OSMANLI ÇINARINI YEŞERTEN KUVVET

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Esas olan, beldelerin fethi değil, gönüllerin fethidir. Kılıç, top, tüfek ancak; taştan, demirden kaleleri ve kapıları açar. Gönülleri ise ancak derya gönüller, dergâh gönüller fetheder.

Tarihimiz bunun şahididir.

Selçuklu sultanı Alparslan, Anadolu’nun kapılarını bu anlayışla açmış ve başarılı olmuştur.

Osmanlı Devleti, fetihlerinde hep bu yolla başarılı olmuştur. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han; hocası, gönül eri Akşemseddin Hazretleri’yle yaptığı istişâreler ile bu fethe nâil olduğunu söylemiştir.

Çanakkale’de ecdâdımız mâneviyat ve gönül erleri sayesinde hâinlere fırsat vermemiştir.

Osmanlı’nın başardığı fütuhâtın temelinde nasıl bir mâneviyat olduğunu ifade eden bir kıssa anlatmak istiyorum. Osmanlı’nın ilk padişahlarından Orhan Gazi’nin mâneviyâtı ve gönül erlerine muhabbetinin şahidi olan bir kıssa:

Orhan Gazi; babasının ihlâs ve iradesini, ağabeyinin rızâsını ve «ehlullâh»ın duâsını alan bir padişahtı. Böylece o, kendisinden sonraki Osmanlı sultanları için müstesnâ bir örnek şahsiyet oldu. Yapmış olduğu hayırlı çalışmaları da, kendisinden sonra oluşacak birçok vakfın kurulmasına vesile olmuştur.

O, gayet dindar bir insandı. Allâh’a îmânı son derece kavî idi. Kur’ân’a ve emirlerine bağlılığı, en büyük vecîbe kabul etmişti. Hâfızları çok severdi, fakirlere karşı çok cömert, mücâhidlere hürmetkârdı. Âlimlere değer verirdi. Bilhassa gönül ehli insanlara muhabbeti yüce idi.

Babası Osman Gazi’nin, güzel hizmetlerini daha da artıran Orhan Gazi; halkının mâneviyâtını canlı tutmak gayesiyle, ülkenin her tarafına tekkeler ve zâviyeler yaptırmıştır.

O günün dervişlerinden Geyikli Baba ve Derviş Murad halk arasında meşhurdu. Bunlardan Geyikli Baba’nın diktiği iki çınar ki; biri Bursa’da, diğeri de İnegöl’ün Baba Sultan köyündedir. Bu çınarlar, Osmanlı’nın azamet ve kudretinin timsali olmuştur.

Bu çınarların dikilişinin bir kıssası vardır:

Geyikli Baba, Bursa Uludağ’a yerleşmişti. Orhan Gazi onun şöhretini duyunca haber gönderip kendisini davet etti. Ancak mânevî vazifesiyle uğraşan bu Allah dostu, sohbetten sohbete koşuyordu. Bu gönül hizmetini de dağdaki geyiklerle beraber dolaşarak yapıyordu. Yapılan daveti kabul etmediği gibi;

“–Sakın Orhan Gazi de bana gelmesin!” diye haber gönderdi.

Orhan Gazi, merak edip hayretle sebebini sordurunca, şu cevabı aldı:

“–Dervişler basîret ehlidir. Ehl-i kalptirler. Yerli yerince hareket etmeleri zarurîdir. Aksi hâlde istikametten uzaklaşmış olurlar ve duâları kabul olunmaz. Oysaki sizler, ümmetin emânetçilerisiniz. Bu durumda sizler, serhat askeri, bizler de duâ askeriyiz.

Zaferler, duâ askerleriyle serhat askerlerinin müşterek gayretleri neticesinde elde edilir. Bu muvaffakıyete ulaşma istikametinde serhat askerleri, nasıl harp ilmi ve cesaretle teçhiz ediliyorlarsa; duâ askerlerinin de, dünya meyil ve muhabbetinden uzak tutulmaları zarurîdir. Dolayısıyla korkarım ki, benim sizin yanınıza gelişimle vâkî olması muhtemel olan atiyye ve ikramlar, dervişlerimizin kalplerine dünya muhabbeti sokar ve ukbâ muhabbetini azaltır. Böylece siz de biz de zarar görenlerden oluruz…”

Böyle söyler ama yine de kapıyı açık bırakır:

“Sultanım! Ancak bilesiniz ki, vakti gelince görüşmemiz mukadder olur inşâallah.”

