KULLUK EDEBİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Aralık ayında yine bir «Mevlid Kandili»ni idrak edeceğiz ve Peygamber Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderilişiyle nâil olduğumuz nimetleri hatırlayacağız. İslâm âleminin zor günler geçirdiği bu dönemde, galiba ne büyük bir nimet içinde olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor.

Biz insanlar; tabiatımız icabı, bize yakın ve âcil görünen dünya hayatını, gözümüzde büyütüyor, dünyanın düzenini, rahatını, konforunu asıl zannedebiliyoruz. Bu sebeple; dünyalık mallarımız, evlerimiz, dükkânlarımız bozulunca; meslek hayatımız, kariyerimiz aksayınca hüsrana kapılıyoruz. Şu anda İslâm âleminde, din kardeşlerimizin yaşadığı yıkıma bakınca elbette üzülüyoruz.

Memleketimizin ve İslâm âleminin çok acı veren imtihanlardan geçerken, İslâm düşmanlarının kazancına kazanç katması da yüreğimizi yakan bir başka acı gerçek. Dünya silâh ticaretine baktığımızda; müslüman kanıyla semirenlerin, nasıl kârına kâr kattığını görüyoruz, yüreğimiz bir kat daha yanıyor.

Geçen gün dikkatimi çekti, Enbiyâ Sûresi 35. âyetin meâlini verirken çoğu mealde;

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” şeklinde, önce hayır sonra şer kelimeleri kullanılmış. Hâlbuki âyetin Arapça aslında önce şer sonra hayır geçiyor.

Belki de en büyük imtihanımız olan nefis; bizâtihî bir şer kaynağı olduğundan, hayırlı şeyler bile bir «şer» olabiliyor. Meselâ; zenginlik, güç, imkân gibi… Çünkü nefsin kendisi zalûm ve cehûl, kötülüğü emrediyor. Bu sebeple mi bilmiyorum, şer daha evvel zikredilmiş.

Ölüm bize korkunç görünüyor ama biz zaten bu dünyaya kalmaya gelmedik. Ölmeden önce de sıkıntılı şeylerle imtihan geçireceğiz. Fakat bu acılar bizi ümitsizliğe de düşürmemeli, çünkü bu görünüşün arkasında da yine rahmet var. Belki acı çekiyoruz, korkular yaşıyoruz, kazançlarımızda kesat ve sıkıntılar yaşıyoruz ama bu da bizim için bir rahmet. İnsan rahata erdiği zaman gaflete dalıyor, korku ve endişeler ise insana asıl yaratılış gayesini hatırlamaya sevk ediyor.

Belki görünüşte; ülkelerinden uzakta, mültecî çadırında yaşayan müslümanlar, zavallı, perişan hâlde; mâmur ülkelerinde, konforlu evlerinde yaşayanlar ise mutlu, müreffeh gibi manzara arz ediyor.

Ama aslında dünya nimetlerine dalarak, yaratılış gayeleri olan ve bütün bu nimetlere karşı borçlu oldukları Allâh’a ibâdet, Allâh’ın kullarına hizmet görevlerini terk etmiş olanlar; ebedî âhiret hayatlarını tehlikeye düşüren bedbaht kimselerdir. İçinde bulunduğu hâlin de tesiriyle kalbi incelmiş, muhtaçlığını idrak ederek Allâh’a karşı daha tevâzû ve kulluk edebiyle yönelen müslümanlar ise geçici bir sıkıntının sonunda büyük mükâfâta kavuşacaklardır.

Allah Teâlâ’nın kullarında görmek istediği bir edep vardır; o da kul olduğunun şuurunda olarak boyun eğmek, itaat etmek. Bugün ne yazık ki o edebi; «Ben de müslümanım!» iddiasındaki yığınların dahî büyük bir kısmı kaybetti. Bugün bakıyoruz bazı kesimler; İslâm’ı kendi fikir ve yorumlarıyla çarpıtarak, üst perdeden ahkâm kesiyor, tefrika çıkarıyorlar. Görünüşte bazı sevgiler veya hassâsiyetler de bu tefrikaya âlet edilebiliyor. «Biz ehlibeyti seviyoruz!» veya; «Biz tevhid konusunda ve bid‘atlere karşı aşırı hassâsiyet sahibiyiz.» gibi iddialar, zalimce muamelelere bahane ediliyor.

