Kardeşinin Sevinci Senin Sevincindir GERÇEK BAYRAM

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir çocuk için bayram nedir?

Bir yaşlı için nedir?

Bir genç için?

Ya;

Bir hasta için nedir?

Ya da bir sağlam için nedir bayram?

Ya bir fakir için bayram nedir?

Ya da zengin için?

Ya bir cenâze için nedir?

Kabrinde asırlar boyu titreye titreye mahşeri bekleyen mevtâlar için bayram nedir? Ecel döşeğinde mum misali sönmekte olan kimseler için bayram nedir?

Ebediyet rotasında;

Azgın cehennem alevlerine bir kütük gibi fırlatılmasına göklerden hükmedilmiş eyvahlar için bayram nedir?

Ya da;

Şu dünyada her gün bir başka zalimin pençesinde kahrolan mazlumlar için bayram nedir?

Birer enkaz yığını hâline dönmüş vatanlar ve içlerindeki vîrâne âcizler için bayram nedir?

Bir yetim için, bir öksüz için ve bombaların parçaladığı küçük beşiğinde yaralı serçeler gibi hayata tutunmaya çalışan bebeler için bayram nedir?

Şu fânî âlemde;

Gülistanlarda bayram nedir, çöllerde nedir?

Bülbüller için nedir, kargalar için nedir? Kuzular için nedir, canavarlar için bayram nedir? Nâzenin ceylânlar için nedir, kaba eşekler ve öküzler için bayram nedir? Kumrular için ne, kuduzlar için ne, ayılar ve aygırlar için bayram nedir? Sudaki balıklar için ne, vahşî timsahlar için nedir?

Her birinin bayramı birbirinden çok farklı.

Öyleyse;

Gerçek bayram nedir?

Koca devranda hak ve bâtıl mücadelesinin ortasında bütün bir insanlık için bayram nedir? Dünya ve âhiret hakikatinde, yerlerin ve göklerin yegâne ilâhî mührü olan bayram nedir? Îman ve tevhid için nedir? Ahlâk ve edep için nedir? Memleketler ve medeniyetler için nedir? Geçmiş ve gelecek için bayram nedir? Tarih ve mukaddesâtımız için nedir bayram?

Daima «i’lâ-yı kelimetullâh»a muhtaç bir dünyada;

Bozulmuş bir inanç sisteminin çarpık ellerinde yıkılmaya yüz tutmuşken son anda feth-i mübîn bereketi ile yüce İslâm’ın kendisine kalem gibi dimdik minarelerle verdiği destek sayesinde ve ancak rûh-i tevhîd ile ayakta kalabilen her bir Ayasofya için bayram nedir?

Sizin, bizim, hepimiz için nedir?

Hâsılı;

Allah için bayram nedir?

İşte bütün mesele bu;

Allah için bayram. Allâh’ın verdiği bayram. O’nun huzûrunda bayram. Ancak O’nun ile bayram.

İşte;

Gerçek bayram.

Peki;

O gerçek bayram nasıl tecellî ediyor? Nasıl gerçekleşiyor?

Cevabı;

Yine Allah katında. O’nun kudretinde, O’nun hükmünde ve takdirinde.

İfadesi ise;

Kur’ân’da ve Hazret-i Peygamber’de.

İkisinde de gayet belli:

Yüce Mevlâ’nın o gerçek bayramı nasıl kullarına ihsan ettiği.

Tamamen âşikâr hangi şartlara bağlı olarak verdiği. Çok açık, neyin karşılığında o bayramı yaşattığı.

Çünkü o bayram;

Durduk yerde kimseye nasîb olmuyor. Önce, ona nâil edecek olan mes’ûliyetler ve vazifeler birer birer îfâ ediliyor. En basitinden en ağır çile ve imtihanlara kadar her türlü meziyetler, sonra yoğun bir şekilde ibâdet ve kulluk tezâhürleri, sonrasında da gerçek bir bayram müjdesi ve ikramı yaşanmakta.