Aradan bir müddet geçti. Geyikli Baba Bursa’ya gitti ve Orhan Gazi’nin avlusuna bir çınar dikti. Durumu Sultan’a bildirdiler. Orhan Gazi derhâl oraya geldi.

Selâm, hürmet ve izzetten sonra, Geyikli Baba, Sultan’a;

“–Teberrüken diktik. Bu çınarlar durdukça, dervişlerin duâsı sana ve nesline makbul ola!” dedi.

Orhan Gazi; daha evvel kendisine gönderdiği malûmata rağmen Geyikli Baba’ya gönlünden bir atiyye olarak İnegöl ve çevresini vermeyi teklif etti. Ancak gözü ve gönlü tok olan Geyikli Baba;

“–Mülk Allâh’ındır. Ehline veriniz. Biz ehli değiliz.” diyerek kabul etmedi.

Orhan Gazi ısrar etti. Bunun üzerine Geyikli Baba, verileni kabul etmemenin kibir olacağından korktu ve;

“–Şu karşıda duran tepecikten beriye olan yerler dervişlerin avlusu olsun!” dedi.

Allah dostlarına hürmette kusur etmeyip devletin temel harcını onlarla yoğuran Orhan Gazi, Geyikli Baba’nın ikramını kabulünden sonra büyük bir sevinç içerisinde onun mübârek ellerine kapandı; defalarca öptü, öptü…

İşte Devlet-i Aliyye’nin ve muhteşem fetihlerinin temelinde yatan ihtişam, kuvvet ve sır!..

Nice ordulara diz çöktüren devletin padişahının, tebaasından bir Hak dostunun ellerine sarılıp sevinç ve huzur gözyaşları içinde doya doya öpmesi, küçük bir hâdise olmayıp, maddî, mânevî büyük fetihlerin ulvî bir temel harcı olmuştur.

Tarih şahittir ki, Osmanlı Sultanlarının Allah dostlarına olan hürmet ve tâzimi, kendilerine ihsan edilen te’yîd-i ilâhînin başlıca sebeplerindendir.

İşte bunun idrakinde olan Orhan Gazi de, Geyikli Baba’nın hayır duâsını almış ve onun vefatından sonra da ona bir türbe ve mescid yaptırmıştır.

İnsanın iki buudu vardır: Birincisi, dışarıdan gözüken, etten ve kemikten meydana gelmiş fizikî bünyesi; ikincisi ise, maddî bünyeye anlam katan ruhtur. Biz bu buuda daha çok önem vermeliyiz.

Zaten insanı kemâle erdiren ve değerli kılan mânevî buududur. Ölüm ânında insandan ayrılan, mânevî buud olan ruhtur. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra, geriye kalan vücudumuz hiçbir faaliyet yapamamaktadır. En sevdiğimiz kişi dahî bize yabancılaşmakta, bir gece o ceset ile yalnız kalmamız istense, içimizi bir ürperti ve korku sarmaktadır. Bu hakikat de bize gösteriyor ki, o sevgiyi hissetmemiz noktasında ruh, birinci derecede önem arz etmektedir.

İşte insanı değerli yapan ve ona güzellik bahşeden, bu mânevî yönüdür. Ancak rûhumuz gerekli mânevî gıdalarla beslenip geliştirilmeyecek olursa, karşımıza tehlikeli bir varlık çıkar.

Biz gönlümüzü inşa etmez, rûhumuzu mânevî gıdalarla beslemezsek; kendimize faydamız olmadığı gibi, başkalarına da olmaz.

Hulâsa, huzurlu ve mutlu bir ömür için, hayat sermayesini faydalı kullanmak gerekir. Bu hayatı verimli hâle getirmek de, nefislerin kontrol altına alınıp tezkiye edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla, gönüllerin fethi; ancak ve ancak Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde istikamet üzere bir hayat yaşamakla mümkün olur.

Hakikî mânâda insan olma, kemâlâta ve gerçek huzura erme; ancak gönüllerin fethi ile mümkün olur. Bu sayede insan, gönlüne nur ve feyiz doldurur. Meydana gelen bu güzellik, hayatımızda yaşanmaya başlayınca, samimiyet ve fedâkârlık ortaya çıkar. Böylece insan, çevresi için artık nümûne bir şahsiyet olur.

Cenâb-ı Hak cümlemize gönülleri fethedecek; ekmel, ecmel ve ahsen bir hayat nasip eylesin. Âmîn…