LİSÂNA DAİR NOTLAR

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

“Kitap tavsiye eder misin?” talepleriyle muhatap olduğumda, yakın tarihler için, lisan bakımından tavsiyeye şâyan pek fazla eser bulamamanın ızdırabını yaşıyorum.

Hâlbuki 80 öncesine baksak, hissiyat ve fikriyâtı tam olarak gönlümüze göre olmayan birçok kişinin dahî, lisânının temiz ve faydalı olduğunu görüyorduk. 20. asrın başına, yani Osmanlı’nın son devresindeki kalem erbabına bakarsak ise; hemen tamamının akıcı, tatlı, zengin ve fasih bir lisan kullandıklarına şahit oluyor, gıpta ediyoruz. Tabiî bu eserler, «sadeleştirme sadizmi»ne maruz bırakılmamışlarsa…

Bunun sebebi biraz ideolojik…

Lisan bahsinde hassâsiyet ideolojilerle alâkalıydı.

Komünist ve kapitalist dünyalar arasındaki «Soğuk Savaş Dönemi»nde milliyetçilik; dindar, muhafazakâr ve mukaddesatçılarla birlikte olmayı gerektiriyordu.

Çünkü komünizm; millete, dîne, millî ve dînî olan her şeye saldırdığı için, müdafaa hattında, ümmetçi ile milliyetçi beraber saf tutuyordu.

Aynı dönemde solcu, ilerici, çağdaş, batıcı gibi tabirlerle anılan topluluklar ise; dilde tasfiyeyi, uydurukçayı tercih ediyorlardı.

Gerçek bir milliyetçi; Yûnus Emre’nin, Fuzûlî’nin, Nâbî’nin, Âkif’in kullandığı kelimeyi Arapça diye çöpe atıp, yerine -Necip Fazıl’ın tabiriyle- kurbağa dilinden uydurukça bir «sözcük» kullanmayı gönlüne sindiremezdi. 80 darbesinin ideolojileri dizginlemesi, 90’larda da komünizmin mağlûbiyetiyle «tasfiyeye karşı çıkma» meselesine milliyetçi destek zayıfladı. Artık Arapça asıllı kelimeleri müdafaa etmeyi Arapçılık diye tahkir edenler bile çıktı.

Gerçi milliyetçilik her zaman iki türlü olmuştu. Türklerin, asıl İslâm’dan sonra gayesini bulmuş bir nizâm-ı âlem dâvâsına inanmayanlar için; son tahribat da Türk tarihinin bir parçasıydı… Bu iki türün adları bile lisanda birbirinden ayrıldı: Milliyetçilik ve ulusalcılık!

Ya İslâmcılar? Maalesef, onların içinde de uydurukçacıların ekmeğine yağ sürenler çıktı. Onları güzel adamlar bilip, takip eden nesillerde de ciddî savrulmalar meydana geldi. Sonra da herkesi saran vurdumduymazlık yayıldı…

Dînî ve millî sebeplerimiz mahfuz… Lâkin sadece lisan hassâsiyetiyle bile tasfiyeciliğe ve uydurmacılığa karşı çıkmak gerek…

Uydurmaya gösterilen itirazı, yabancıya göstermediğimiz şeklinde mukadder bir tenkide cevap vererek başlayalım:

Eğer yabancı maddeyi özleştiren bir tekneniz varsa, yabancı daha az tehlikelidir. Lisânımız bugüne kadar Yunancadan, İtalyancadan ve Fransızcadan dahî nice kelimeyi potasında eritmiş ve özleştirmiştir. Meselâ, «temel» kelimesini Yunancadan aldığımızı yeni öğrendim.

Uydurukça ise, o teknenin ana maddesini bozmak demektir. Uydurukça kelimeler, zorlama bir mantıkla dayatıldığı için; yabancı maddeleri yerlileştirebilecek yapıyı da bozar.

Yabancıdaki tehlike, hayranlık kısmındadır. Sende öz olduğu hâlde, yabana kayıyorsa dilin; orada şahsiyet ayarında problem var demektir. Bu bahiste, tercüme bir mantıkla karşılık geliştirilmesi dahî, bu zararı gidermez.1

Uydurma kelime mantığı umumiyetle şöyle kuruldu:

Lisanda «doğmak»tan «doğum» varsa, yaşamaktan da «yaşam» diyebiliriz. Bilmekten «bilim» diyebiliriz.

Türkçemizde «–m» şeklinde fiillerden isim yapan bir ek vardır. Fakat bu; ekseriyetle adet, tekrar vurgusu taşıyan mastarlar ve isimler geliştirmekte kullanılmıştır. Doğmak mutlaktır, doğum bir tekrarı. Ölüm, kıyım, kırım, dilim, yarım gibi… Lâkin hayat ve ilim gibi, adet vurgusu olmayan mefhumlara bu kalıp uygun düşmemiştir. İşin mantığını bozmuştur.