Çünkü o bayram;

Cenâb-ı Hakk’ın kabul edeceği bir ömrü zarûrî kılmakta.

Bu itibarla o bayram için;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, 13 sene Mekke-i Mükerreme’de akla hayale gelmedik eziyetlere katlandı. Vazgeçmedi. Sabretti.

O bayram için;

Tâif’te taşlandı. Bedduâ değil, yine merhamet ve hayır-duâ etti. Cahil bir kavim için Hak’tan istediği azap değil, hidâyet oldu.

O bayram için;

Doğup büyüdüğü toprakları, Mekke gibi bir vatanı terk edip Medine’ye hicret etti. Orada İslâm’ı yeşertti.

O bayram için;

En azılı kātilleri en merhametli gönüller hâline getirdi. Birbirlerini düşmanca parçalayacak kavimleri birbirleri uğrunda fedâ-yı can eden en samimî kardeşler hâline getirdi.

O bayram için;

Oturduğu yerden tâlimatlar yağdırıp da boş lâkırdılar üretmedi. Bilâkis her gayretin ve mücadelenin, her ibâdet ve vazifenin tam içinde, en ön safında, daha doğrusu bizzat mihrabında yer aldı. Gönülden gönle merhametleri coşturduğu gibi yürekleri de cesaret ve şecaatle gazveden gazveye koşturdu. Bedr’in arslanlarını yetiştirip zulmün tepesine doğru hep birlikte şahlandı ve şirkin Ebû Cehillerini bertaraf etti. Uhud’da da dirâyetin ve Allah yolunda sebatın en muazzamını sergiledi. Hele Hendek’te içerden ve dışardan bütün düşmanların birleşip de üzerine geldiği o zor demlerde, hiç sarsılmadan dimdik durdu, en sert kayaları parçaladı ve her biri teker teker tahakkuk edecek olan sayısız müjdelerin kapılarını araladı.

O bayram için;

Mekke’yi fethetti. Kâbe’yi putlardan temizledi. Tüm eski düşmanlara hidâyet dergâhını açık tutarak içeri giren herkesi affetti.

O bayram için;

Krallara hidâyet mektupları gönderdi. Ardından fetih sancaklarını dünyanın her yerinde dalgalandıracak adımlar attı.

O bayram için;

Ramazân-ı şerifleri oruçla, Kur’ân ile, namaz ile, infak ile ve rahmet ile dopdolu yaşadı, ashâbına da yaşattı. Bunu da son nefese kadar tüm ömrünün her safhasında gerçekleştirdi.

O bayram için;

Bir ömür ümmetî, ümmetî dedi.

O bayram için;

“‒Ey Allâh’ım! Refîk-ı âlâya, en yüce dosta!” diyerek dünya eşiğinden âhiret sonsuzluğuna adım attı.

Buyurdu:

“‒Ey ümmetim, buluşma yerimiz mahşerde Havz-ı Kevser’imin başıdır. Orada sizleri bekliyorum…”

Demek ki;

Tek başına bayram yok.

Müjdesi, mânâsı ve hakikati olmayan faydasız ve bomboş yaşayışlara da bayram yok.

Behlül Dânâ Hazretleri’nin dilinde ifade edelim:

Bayram, yeni libaslar, giyinmişlere değil,
Bayram, hoş araçlara da binmişlere değil.
Kurtulanlar içindir azaptan bayram, zâhir,
Bayram, ancak günâhı terk edenler içindir! (Seyrî)

Ramazan-ı şerif ikliminde sıkça tefekkür etmek gerek:

Gerçek bayram, neyin arkasında?

Hangi geçitten sonra bayram nasîb olur?

Her bakımdan zorlu, çetin, alevli, imtihanlı ve çileli her seferin, bilhassa Tebük Seferi’ne iştirak etmiş olmanın neticesine konulmuş olan gerçek bayramı görmek, lâzım. O Allah yolundaki gayretlerin seferlerine, kervanlarına katılmayanların âkıbetlerinin bayram değil, nasıl bir felâket olduğunu idrâk etmek lâzım.

