MASKELER DÜŞÜNCE…

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Geçtiğimiz ay, Avrupa’nın yalancı maskesi düştü. Altından vahşî, barbar ve çirkin suratı göründü. Âkif’in dediği üzere;

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Hâlbuki Tanzîmat’tan beri 200 yıldır bilhassa aydınlarımızın kalbinin yönüydü Avrupa… Muâsır medeniyet seviyesi diye erişilmek, kavuşulmak istenen bir hedefti, hayran olunan bir idealdi. Fakat görüldü ki, Avrupa için, kendisini Avrupa yapan değerlerin hiçbir değeri yokmuş! Demokrasi, ifade hürriyeti, hümânizm ve insan hakları, basın hürriyeti vs dünyanın gözünün içine baka baka çiğnenip geçilebilirmiş!

Bu sebeple, her ne kadar incitici olsa da, Avrupa’nın maskesinin düşmesi, zihnimize çöreklenmiş batı hayranlığının silinmesi adına, faydalı ve hayırlı bir hâdisedir. Anadolu insanı, her Fâtiha’da tekrarladığı;

“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolundan bizi muhafaza eyle yâ Rabbî” duâsının şuuruyla, aslında batının gerçek yüzünü Haçlı seferlerinden beri unutmuş değildi. Fakat kader tahterevallisinin, aşağı düşen tarafında olmanın sabır ve ihtiyatıyla susmuş, içinde saklamıştı, İslâm ateşinin korunu. Hilâl dâvâsını… İşte; 200 yıldır kırk bohça içinde saklanarak yürekten yüreğe aktarılıp gelen bu kor ateşin, tek tek açılan örtüleri gibi belki son parçasıydı açılacak olan 16 Nisan 2017’de yapılacak referandum. Avrupa’yı da aslî sûretine yani haçlı rûhuna çeviren, maskelerinin düşmesine sebebiyet veren de bu öze dönüş hamlesiydi aslında!

Peki, geçtiğimiz ay neler yaşandı?

Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkesi Almanya’nın dürtmesiyle; Hollanda, Dışişleri Bakanı’mızın toplantı yapmasını istemediğini bildirir sonra da uçağımıza verdiği uçuş iznini iptal eder. Akabinde önce Almanya sonra da Hollanda, kadın hakları hususunda her zaman ahkâm kesmek hususunda birbirleriyle yarışmalarına rağmen, bir hanım olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan KAYA’nın toplantısını iptal eder. Bakan Kaya Almanya üzerinden kara yoluyla Hollanda’ya giriş yapar ve yol üzerinde gazeteciler ve bakanlık çalışanları durdurularak sınır dışı edilirler. Bakan Kaya’nın da büyükelçiliğimize girmesine engel olurlar. Daha da vahimi eğer Bakan Kaya geri adım atmazsa «vur emri» verilir.

Fecaate bakar mısınız?

Bir Avrupa Birliği üyesi ülke ve aynı zamanda; «Sana bir saldırı olduğunda bu saldırı bana da olmuştur!» diyen bir NATO ülkesi, müttefiki konumundaki bir ülkenin bakanının milletler arası hukukta kendi toprağı sayılan büyükelçilik binasına girmesini engellemektedir.

Almanya ve Hollanda’nın ardından İsviçre ve Avusturya da aynı tarz uygulamaları devreye sokar. Diğer bazı devletler de sırada olduklarını ifade ederler.

Hemen o günlerde de Avrupa Birliği Adâlet Dîvânı; «İşverenlerin, çalışanlara başörtüsü yasağı getirebileceği» yönündeki çağdışı bir karara imza atarak AB üyesi ülkelerdeki toplantı iptal kararlarının arkasındaki asıl sebebi gayr-i ihtiyârî gün yüzüne çıkarır.

Demokratik bir ülkedeki demokratik bir referanduma yönelik antidemokratik uygulamaların asıl sebebi; yüzyıllardır «Türk» denilince «müslüman» algısının oluşturduğu ekonomik, özgürlükçü ve insan haklarına saygılı bir müslüman devletin güçlenip karşılarında el-pençe dîvan durmamaya başlamasıdır.

