayattığı katı bir lâiklik yorumuyla karşı karşıya kaldık. Bu sebeple bu kavram, çok değişik şekilde tarif edilen ve üzerinde bir türlü anlaşmaya varılamayan bir ihtilâf konusu oldu. Bu yazıda değişik lâiklik anlayışlarını verip; bunları İslâm nokta-i nazarından değerlendirerek, müslümanın lâik olup olamayacağı sorusuna cevap vermeye çalışacağız. Ülkemizde öteden beri görülen başlıca lâiklik anlayışları şunlardır:

1. Kişinin dînî inancını kamuya ve özellikle devlet kurumlarına taşımaması, inancının herhangi bir tezâhürüne oralarda yer vermemesi; onu yalnızca kendisi ve tanrı arasında bir ilişki olarak görüp vicdanıyla sınırlı tutması.

2. Din ve devlet işlerinin ayrılması.

3. Devletin kanunî düzenlemelerini yaparken hiçbir dîni referans almaması.

4. Din ve vicdan hürriyetinin sağlanıp garanti altına alınması.

5. Devletin bütün dinlere eşit mesafede durup, vatandaşlarından herhangi birinin dînini diğerine yeğlememesi.

İlk anlayış, -daha önceki sayılarımızda da belirttiğimiz üzere- birçok sosyal ve siyasî talep içeren İslâm’la bağdaşmaz. Üstelik kişinin benliğinde parçalanmalara ve iki yüzlü davranmasına yol açar.

İkinci ve onun daha dakik bir ifadesi olan üçüncü anlayışlar da, yine İslâm’ın siyasî ve sosyal taleplerini göz ardı etmesi hasebiyle onunla bağdaşmaz.

Dört ve beşinci anlayışlar, lâikliği din ve vicdan hürriyeti nokta-i nazarından ele alan anlayışlardır. Dördüncüsü İslâm’ın gayr-i müslimlere gösterdiği müsamahayı, beşincisi ise tarihte müslümanların kurduğu devletlerin gayr-i müslim vatandaşlarına tanıdığı, kendi mahkemelerinde yargılanma hakkını da çağrıştırıyor. Ancak lâiklikte devletin hiçbir dînî referansı esas almaması vazgeçilmez ilke olduğu için bu çağrışım bir yanılgıdan ibaret. Bu son iki anlayış öncekilere göre daha hoş olsa da İslâm’ın sosyo-politik taleplerini karşılamaktan yine de uzak. Çünkü İslâm’ın hadler (Kur’ân’da belirlenmiş dünyevî cezalar) ve cihad gibi bazı hükümlerinin uygulanması siyasî bir erk gerektirir. Her ne kadar bu hükümler -daha önceki sayılarımızda değişik vesilelerle yazdığımız üzere- güzel ahlâktan ibaret olan İslâm’ın amaç olan hükümleri değil, tedbir kabîlinden hükümleridir. Ancak böyle de olsalar; onun, yukarıda zikredilen lâiklik anlayışlarından hiçbiriyle bağdaşamayacağını gösterirler. Peşin hükümden uzak olması kaydıyla, Kur’ân en kötü tercümesinden bile okunsa bu gerçek ortaya çıkar. Bu hakikati en yalın şekilde belirtmek gerekir. Şimdiye kadar zaman zaman yapıldığı gibi Kur’ân’dan lâiklik çıkarmaya çalışmak, -eğer resmî çevrelere şirinlik için yapılıyorsa- hem devletimize karşı dürüst davranmamak demektir hem de dindar kitleler nezdinde meşrûiyet ve güven kaybına sebebiyet vermektedir. Hele hele bu tür yorumlar IŞİD zihniyetindeki insanları caydırmak için yapılıyorsa; bir fayda sağlamak şöyle dursun, bu yorumları yapanları ötekileştirmeleri ve kötü örnek olarak sunup halkın gözünden düşürmeleri için onların eline mükemmel bir malzeme vermektedir.

Peki, öyleyse ne yapacağız? Yukarıda zikredilen lâiklik anlayışlarından hiçbiri İslâm’la bağdaşmadığına, dolayısıyla müslüman yukarıdaki hiçbir şekilde lâik olamayacağına göre lâik bir toplumda yaşayamaz mı? Elbette yaşayabilir! Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de müşriklerin baskısı altındaki korumasız ashâbını hıristiyan bir ülke olan Habeşistan’a göndermişti. Öyleyse yukarıda vurguladığımız İslâm’ın lâiklikle bağdaşmamasıyla, müslümanların gayr-i müslim veya lâik bir toplumda yaşamaları başka meselelerdir. Böyle bir toplumda doğup yetişmiş veya sonradan ona katılmış bir müslüman, o toplumda -varsa- dîniyle çelişen hususları benimsemez; ancak oradaki toplumsal kuralları ihlâl etmez, güvenlik vb. istifade ettiği haklara mukabil olarak askerlik ve vergi gibi mükellefiyetlerini yerine getirir. Onun bu konudaki örneği, kendisini tahttan indirmeye yönelik bir isyanla karşı karşıya kalan Habeş Necâşî’sine yardım etmek üzere başvurmuş vefâlı Habeş muhâciri sahâbîlerdir. Ancak müslümanın böyle gayr-i müslim veya lâik bir ülkede bu şekilde yaşayabilecek olması, bunu ideal bir durum olarak benimseyebileceği anlamına da gelmez. Müslüman bulunduğu yerde dînini iyi temsil edip o konuda güzel bir model sunmalı, sonra da o ülkedeki insanların İslâm’ı benimseyip Kur’ân ve Sünnet’in değerlerinde uzlaşmaları için barışçı yollarla elinden gelen çabayı göstermelidir. Bu, günümüz dünyasında -teoride de olsa- kabul edilmiş olan İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’yle de örtüşür. Çünkü mezkûr Beyannâme’ye göre; herkes kendi inancını yaşayıp, kanaatlerini başkalarına anlatmakta hürdür.

Hulâsa müslüman yukarıda verdiğimiz anlayışların hiçbirine göre lâik olamaz. Ancak bir önceki paragrafta izah ettiğimiz şekilde lâik bir toplumda yaşayabilir. Eğer onun böyle bir toplumda belirttiğimiz şekilde yaşaması onu lâik yaparsa o da «lâik»tir. Ancak -bu doğru bir isimlendirmeyse- o, zorunlu bir «lâik»tir. Bu zorunluluk, yalnızca onun bulunduğu şartların dayatması olarak anlaşılmaması lâzımdır. Bu aynı zamanda dînî bir zorunluluktur. Çünkü Kur’ân’ın yalnızca siyasî erk tarafından uygulanabileceğini belirttiğimiz hükümleri, ancak Kur’ân ve Sünnet değerlerini benimsemiş ve onlar üzerinde uzlaşmış bir toplumda uygulanabilir. Bununla birlikte bizim tercihimiz; batıdan alındığı ve kültürümüzle doku uyuşmazlığı içinde bulunduğu için sürekli tartışma konusu olan bu kavram yerine, lâikliğin yukarıdaki tonlarından herhangi birini benimseyenlerle hiçbirini benimsemeyenleri kucaklayacak yeni bir terim bulup onu kullanmaktır. Başka kültür ve inançlara engin müsamaha örnekleriyle dolu olan tarih ve kültürümüz, bu özellikte birçok kelime bulup kavramlaştırmamıza imkân verecektir.