Yani;

Doğru pencereden bakmak gerek.

Anlayışsız kimseler için üzüntü ve kahır gibi görünen bir hakikat, hikmet ve hak penceresinde yegâne bir sevinç vesilesi ve bayram müjdesinden ibaret olabilmektedir. Malûm;

Hazret-i Yâsir ve ailesi, İslâm’ın ilk şehidleri oldular.

Rasûlullâh-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün, işkence edildikleri sırada bu mübârek aileye rastladı ve buyurdu ki:

“−Ey Yâsir ailesi!

•Sabrediniz!

•Sevininiz!

Hiç şüphesiz sizin makamınız cennettir!” (Hâkim, III, 432, 438)

Yani başkalarının belâ olarak gördüğü şey, onlar için gerçek ve ebedî bir bayramdan ibaretti. Son nefesleri; hüzün değil, sonsuz bir sevinç günü oldu.

Öncekilerden Habîb-i Neccar da aynı hâl üzere Hakk’a kavuştu ve onun yaşadığı bayram sevincini Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bütün insanlığa şöyle duyurdu:

“(Ona);

«–Gir cennete!» denildi.

(O da bunun üzerine) dedi ki:

«–Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!»” (Yâsîn, 26-27)

İşte gerçek bayram!

O bayram için;

Firavun’un sihirbazları, koca mel’unun kendilerine va’dettiği bütün dünya nimetlerini ellerinin tersiyle ittiler ve Hazret-i Musa’nın Rabbine îmân ile secdeye kapandılar. Firavun, onların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesti, hurma kütüklerine astı, yine vazgeçmediler. Tattıkları gerçek bayramın lezzetini, hiçbir şeye değişmediler. O bayram için sadece îmanla göçmeyi istediler. Ağır cefâların canları yaktığı en ıstıraplı anda onlar bin bir iştiyakla Allâh’a şöyle yalvardılar:

«‒Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!» (el-Âraf, 126)

Firavun belki öldüren taraftı, lâkin kazanan taraf onlar olmuştu. Bayramı hak edenler onlardı. Asr-ı saâdette de benzer bir hâdiseye şahit olunmuştur.

70 hâfız-ı Kur’ân’ın hunharca şehid edildiği Bi’r-i Maûne fâciasında çok mânidar bir hâdise yaşandı. O gün zalim taraftan olup o mânidar hâdisenin tesiriyle îmân eden Cebbar İbn-i Sülmâ’nın naklettiği şu hakikat, oldukça câlib-i dikkat:

O zulme kandırılan Cebbar ibn-i Sülmâ der:
“–Fuheyre oğlu bir Âmir de vardı, hâli hüner;
Önünde dağ gibi şahlandırıp da kısrağımı,
O göğse öyle çetin sapladım ki mızrağımı,
Ta çıktı sırtına, hâlâ o; «Mü’min ol, dedi; sen!»
«Yeminle, işte kazandım!» deyip de göçtü o, şen!
Kafam karıştı, şaşırdım, ne kârı vardı onun,
Netîce ben onu öldürmedim mi, işte zebun!
Yenildi zannediyordum ne şüphe öldürülen,
Açıkça çınladı: «‒Vallâhi, bak kazandım ben!»
Semâya uçtu peşinden onun şehid cesedi,
O anda anladı gönlüm, niçin o böyle dedi.
O an açıldı gözüm, ben de aynı cân oldum,
Ebed hakîkati gördüm de Müslümân oldum!”1

Bu da gösteriyor ki:

Hak ile bâtıl arasındaki mücadele, tabir yerindeyse iki raunttur. Birincisi dünyada, ikincisi âhirette. Asıl galibiyet, iki raunt da tamamlandıktan sonra îlân edilir. İlk raundu almış görünüp de zafer îlân etmek, yanlış bir sarhoşluktur. Yeryüzünde tüm zalimlerin aldandığı da, işte bu ahmakça sarhoşluktan başka bir şey değildir. Hâlbuki, bir sonraki rauntta mağlûp olup, perişan ve darmadağın olmayan bir tane zalim yoktur.