Oysa keşke kendi tarihlerini olsun okusalardı.

İslâm ile yoğrulmuş bir müslüman ülkenin gayr-i insânî tavır ve davranışları takınması mümkün değildi.

Meselâ Hollanda.

Hollanda’nın Leiden şehrinde beş katlı belediye binasının tepesinde Barbaros Hayreddin Paşa’nın heykeli bulunmaktadır. Heykelin hemen alt kısmında da «IN DEN VERGULDEN TURK» yani «Altın Türk’ün Hâtırasına» yazılıdır. Sebebine gelince;

1510-1518 yıllarında kara ticaretinde ilerleyemeyen ve deniz ticareti sahasında ilerlemek zorunda olan Hollandalılar, büyük gemiler yaparlar ve denize açılmak isterler. Fakat bu arada Portekizlilerin taarruzları ile karşı karşıya kalırlar. Öyle ki tek ticârî yol olan deniz yolu onlara kapanır. Bu durumda çevre ülkelerden yardım istemek yerine Osmanlı’ya müracaat ederler.

Yavuz Sultan Selim Han, Barbaros Hayreddin Paşa’ya Hollandalıları kurtarmasını söyler. Barbaros Hayreddin Paşa, gemilerinin istikametini çevirmeden hemen haber uçurur Portekizliler.

Bundan sonra Hollanda’ya karşı düşmanca hareketlerde bulunmayacaklardır.

Hollandalılar, bunun üzerine Yavuz’un büyük bir resmini ve Barbaros’un da heykelini yaparlar.

O dönemde Barbaros, Endülüs’te zulüm gören müslümanları ve yahudileri de hıristiyanların işkencelerinden ve cinayetlerinden çekip kurtarmıştır. Gemilerle kimilerini Fas’a kimilerini de Anadolu’ya, Trakya’ya kadar taşımıştır. Engin bir insanlık ufku göstermiştir.

Böyleyken İstanbul kadar nüfusu, Konya’nın yarısı kadar toprağı olan Hollanda; nasıl böyle bir cüret içine girebilir, nasıl bir bakanımıza; «vur emri» verecek kadar gözünü kan bürüyebilir.

Kendi topraklarına gelmiş bir misafirin; evine, büyükelçiliğine bile girmesine müsaade etmeden zorla, polis eskortları eşliğinde bin bir dümenle başka bir ülkeye gönderebilir.

Hâlbuki Hollanda açısından bakıldığında daha da vahimi, bir devlet olmasının yolunu da yine bizim ecdâdımız açmıştır. Şöyle ki:

Tarihte ilk olarak 1612 yılında Hollanda’yı devlet olarak Osmanlı tanımıştır. Ve Hollanda’ya çeşitli kapitülâsyonlar vererek denizde kendi bayrakları ile ticaret yapmalarının önünü açmıştır.

***

80 milyonluk nüfusumuzun neredeyse 7 milyonu Avrupa ülkelerinde yaşamaktadır ve kullanacakları oylar hakkında malûmat sahibi olmaları en tabiî haklarıdır. Bununla birlikte ülke siyasetçilerimizin de hem milletler arası hukuktan kaynaklanan hem de üstlendikleri vazife icabı vatandaşları, referandum maddeleri ile ilgili aydınlatmak ve bilgilendirmek en tabiî haklarıdır.

Meselenin bamteli de zaten burada.

Başta Almanya olmak üzere bu saydığımız hukuksuzluğa yönelen devletlerde, 16 Nisan referandumu için «Hayır» propagandası yapmak isterseniz hiçbir problemle karşılaşmadan ve hattâ farklı desteklerle istediğiniz kadar toplantı, seminer, bilgilendirme, televizyon programları vs. yapabilirsiniz. Onların karşı oldukları nokta, referanduma «Evet» diyenlerin ve «Evet» yönlendirmesi yapanların fiilleri ve toplantıları.

Bu ne adâletsizlik öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyılda yaşamış Protestan Mezhebi’ni kurmuş reformist Alman din adamı Martin Luther -ki kendisinin «Türklere Karşı Savaşta» isimli bir eseri olmasına rağmen- Türklerdeki adâlet ve insaf ölçülerini çok iyi görmüş ve;

“Yâ Rabbî! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Bu adâlet, Polanya’da bir darb-ı mesele dönmüş ve;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı..” şeklinde nesilden nesile aktarılagelmiştir.