Yine Türkçemizde «–gın» şeklinde fiillerden sıfat yapılan bir kalıp vardır. Kırgın, yorgun, bezgin, bitkin, dingin, azgın, durgun… Bunlar ortak bir rûhu sergiliyor. Fakat aynı ekle sonradan uydurulmuş; «saygın», «seçkin» kelimelerini okuyunca; o mantığın, o rûhun bozulduğunu görüyoruz. Çünkü saygın, sayma işinin fâili değil mef‘ûlü. Mûteber, muhterem kelimelerine karşılık uydurulmuş.

Yine Türkçemizde fiil köküne, «–i» eki verilerek elde edilen bir isim kalıbı vardır. Yazı, sızı, batı, doğu, yapı… kelimeleri gibi. Lâkin ecdâdımızın bu ekle kelime vaz‘ında çok aceleci olmadığı fark ediliyor. Çünkü açık hecelerin üst üste gelmesine sebebiyet verdiği için telâffuzda kusurlu kelimeler meydana getirebiliyor. İleti, uyarı, öneri… Meselâ beğenmekten «beğeni», değinmekten «değini» gibi kelimelerin teşkili Türkçemizin telâffuzuna halel getiriyor. «Beğeninizi» kelimesini beğenebiliyor musunuz?

Ecdâdımızın bu ekleri işletmekte aceleci davranmamasının bir sebebi de, karışıklıklara meydan vermemek olabilir. Çünkü –m harfi sahiplik zamiri, –i eki ise, çok kullanılan ismin i hâlini meydana getirir. Bu hususiyet, Türkçeye cinas zenginliği getirse de, anlaşma vasıtası olan lisanda, karışıklığı artırmanın arzu edilmeyeceği âşikârdır. –m ile bitirerek kurduğunuz her kelimeye bir de sahiplik ­–m’si bitişecektir: Kurumumuzu, durumumu, gelişimimi… kelimelerinde karşımıza çıkan zorluğa, tenâfür denir ve bir fasâhat kusurudur.

«Gönder» kökünden hem «gönderi», hem «gönderim» kelimelerini uydurdunuz. Gönderimi dediğinizde hatlar karışacaktır. Cinas yahut tevriye bir sanattır, fakat ta‘kid bir kusur…

Kelime uydurulmasındaki bir başka hata ise, aynı kelime Türkçemizde başka mânâlarıyla varken yeniden yeni mânâlarla ortaya konması oldu. «Kurum», duman isi ve çalım mânâlarıyla Türkçemizde mevcut iken, bir de müessese yerine «kurum» uyduruldu.

Demek ki, yapı olarak doğru gibi görünse bile, ortaya konacak yeni kelimelerin ruh ve telâffuz süzgeçlerinden geçirilmesi gerekiyor.

Bir itiraz var:

TUTMUŞ YA?

“Kelime tutmuş ya, kullanılıyor ya, daha tenkit etmek ne fayda sağlar?”

Evvelâ lisânımızın mevcut hâlini, bir ölçü olarak itibara almak; hasta bir insanın vücut değerlerini sıhhat değerleri yerine koymaya benzer. Ateşler içinde yanan bir hastanın vücut sıcaklığını ölçüp; «Demek ki 39 derece vücut sıcaklığı normal.» diyemeyiz. Evet lisan canlı bir organizmaya benzetilir. Fakat organizmalar hastalanır, sakatlanır, zayıflar ve ölür. Yanlış duruş ve oturuşlar, koca iskelet yapısını bozar. Yanlış tarzda beslenme, türlü rahatsızlıklara ve şekil bozukluklarına sebebiyet verir.

Elbette ki müdahalelere karşı, bizim lisânımız da bazı cevaplar vermiştir. Bazı kelimeler «yerleşmiş, tutmuş»tur. Vücut teşbihine dönersek, lisan; irade ve idare mevkiindeki beyni tesiri altına alan güçlere itaat etmiş, beli bükülmüş, kamburu çıkmıştır. Fakat şimdi, birçok sahada olduğu gibi, lisan bahsinde de omurgayı düzeltme zamanı değil midir?

Bir başka teşbihle Türkçede tutmuş gibi görünen bu kelimeleri, bir hastanın sayıklaması olarak görebiliriz. Hasta iyileşirse, kimse onu yüksek ateşte ağzından dökülenler için kınamayacaktır.

Daha fasih, daha doğru, daha köklü bir lisan için gayret etmek, tekellüf değildir. Yani zorlama bir iş yapmak değildir. Evet lisanda da «tabiî olan» makbul. Fakat, zorla bozulanı, külfetlere girmeden düzeltmek mümkün değildir.

Bu sebeple organizmanın hasta olduğunu hatırlamalı ve ona hasta ihtimamını göstermeliyiz.

EMÎN OL!

Mesele sadece kelimeler bahsinde kalmamaktadır. Asıl mühim bir nokta da tabirlerdedir. Dedemden çok duyduğum bir tabir vardı: «Emîn ol!» Sözünü kuvvetlendirmek için kullanırdı.

Safahât’ta 20 defa geçtiğine göre, zengin ve sıhhatli Türkçemizin kuvvetli bir tabiriydi:

Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.