Bu bakımdan hâfız-ı Kur’ân Âmir bin Fuheyre, şehid olurken bu hakikati görmüş, yaşamış ve büyük bir şevk ile;

«‒Vallâhi ben kazandım!» diye haykırmıştır.

Nâil olduğu o sonsuz bayram ile ebedî bir sevince gark olmuştur.

Öyleyse;

Gerçek bayram, zevk u safânın içine gömülmek değildir. O, belâ ve cefâların ortasında mevcut olan sonsuz nasipleri devşirmektir.

Yine gerçek bayram, ten rahatlığına saplanmaya çalışmak değil, herkesin azap ve ıstırap zannettiği zahmetlerin içinde bulunan ebedî şifâ ve dermanları devşirmektir.

Yani;

Eğer bir yol; cennete çıkıyorsa, onun adı felâket değil selâmet yoludur. Felâketlerin her çeşidi o yolda cirit atsa da böyledir. O ciritler çünkü bir imtihan hikmeti olarak ya terfî-i derecât için ya da o yolda samimî olmayanları ayıklamak içindir.

Çünkü;

İnsanların iddia ettiği ile ispat ettiği şey aynı değil. Nicelerinin iddia ettikleri ile ispat ettikleri çok farklı.

Herkes tetkik etmeli;

Düşünce ve istekleri, neyi iddia ediyor, hayat ve yaşadıkları neyi ispat ediyor? Yüce tahlilde, dilindeki iddia cennet, kalbinde ve amellerindeki ispat, cehennem alevleri olan bir kimse, ne kadar gafil bir zavallıdır.

Niçin böyle?

Aslında her kalp, ait olduğu yeri arıyor. Cenâb-ı Hak, belâ ve musîbetler gibi tazyiklerle sürekli her kalbi ait olduğu yere doğru mecbur bırakıyor. Nasıl ki diş ağrısı, şiddetini artıra artıra insanı doktora mecbur eder, aynen öyle. Dünyevî imtihan denen her ilâhî tazyik de, insanı nabzının attığı yere icbar eder. Cennette atan bir kalp, her şeye rağmen oraya koşar. Cehennemde atan kalp, her şeye rağmen oraya seğirtir.

Bunu anlamak nasıl olacak?

Îman, Kur’ân, ibâdet, infak, hizmet, merhamet, cömertlik, her türlü iyilik ve bütün mes’ûliyetlere dair her an huzûr-i ilâhîde ve her an sudaki balık gibi olan her kalbin nabzı cennette atıyor demektir. Tam tersi, bu meselelerde Allah huzûrunda kafesteki kuş olup ancak gaflet, günah ve dalâlet ortamlarına kaçan her kalbin nabzı da, cehennemde atıyor demektir.

“Gülü seven dikenine katlanır!” demişler.

Biraz yanlış ifade.

Doğrusu;

“Gülü seven dikenine râzı olur!” olmalı. Sevgi, katlanma sebebi değil, râzı olma gerçeğidir. Kabullenme, benimseme ve şükretme gerçeğidir.

Cümlenin en doğrusu ise;

“Gülü seven, dikenini de sever!” olmalı.

İşte bu, sevginin zirvesi.

Allah ile bayram etmenin yegâne şartı işte bu.

Malûm;

Peygamberler Allah katında en ayrıcalıklı kullar. Fakat belâların en şiddetlisine muhataplar. Niçin? Çünkü Cenâb-ı Hak, bu hikmet ile âdeta mecazen buyurmakta ki:

“‒Ey kullarım!

Peygamberleri bile muaf tutmadığım bir hususta sizleri muaf tutacağımı mı zannediyorsunuz?”

Heyhat;

Hazret-i Peygamber bile muaf olmadı. Her türlü imtihanı yaşadı. Hem de her türlü meşakkatin en ağırına dûçâr oldu.