Hâlbuki samimî bir sevgi, hiçbir zaman insanı saptırmaz ve ölçüsünden taşmaz. Nerede taşkın bir sevgi varsa; aslında o hakikî sevgi değil, sevgi maskesini kullanan bir kibir ve husûmettir. Yine samimî bir hassâsiyet de hiçbir zaman böylesine aşırı uçlara savrulmaz. Dîninde gerçekten hassas olan insan; dînini tam öğrenir, böyle fevrîlik, aşırılık ve şiddete meşrûiyet tanımadığını görür. Demek ki bunlar bir grup, kibri inşa etmek için sevgi veya hassâsiyetin istismarıdır. Bunun çaresi ise, önce kibri kırıp kulluk tevâzuunu yerleştirmektir. Bunun yolu da hakikî kulluktur.

İbâdetin hususiyeti; Allâh’a îmân ederek ve Allâh’a karşı tazim, hürmet ve muhabbet gibi hislerle dopdolu olarak, Allâh’ın azameti karşısında nefsinin kibrini kırmaktır. İmam Rabbânî -rahmetullâhi aleyh-, ibâdeti;

“Rabbinin karşısında nefsini alçaltmandır.” diye tarif etmiştir.

Peygamber Efendimiz de namazı tarif ederken şöyle buyuruyor:

“… Namazda huşû (tevâzû, boyun eğiş hâli) hissedilir, temeskün (zavallılık) gösterilir. Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük (olarak) Rabbine kaldırır; isteklerini (ısrarla yalvararak) istersin: «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!..» Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizi, Salât, 283)

Bütün peygamberler de, Hâtemü’l-Enbiyâ olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insanlara kulluk edebini öğretmek için gönderilmiştir. Bakın âyet-i kerîmede haber veriyor:

“Sen’den önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: «Ben’den başka İlâh yoktur, öyleyse Bana ibâdet edin.»” (el-Enbiyâ, 25)

Allah Teâlâ;

“Ben insanları ve cinleri, yalnızca Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor ve kulluk etmemeyi kibrin işareti olarak ihbar ediyor:

“Kibirlenerek bana ibâdet etmeyi (nefsine yediremeyen)ler alçalmış olarak cehenneme girecektir.” (el-Mü’min, 60)

İnsan kulluğunun şuurunda olsa; öyle rahat bir şekilde din üzerine ahkâm kesebilir, ındî kanaatlerini dîne mâl edebilir, kitleleri saptırabilir mi? Nerede böyle bir taşkınlık ortaya çıksa; bunun arkasında Allâh’a karşı kulluk edebini kaybetmiş, kendisini dînin efendisi görme hezeyânına düşmüş saptırıcılar vardır.

Bu sebeple bütün bu yaşadığımız acılardan kurtulmak istiyorsak, yeniden kulluk edebine sarılmamız gerekiyor. İmam Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- gibi tasavvuf büyüklerinin de yaptığı budur.

Daha önceki dinlerin mensupları da; Allâh’ın rızâsını kazanacakları sâlih amelleri ve güzel ahlâkı bırakıp, kendi dinlerinde taşkınlıklar, aşırılıklar icat edip dinlerini tahrif ettiler. Geçmiş ümmetlerin hâlleri de bize ibret olsun ve aynı hatalara düşmeyelim diye anlatılıyor:

“İsrailoğullarından (aşağıdaki emirlere uyacaklarına dair) bir söz almıştık:

Yalnızca Allâh’a ibâdet edin; anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın/güzel davranın. İnsanlara güzel sözler söyleyin/güzellikleri açıklayın. Namazı gereğince kılın, zekâtı verin.