Günümüzde bu pekiştirme ihtiyacı için «gerçekten» gibi zarfları kullanıyoruz. «Hakikaten, essahtan, emîn ol» gibi tabirlerimizi yavaş yavaş kaybediyoruz. Hâlbuki «emîn ol» tabirinde, Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hatırlayan ve hatırlatan bir râyiha yok mudur? Bu tabir; içinde «ben» kelimesi taşıdığı için oldukça kaba olan; «Bana güven!2» tabirinin bizcesiydi.

Bugün neredeyse ters mânâda kullanılıyor emîn kelimesi. «Şüphe duy, iyice anla, kesin bilgi sahibi ol!» “Çalışıp çalışmadığından emin ol!..”

Uydurukçanın dilde fakirleşmeye ciddî bir tesiri oldu. Çünkü tasfiyeci anlayış, bilhassa iktidarın sol elinde olduğu devirlerde; «uydurulan» kelimenin kullanılmasında devlet baba eliyle bastırdığı için, onda bir kuvvet vehmettiriyordu. Günümüzde dînî bir mevzu anlatan vâizler, hocalar ve muallimler dahî; «fert» yerine «birey», «imtihan» yerine «sınav» derse, «hâkim olmak» yerine «egemen olmak» kalıbını tercih ederse; daha akademik, daha üst bir ifadede bulunduğu vehmine kapılıyor. Bugün bilhassa bu kuvvet telâkkîsinin tersine döndürülmesi elzemdir.

Fakirleşmeye bir misal verelim:

Günümüzde «ilgili» kelimesini haddinden fazla kullanıyoruz. «İler tutar yeri olmamak» ve «ilmek» kelimelerinden başka hayâtiyeti kalmamış bir kökten, önce ilgi kelimesi uyduruldu, sonra da ilgili… «İlişki, ilişkili, ilişkin» kelimeleri de rahatsız edici şekilde; «dokunmak, müdahale etmek» mânâsındaki «ilişmek»ten türetilebildi!..

… hakkında,

… a dair,

… hususunda,

… sadedinde tabirlerinin yerine sıklıkla «ilgili» kullanılıyor. Meraklı, alâkalı, mes’ûl gibi sıfatların yerine de «ilgili» kullanılıyor. Menfîsiyle bile kelime Türkçemize zarar hâlinde: Mübalâtsız, lâkayt, münasebetsiz, kayıtsız, umursamaz, alâkasız, soğuk ve uzak duran mânâlarında da «ilgisiz» kelimesi kullanılıyor. Bu «ilmek» bu kadar mânâyı kaldırır mı?

Fakirleşmenin yanında bir de lüzumsuz zenginlik var!..

Dilde sadelik taraftarları, muârızlarına şu cepheden hücum ediyorlardı:

“Gece kelimesi varken, şeb ve «leyl»e ne gerek var? Aynı kelimenin üç dilde karşılığını öğrenmeye çalışmak eğitimi yavaşlatıyor vs.”

Gariptir ki, uydurma çalışmaları da bir gereksiz zenginliğe yol açtı:

Aynı mefhumun;

1. Zengin Türkçedeki, Arapça veya Farsça menşeli karşılığı…

2. Muhtemelen 19-20. asırlarda Türkçemize özenti sebebiyle girmiş Fransızca karşılığı…

3. Arı dil olsun diye uydurulmuş «Öz» Türkçesi…

Bugün birçok mefhum için üç karşılık da yaşıyor!..

Müessese, enstitü, kurum…

Müsamaha, tolerans, hoşgörü…

İçtimâî, sosyal, toplumsal…

Mevkut, periyodik, süreli…

Neşriyat, medya, yayın…

Edebiyat, literatür, yazın…

Hâkimiyet, hegemonya, egemenlik…

Müsbet, pozitif, olumlu…

Menfî, negatif, olumsuz…

«Şeb» ve «leyl» hiç değilse, şeb-i yeldâ, şeb-i arûs, şebboy, şebnem, leyletü’l-kadr, leylâ-ve’l-leyli mazmunları hatırına Türkçemizde ve edebiyatımızda bir yere sahiptiler. Ya yukarıdaki gereksiz kelime bolluğuna ne demeli? Bunlar ne olacak ve ne faydası var?

Biz, bizim olana sahip çıkalım.

Yabancı dil öğrenmekten fazlasını ana dilimizi güzelce tahsil etmeye sarf edelim. Bu dâvâyı sahipsiz bırakmayalım.

Zira lisan, bizim anlatmakla mükellef olduğumuz hakikatlerin yegâne tercümanıdır!

Dâvet edeceksin ama dâvâyı kim anlar?
«Öz, öz…» diyerek dilde de en özge bozuldu. (Tâlî)

_______________

1 Mehmed Âkif’in;
“Tasarrufâtını aynen alırsak İngiliz’in,
Fransız’ın, ne olur hâli, sonra, şîvemizin?” diyerek dikkat çektiği bu hususa dair daha evvel bir makale kaleme almıştık: «Millî Vakar», Yüzakı, sa. 47.
2 Trust me!