Eğer rahatlık yaşanacaksa, bunu hak eden tek kişi O idi bu cihanda. Ancak O, rahatlığı sonsuzluk denilen neticeye bıraktı. Çünkü O, netice peygamberi idi. Netice muhteşem ve huzur. Gidişat öyle değil. Sayısız zorluklar, çileler, cefâlar.

Hazret-i İbrahim, o bayrama nasıl erişti? Hazret-i İsmail, o bayrama nasıl erişti?

Hazret-i Nuh’un bayramı, bize nasıl bir ömrü anlatıyor? Nasıl bir yaşayışı gösteriyor?

Onlarla birlikte kurtuluşa eren mü’minler nasıl yaşadı?

Cenâb-ı Hak beyan ediyor:

“Onların;

•Peygambere indirilen Kur’ân’ı işittiklerinde,

•Gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak;

«‒Rabbimiz!

‒İnandık,

‒Bizi de şahitlerden yaz!

‒Rabbimiz’in bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allâh’a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?» dediklerini görürsün.” (el-Mâide, 83-84)

“İşte;

•Allah onlara,

•Dediklerine karşılık,

‒Temelli kalacakları,

‒Altından ırmaklar akan cennetler verdi.

İşte bu;

•İyilikte ihsan üzere davrananların mükâfatıdır.” (el-Mâide, 85)

Lâkin;

“Ey İnananlar! Allâh’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah, aşırı gidenleri sevmez.” (el-Mâide, 87)

Yani;

Helâlleri harama, haramları da helâle çevirmek yok. İkisinin arasındaki sınırları bozmak, birbirine karıştırmak yok. Her ikisini de, helâl ve haramı da kendi hudutları içinde yaşamak var. Hudutları aşıp da aşırı gitmek, Allâh’ın hiç sevmediği bir gaflettir. Güya kimisi daha takvâlı olacağım diye helâlleri bile haramlaştırırsa, sapıtmış olur. Ya da nasılsa Allah af sahibi diyerek haramları hiç umursamadan helâlmiş gibi yaşar ve her şeyi kılıfına uydurursa, o da sapıtmış olur.

Mesele;

Allah’tan O’nun emrettiği şekilde râzı olup râzı etme yolunda müstakîm yaşamak. Bunun için Allah yolunda infak etmek:

“(Bilin ki)

•Allâh’ın rızâsını kazanmak ve

•Kalplerini sağlamlaştırmak için

•MALLARINI SARF EDENLERİN durumu,

‒Yüksekçe bir tepede bulunan,

‒Bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren,

‒Bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen BİR BAHÇENİN durumu gibidir.

Allah işlediklerinizi görür.” (el-Bakara, 265)

Eğer infak yapılmazsa, nimetlerin sonu felâket:

“Sizin;

•Hangi biriniz,

•Kendisi ihtiyarlamış ve

•Çocukları da güçsüzken,

‒Altlarından ırmaklar akan,

‒Hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin,

‒Ateşli bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister?..” (el-Bakara, 266)

İnfakta şu ölçü, çok dehşet verici:

“Ey mü’minler!

‒Kazandıklarınızın temizlerinden ve

‒Size yerden çıkardıklarımızdan SARF EDİN;

(Sakın)

•İğrenmeden alamayacağınız,

•Pis şeyleri vermeye kalkmayın!

Bilin ki;

‒Allah müstağnîdir ve

‒Övülmeye lâyıktır!” (el-Bakara, 267)

Ne yazık ki, gafiller, kendi vaziyetlerini bir türlü anlamazlar. Her yaptıklarına akıllı bir mantık üretip de ilâhî hakikatleri evirip çevirerek hareket ile en nihayet sonlarını hüsran ederler:

“Melekler;

•O kendilerine yazık etmiş kimselerin,

•Canlarını alırken (o gafiller);

«‒Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!» diyerek teslim olurlar.

