MAHŞER ENDİŞESİ ve DUÂ…

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk_yuzakidergisi-eylul2015

Ne kadar gafiliz!

Bizi bir ölüm bekliyor, acaba son nefesi müslüman olarak verebilecek miyiz?

Endişeden, üzüntüden başımızı kaldıramamamız lâzımken, umrumuzda değil, yiyip içip gezip tozuyoruz.

Bizi bir kabir hayatı bekliyor, acaba ateş çukurlarından bir çukur mu olacak, yoksa cennet bahçelerinden biri mi?

Bizi bir haşir bekliyor. Acaba hangi sıfatla diriltileceğiz?

Bizi mîzan bekliyor. Acaba amel terazimizin hayır-hasenat kefesi mi ağır basacak, şer ve günah tarafı mı?

Bizi amel defterlerinin dağıtılacağı meydan bekliyor. Acaba sağımızdan mı verilecek, solumuzdan mı fırlatılacak?

Bizi sırat bekliyor, ateşin üzerinden geçip gidebilecek miyiz, yoksa o felâkete yuvarlanacak mıyız? Sürünecek miyiz, koşacak mıyız?

Ne kadar gafiliz!..

Fakat ashâb-ı kiram böyle değildi. Onlar sapa sağlam îmanlarına, hâlis muhlis ibâdetlerine, onca cihad ve fedâkârlıklarına ve Allâh’a ve Rasûlü’ne candan, içten, samimî muhabbetlerine rağmen, asla âhireti garanti görmediler, daima yanıp yakıldılar, endişeler içinde kavruldular.

Ey kardeş işte birkaç misal, okuyalım, ibret alalım:

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- der ki:

Bir gün;

“–Ey Allâh’ın Rasulu! Kıyâmet günü bana şefaat edin!” dedim.

“–İnşâallah yapacağım!” buyurdular.

Ben tekrar;

“–Sizi nerede arayıp bulayım?” dedim.

“–Beni ilk aradığın zaman Sırat üzerinde ara!” buyurdular.

“–Size (orada) rastlayamazsam?” dedim.

“–Mizan’ın yanında beni ara!” buyurdular.

“–Orada da size rastlayamazsam?” dedim.

“–Öyleyse beni Havz’ın yanında ara! Zira ben üç mevkiin dışına çıkmam!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâmet, 10)

Mü’minlerin annesi Aişe -radıyallâhu anhâ- anlatır:

“Ateşi hatırlayıp ağladım, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Niye ağlıyorsun?” diye sordu.

“–Cehennem aklıma geldi de onun için ağladım! Siz, kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?” dedim.

“–Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz:

• Mîzan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar;

• Sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı?

• Sırat’ın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar.” (Ebû Dâvud, Sünen, 28)

İki hadiste de Peygamber Efendimiz’in en yakınındaki sahâbîlerin âhiret endişesini görmekteyiz. Fahr-i Âlem Efendimiz’in mahşerin en zorlu yerlerine işaret buyurduklarını ve o zor günde, o mekânlarda ümmeti için çırpınacağını, fakat yine de buna güvenmeyip gayret etmelerini arzu ettiğini anlıyoruz.

Onlar endişe ediyorsa biz kat kat endişe etmeliyiz.

Hazret-i Ebûbekir bir gün kıyâmeti, mîzânı, cenneti, cehennemi, meleklerin saf saf dizilişini, dağların savrulmasını, güneşin dürülmesini, yıldızların saçılmasını, âyet-i kerîmelerde hadîs-i şeriflerde anlatılan kıyâmet ve mahşer hakikatlerini andı, bunlar üzerinde tefekküre daldı. Sonra da Allah korkusuyla öyle müteessir oldu, öyle bir hâle girdi ki;

“–İsterdim ki şu yeşillikler gibi bir yeşillik olaydım da bir hayvan gelip beni yeseydi de ben yok olup gitseydim!” dedi.

Rivâyete göre bunun üzerine;

“Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır.” (er-Rahmân, 46) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 146; Alûsî, XXVII, 117)

Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın;

“Ey îmân edenler! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) îkâzını asla akıllarından çıkarmıyor, hep bu dert ile yaşıyorlardı.

Bu dert ile sâlih amellere sarılıyorlardı. Kur’ân’a sarılıyorlardı. Çünkü Efendimiz buyurmuştu ki:

“Kur’ân okuyunuz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsâfirîn, 252, 253; Ahmed, V, 249, 251)

Ey kardeş! Duâya çok muhtaç olduğumuz şu sıkıntılı günlerden selâmet ve saâdete erebilmek için duâ edelim. Âmîn diyelim. Rabbim kabul buyursun:

“Yâ Rabbî! Celâl’inden Cemâl’ine sığınıyoruz. Gaffâr sıfatınla bizleri affına ve mağfiretine mazhar buyur yâ Rab!..

Devletimize ve milletimize saâdet ve selâmet, devlet büyüklerine firâset ve basîret, ordularımıza nusret ve muzafferiyet ihsan ve inâyet eyle yâ Rab!..

Yataklara düşmüş şifâ bekleyen garip hastalar hürmetine; zalimlerin zulmü altında ezilip kahrolan mazlumlar, yetimler ve öksüzler hürmetine; din yolunda dökülen tertemiz kanlar, i‘lâ-yı kelimetullah için seve seve verilen canlar hürmetine; ibâdetle ağaran saçlar ve sakallar, huzûrunda eğilen beller ve bârigâh-ı ehadiyyetine ihlâs ile açılan eller hürmetine; içinde bulunduğumuz fitne ve fesâdı def u ref’ eyle yâ Rab!..

Düşmanlarımızın içeride ve dışarıda bizler için hazırladıkları bölme ve parçalama plânlarını, masum insanları kandırmak için uydurdukları yalanlarını, bağrımıza kadar sokulan korkunç yılanlarını kahr u perişan eyleyip, hile ve hud’alarını kendi başlarına mâkûs eyle yâ Rab!..

Dînî ve millî birlik ve beraberliğimizi bozdurma, çok verip bizi azdırma, ümmet-i Muhammed’e birbirlerinin çukurunu kazdırma, bu şeref ve haysiyetine, mâneviyat ve mukaddesâtına can ve gönülden bağlı bulunan müslüman-Türk milletini düşman çizmeleri altında ezdirme yâ Rab!..

Sayılı nefeslerimiz tükenip, ölüm bizlere eriştiğinde îmân-ı kâmil ile son nefesimizi verebilmeyi, o mühlik anda, Habîb-i Edîbi’nin cemâlini görebilmeyi, iltifat ve şefaatlerine ermeyi hepimize nasip eyle yâ Rab!..

Kabrin vahşetini nûr-i Ahmed’le, mahşerin dehşetini envâr-ı Muhammed’le nurlara gark ederek; Arş’ın gölgesinde, Livâ-i Hamd’in sâyesinde âşık-ı Rasûlullah olan zevât-ı zevi’l-ihtiram ile bizleri de haşr u cem eyle yâ Rab!..

Lutfuna erenlerden, cennete girenlerden, civâr-ı Mustafâ’ya yerleşenlerden eyleyip cemâl-i bâ-kemâlinle müşerref olan âşıklar, sâdıklar zümresine bizleri de ilhâk eyle yâ Rab!..

Tüm ümmetin kurtuluşu; milletimizin, memleketimizin selâmeti için Fâtiha-i şerîfe okuyalım.

“Sana inandım. Sana güvendim. Sana sığındım yâ Rabbî!..” (Gülzâr-ı İrfan)