Herhâlde Martin Luther yaşasa;

“500 yıl geçti hâlâ değişmedin mi sen Avrupa?” derdi bu adâletsizlik karşısında.

Esasen biz artık, bundan önce aydınlarımızın yaptığı gibi Avrupa’dan adâlet de bekliyor değiliz. Diyebiliriz ki; 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması âkıbetimiz üzerindeki son taarruz hareketiydi. Hamdolsun tarihinin azametini, mehâbetini, şecaatini sadece bir geceliğine hisseden asil millet ve bu asil milletin gençliği; sağdan-soldan, içten-dıştan, yukarıdan-aşağıdan gelen o büyük meş‘um belâyı ümmetin duâları ve liderinin irfanı ile alt etmeyi başarmıştır. Bilmiştir ki, bu saldırıyı kaybedersek 200 yıl daha başımızı kaldırmamız mümkün olmayacaktır.

16 Nisan 2017 referandumu da 15 Temmuz’un devamı olarak ilk taarruz hareketimiz olacaktır. Bu taarruzun geldiğini gören Avrupa, onun için ülkelerinde müdafaa yapıyorlar ve; “Orada konuşamazsın, burada konuşamazsın, sakın anayasayı değiştirme! Senin için bu eski, darbe anayasası daha hayırlıdır.” sakilliğine düşüyor.

Önümüzdeki dönemde bu tür hadsizliklerde de bulunamayacaklar. Çünkü artık biz «KİMDİM?» sorusunu sorduk kendimize:

KİMDİM?

Âsâra sorarsan beni söyler sana kimdi,
Bir başka denizdim kür‘enin rub‘u benimdi.

Mermîler, alevler beni bir kal‘a sanırdı,
Taçlar uçuşur, dalgalanır, parçalanırdı.

Cevval atımın kanlı kıvılcımlı izinde,
Bir başka denizdim, ebediyyet denizinde.

Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda,
Titrerdi yerin tâlihi mermîmin ucunda.

Âsâr elimin çizdiği mecrâdan akardı,
Üç kıt‘ada mağrûr atımın izleri vardı.

Fevkinde uçarken o neşîbin bu firâzın,
En şanlı şehâmetli, hükümdârına arzın.

Tek bir nazarım sanki inâyetti, keremdi,
İklîli hediyyemdi, arazisi hibemdi.

Hançerdi hayâlim, bütün âlem ona kındı,
Baştan başa dünya bir esirimdi, kadındı.

Âsâbına kalbimdeki âhengi verirdim,
Kasd eylediğim şekli verir, rengi verirdim.

Dünyâ bilir iclâlimi ben böyle değildim,
Ben, altı asırdan beri bir kerre eğildim.
(Midhat Cemal KUNTAY)

Evet, biz eğer dünyada söz sahibi olmazsak, dünya; zayıfların, fakirlerin, güçsüzlerin, dertlilerin daha da kötü durumlara düştüğü bir karmaşa ve kargaşa mekânına dönmüştür, dönecektir. Bizim için bir lüks değil bir vazifedir artık bu durum. Bir gecelik bir uyanış, yarım asırlık devâsâ bir plânı çökertti. O günden bu yana da gelen salvoları devirdi, yerle bir etti.

Şimdi bize düşen ise, vazifemizin ardınca; yılmadan yıkılmadan yürümektir, dönmemektir.

HOLLANDA’NIN ÜLKE OLARAK TANINMASI

1612 yılında Hollanda bir elçi gönderir Osmanlı İstanbul’una. Cornelis Haga. Haga ilk olarak kendisine bir himaye bulur. Çünkü İstanbul’a geliş amacı devletinin tanınması ve Osmanlı’dan kapitülâsyonlar almaktır. Fransız ve İngilizler ise kendilerine başka bir rakip istememektedirler. Onun için Haga’nın görüşmelerini sabote etmeye gayret ederler.