‒Hayır;

‒Öyle değil! (Yaptıkları, dedikleri gibi değil)

Doğrusu;

•Allah onların yaptıklarını bilmektedir.” (en-Nahl 28)

“(Onlara denilecek ki)

‒Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin!

‒Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!” (en-Nahl 29)

Kurtuluş denilen gerçek bayram, daima takvâ ehline mahsustur. Buyurulur:

“Takvâ ehli kimselere ise;

«‒Rabbiniz ne indirdi?» denince,

«‒İyilik.» derler.

•Bu dünyada güzel davrananlara güzel mükâfat vardır.

•Âhiret yurdu ise daha iyidir.

•Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!” (en-Nahl 30)

“Melekler;

•Onların canını,

•Temizlenmiş olarak alırken,

Derler ki:

‒Selâm size;

‒Yaptıklarınıza karşılık haydi girin cennete!” (en-Nahl, 32)

Unutmamalı ki:

Geçici bir sevinme, bayram değildir. Bütün yatırımlarını dünya hayatına yapanları, Cenâb-ı Hak, aldanmışlar olarak vasfediyor. Onların rahatlıklarını ve zevk u safâlarını, ancak geçici bir oyalanma olarak ifade ediyor. Geçici olan şeyler, hiçbir şey ifade etmez. Mühim olan, kalıcı oluştur. Kalıcı olan eğer mesut edici ise, ferahlık verici ise, kurtuluş ise, işte bayram!

Geçici neşeler tamamen felâkettir. Çünkü insanı aldatır. Aldatan şeylere kendini kaptırmak ve bir ömür onların peşinde zebun olmak, akıl kârı değildir. Bu bakımdan;

Bir şeyin kalıcı olması, temel gayedir. Kalıcılık için ne gerekli?

İşte burası çok mühim.

Allah için verilen her şey kalıcıdır. Ebedî olarak kişiye aittir. Verilmeyen ne varsa, hepsi elden çıkan fânî şeylerdir. Kişiye değil, sadece başkalarına aittir. «Sadaka malı artırır.» ifadesini bu çerçevede idrak gerek. Hakikaten artırır. Dünyadaki bereketi ayrı, fakat âhiret itibarıyla o kadar artırır ki, yarım hurmanın getirisi, cennet-i âlânın ta kendisi olur. Bundan daha büyük bir artış olur mu? Dünyevî ölçülerde bu şekilde bir artışı sağlamak ne mümkün! Bir de kalıcı mülk hâline dönmüş olarak. Dünyaya ait sahip olduklarımız, tamamıyla geçici. Onları âhirete dair sahip olduklarımız hâline getirebilirsek, tamamen bize kalıcı. İşte bayram!

Kalıcı neşeler, gerçek bayramdır. Geçici hüzünler; hüzün değil, bayramın habercileridir. Nasıl ki, şiddetli kışlar, kar yağışları; kuvvetli bir baharı getirirse, aynı şekilde. Gözyaşlarıyla, acılarla dolu bir dünya hayatı, sabır neticesinde ebedî bir baharın ta kendisi olur. Bayramın ta kendisi. Makbul olan budur. İki günlük zevk u safâyı bayram zannetmek, yanlış ve aldanış!

Bu bakımdan;

Gerçek bayramlar, fânî heveslerin değil yüce hedeflerin mahsulüdür. Çünkü hevesler, her koridora saplanabilirler. Hedefler ise, istikameti bozmadan dosdoğru yoldan yürüterek menzil-i maksûda ulaştırırlar.

Fakat gafil insanoğlu;

Hedeflerden ziyade, o görüntüye bürünen heveslerin talibidir. Çünkü hevesler, zorluk ve mecburiyetlerden uzaktır. İster yap, ister yapma, ikisi de aynı, mantığını terazi yapar. Oysa en bozuk terazi budur. Zira vücut nefes alınca da almayınca da durumu aynı değildir. Rûhî ve kalbî mevzularda da mesele böyledir.