(Ey İsrailoğulları! Verdiğiniz bütün bu sözlerden ) sonra pek azınız müstesnâ sırt çevirdiniz. Hâlâ sırt çevirip duruyorsunuz.” (el-Bakara, 83)

Kur’ân-ı Kerim’de; Allâh’a ibâdet etmeyenlerin de mutlaka kendilerine uyacak bir yol, itaat edecek bir rehber arayacaklarını bildiriyor. Allâh’ın rasûllerine uymayanların kendilerine uyulacak rehber edindikleri her çeşit taşkınlık ve aşırılığa da tâğût adı veriyor:

“Andolsun ki Biz her kavme; «Allâh’a ibâdet edin ve tâğûta ibâdetten kaçının.» diye bir elçi gönderdik.” (en-Nahl, 36)

Tâğût; aslında nefsin kendi kibrini, arzularını ve meyillerini maskelemek için kullandığı sahte bir mukaddes varlık oluyor. İnsanların tâğûta kulluk etmesi; illâ rükû, secde etmeyi gerektirmiyor; Allâh’ın kitabını bir yana koyup onun yerine ikāme ederek tâbî olmaları da bir çeşit kulluk oluyor. Nitekim Allah Teâlâ; şeytanın fısıltılarına kulak vermek, telkinlerine uymak, vesveselerine kapılmayı da ibâdet etmeye benzeterek;

“Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır diye bildirmedim mi?” (Yâsîn, 60) buyuruyor.

Peygamberler ve bilhassa Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, insanları bâtıldan hakka çeviren hidâyet rehberleriydiler. Bilhassa Fahr-i Kâinât Efendimiz; insanların en ufak bir şekilde sapmaması için sözlerinde çok hassâsiyet göstermiş, âdetleri üzere, dalkavukluk olsun diye süslü püslü sözler söyleyerek kendisine övenlere;

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin! Ben ancak Allâh’ın kuluyum. Bana; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyin!” (Buhârî, Enbiyâ, 48) buyururdu.

Elbette Peygamber Efendimiz alelâde bir kul değildi, Allâh’ın en sevgili kulu, habîbiydi. İnsanlar O’nun kıymetini bilsin de örnek alma hususunda gaflete düşmesinler diye, bazen şöyle beyanlarda bulunurdu:

“İyi dinleyin! Fahr yok (övünmek için demiyorum;) ben de Allâh’ın habîbiyim (sevgili dostuyum).

Fahr yok, kıyâmet günü Livâü’l-Hamd’i (Hamd Sancağı’nı) ben taşıyacağım; yine fahr yok, ben kıyâmet günü ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul olunan kişiyim. Cennet kapılarının halkalarından tutup ilk olarak kapıları vuracak olan benim. Rabbim bana kapıları açtıktan sonra fakirlerle birlikte içeri girerim.

Ben gelmiş geçmiş bütün mahlûkātın en üstünüyüm, en kıymetlisiyim. Bunların hiç birini iftihar etmek için söylemiyorum (Sadece yüce Allâh’ın bana ikram ettiği nimetini zikrediyorum).” (Tirmizî, Menâkıb, 1)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; Rabbinin ındinde makamı çok yüceydi ama o makama yükselmesinin sırrı, kendisine indirilenlere tam îman ve itaat etmiş olmasıydı:

“De ki: «Ey insanlar, ben Allâh’ın sizin hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allâh’a ve ümmî peygamber olan elçisine îmân edin. O Peygamber de Allâh’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. O’na îmân edin ki hidâyete ermiş olursunuz.»” (el-A‘râf, 158)

Peygamberimiz’in dünyayı teşrif edişini kutlarken; O’nun bir kulluk rehberi olduğunu, vesile olduğu rahmetin de ancak O’na uymakla tecellî edeceğini düşünmemiz temennisiyle.