Haga, Vezîr-i Âzam Halil Paşa’nın himayesinde birtakım görüşmeler yapar ve son olarak sarayda yüksek nüfûzu bulunan Aziz Mahmut Hüdâyî’nin de elini öper. Hüdâyî Hazretleri bir tavsiye mektubu yazar ve Haga için sarayın kapısı ardına kadar açılır. Sultan I. Ahmed ile görüşür.

Sultan I. Ahmed, gerekli bilgiyi aldıktan sonra Hollanda için tanınma ve kapitülâsyonların önünü açar. Şu metin de o zaman Hollanda büyükelçisi olarak İstanbul’da kalmaya başlayan Cornelis Haga’ya verilen beratın giriş kısmıdır:

Nederland vilâyetlerine bağlı olan Gelderland, Holland, Zeeland, Utrecht, Friesland, Overijsel, Groningen ve Groningerland ve bunun yanında doğu Hindistan’ın vilâyetlerine tâbî birçok memleketin Staten Generaalları ve hâkimleri -âkıbetleri hayırlı olsun- tarafından sadâkatle mühürlenen mektuplarıyla birlikte hırıstiyan milletinin ileri gelenlerinden olan mûteber elçileri Cornelis Haga -itaati artsın- huzûrumuza geldi. Mektupları incelendiğinde nihâî gayelerinin ihlâs ve samimiyetlerini arz etmek olduğu anlaşılmaktadır. Yine mektuplarından anlaşılmaktadır ki harbî vilâyetlerin gemilerinde olan müslüman esirleri, aileleriyle birlikte kurtararak vilâyetlerine göndermişler ve memleketimize ait gemilere ve insanlara uzun bir zamandan beri tecavüzde bulunmamışlardır. Bu dostâne davranışlarının neticesi olarak -yüksek eşiğimizle Fransa ve İngiltere arasındaki dostlukta olduğu gibi- kendi tüccarlarının, adamlarının ve tercümanlarının memleketimize emniyet içerisinde malları ile birlikte gelip ticaret etmelerine izin verilmesini ve zikredilen ülkelere verilen anlaşmanın bir benzerinin de kendilerine verilmesini istedikleri bilgimize sunulduğunda, istekleri tarafımızdan uygun görülmüştür. Elçileri Cornelis Haga ise makamımıza yüz sürerek diğer elçiler gibi eşiğimizde elçilik hizmetine tayin edilmiş ve ülkemizdeki iskelelere konsoloslar tayin etmeye yetkili kılınmıştır.

HOLLANDALILARA SUÇLAMA: «TÜRKLERLE İŞBİRLİĞİ İÇİNDELER!»

1567’de İspanya’ya karşı istiklâl mücadelesine giren Hollanda, o dönemde yardım alabileceği ve sesini duyurabileceği tek makam olarak Osmanlı Devleti’ni görür. Bu sürede Osmanlı’dan çokça yardım da alır.

İspanya kralı İkinci Felibe; uzun silâhlı mücadele sonunda alt edemediği bu küçük prensliğin Osmanlı’dan yardım aldığını öğrenir ve onları, kendisinin de bağlı bulunduğu Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’na, kiliseye ve mutaassıp hıristiyanlara bir bakıma şikâyet eder:

“William, Türklerle beraber çalışmaktadır, iş birliği yapmaktadır.”

Kilisenin özellikle dînî hisleri kullanarak haçlı seferlerini teşvik etmek için Türkler (müslümanlar) hakkında çok olumsuz birtakım yargıları vardır. Fakat zaman geçtikçe, özellikle kilisenin yapmış olduğu yanlış ve taraflı propagandanın farkına varan aydın kesim, farklı dinlerden de olsa Türklerin insanlara sırf Yaratan’dan ötürü insânî ve hürmete değer baktıklarını görmüştür.

Prens William, bu durumdan rahatsız olmaz ve olmadığı gibi, bunu göstermekten de çekinmez. Hilâl şeklinde bir nişan bastırarak üzerine; «Liver Turck Dan Pavs» yani her ne kadar kendi dînimden bile olsa; «Papa’yla birlikte olacağıma Türklerle beraber olurum.» yazdırır.