Yani;

Nefes, bir vücudun hevesi değil hedefi ve şartıdır. Bu dengenin bozulmadığı bedenler, hayatiyetlerini zinde bir şekilde devam ettirirler. Lâkin bu denge bozulduğu an, vücut da bozulur değil, açıkça hayat diye bir şey kalmaz.

Su da, vücut için şart ve hedeftir. Onu hiçbir beden, heves hâline getiremez. Bu noktada özgürlük lâkırdısıyla hareket, toprak altı esaretinin ta kendisidir.

Yani;

Hedefleri heves yapmak, hevesleri hedef diye göstermek, bir özgürlük gibi görünse de hakikatte acı bir esaret halkasıdır.

Bayramlar, işte bu esaret halkalarını kırmak için şart olan gayretlerin meyvesidir. O gayretler olmasa, bayramlar olmaz.

Fedâkârlık olmasa, zaferler olur mu? Toprağı şehid kanlarıyla sulanmayan vatanların semâlarında hür bayraklar dalgalanmaz.

Yani;

Gerçek bayramlar, tembelliğin ve rehâvetin değil, arı gibi çalışmanın ve ilâhî selâmetin mahsulüdür.

Daha fazla gaflet, daha fazla ömrü boşa harcamak, bayram değil.

Hikmet ve ibretlerle yoğrulmayan idrakler, bayramın ne olduğunu anlayamaz. Yeryüzünü oyun eğlence arenası zanneden beyinler, duyamadığı feryatlara karşı duyarsızlık içinde boğulur ve ne yaparsa yapsın, gerçek bayramın ne olduğunu idrak edemez.

Gerçek bayramın en güzel idraki, ancak Peygamber Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dedir.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, anlaşmazlıkları bile öyle hallediyordu ki, kavga ve soğukluk çıkması muhtemel bir günü bile âdeta bir bayram gününe dönüştürüyordu:

Hazret-i Ali, Hazret-i Zeyd ve Hazret-i Câfer bir hayr yarışında ihtilâfa düştüler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aralarında verdiği hükümden sonra Hazret-i Ali’ye;

“–Sen bendensin, ben de sendenim!” dedi.

Hazret-i Câfer’e;

“–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.” dedi.

Hazret-i Zeyd’e de;

“–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî 43, Umre 3; Müslim, Cihâd, 90)

Hazret-i Ali diyor ki:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd’e iltifât ettiğinde Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrafında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739)

İşte en yüce ahlâk!

Sonu nereye varacağı belli olmayan bir ihtilâfı, bütün tarafların sürur ile dolduğu bir bayram neşesine döndürebilmek!

Bu da;

Ancak kalplerdeki firâset, muhabbet, vahdet ve özellikle de her meselede ancak sonsuz fazîletler sergilemek ile mümkün.

Fakat; Fazîlet sergilemek yerine çekişme sûretiyle herkes kendi iddiasında diretirse gönüller yaralanır, sonu belirsiz bir didişme başlar. Bugün ailelerde, müesseselerde ve toplumda kanayan yaraların hiç fark edilmeyen en temel sebebi zira budur. İslâm’ın ulvî öçlülerle tesis ettiği aile ocağı, bir yarış hâlinde ömür boyu en güzel fazîletlerin yaşandığı en zirve muhabbet ve fedâkârlıklar ile dolu bir cennet yuvası iken, maalesef dış dünyanın cazip ve zehirli tazyikleri neticesinde enâniyetlerin hortladığı, bencilce hak kavgalarının yapıldığı ve nice güzel hasletlerin kül olduğu bir cehennem arenasına dönüştürülmeye çalışılmakta. Yanıp yok olan nice hâneler, anneler, dedeler ve yavrular her yerde çoğaldı. Çare?

Hazret-i Peygamber’in reçetesi.

En kara günleri bile gerçek bayrama dönüştüren fazîlet hamleleri.

İşte O’nun bu çerçevede bir reçetesi daha:

Ensar, muhâcirler ve Hâşimoğulları, Hazret-i Peygamber’in kendilerini daha çok sevdiği hususunda iddiaya tutuşmuşlardı. Herkes, kendi delilini ortaya koydu. O sırada yanlarına gelen Hazret-i Peygamber buyurdu ki:

−Sizler ey ensâr cemaati! Ben sizin kardeşinizim.

−Ey muhâcir cemaati! Ben sizlerdenim.

−Ey Hâşimoğulları! Sizlere gelince, sizler bendensiniz ve bana geldiniz.

Böylece her topluluk sevinç içinde;

−Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık, dedi.

Herkes memnun ve mesrur oldu. (Heysemî, X, 14)

Çünkü onlar için yegâne bayram buydu!

Mahşer meydanında O, bizler için de;

‒Yâ Rabbî, bu da benim ümmetimdendir, dediği andan daha büyük bir bayram olur mu?

O bayram için;

Bütün bir ömrü Ramazân-ı şerif olarak yaşamak gerek. O zaman Ramazân-ı şerif bayramı, hakikî bir bayramdır bu açıdan. Çünkü bir ay boyunca yüce Mevlâ’yı râzı etme yolunda sarf edilen gayretlere binâen lutfedilmiştir. Yani Cenâb-ı Hak, bir bakıma Ramazân-ı şerîfi ve bayramı bütün bir ömrün ve âkıbetinin fotoğrafını göstermek için dünyada her yıl yaşatmaktadır. Böyle bir gayret mevsimine böyle bir lütuf bayramı. Bir aylık bir talim ve tatbik. Sonra;

Bir ömür böyle yaşayış, ardından da ebedî bir bayram.

Yani;

Evveli rahmet,

Ortası mağfiret,

Sonu da cehennemden âzâd oluş!

Elbette;

Her türlü zahmetlere katlanmanın neticesinde açılan bir rahmet kapısının bayramıdır bu.

Sayısız günah ve kusurlarımıza samimî tevbelerle Hakk’a yönelişlere mukabil açılan mağrifet kapısının bayramıdır bu.

Sırat denilen kıldan ince kılıçtan keskin hayat köprüsünden, müstakîm olarak düşmeden geçebilmeyi temsil eden, yani cehennemden kurtuluş müjdesine mahzariyetin bayramıdır bu.

Lâkin;

Rahmetten uzaksa bir gönül, mağfirete nâil değilse ve cehennemden âzâd edilmemişse, onun bu dünyada her türlü keyfi yerinde olsa bile, bayram edebilecek nesi vardır? Hiç!

Öyleyse;

Gerçek bir bayram için rahmet kapısına koşmalı. Rahmet, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim. Rahmet, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Rahmet, ilim ve irfan. Rahmet, oruç ve sabır. Rahmet, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı. Rahmet, muzdaripleri ve mahrumları gözetebilmek. Rahmet, şelâleler misali bir akışla dağlara bayırlara, çoraklara ve kuraklara sular dağıtarak sonsuzluk deryâsına ulaşmaktır.

Yine;

Gerçek bir bayram için mağfiret kapısına koşmalı. Mağfiret, Cenâb-ı Hakk’ın affı için gece-gündüz gözyaşları içinde tevbe, istiğfar, duâ ve hâl-i ibâdet ve tilâvet üzere olmak. Mağfiret, bağışlanmak için başkalarının bize olan kusur ve hatalarından vazgeçebilmek. Mağfiret, bütün mahlûkata şefkat ve merhamet ile muamele edebilmek. Mağfiret, anneden yeni doğmuş gibi tertemiz olabilmek. Kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesi ile.

Yine;

Gerçek bayram için cehennemden âzâd oluş müjdesine mazhar olmaya gayret etmeli. Ateşten âzâd oluş, bizi cehenneme sokacak bütün kötülüklerden el çekmek demektir. Cennet yolunda her türlü mihneti büyük bir nimet bilip gayrettir. Rotanın cennetten sapmamasıdır. Kıldan ince köprüleri, düşmeden geçebilmektir. Ayaklar kaymadan sırât-ı müstakîm üzere yaşayabilmektir.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..

________________________
1 İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349.