İSLÂM KARDEŞLİKTİR, İSLÂM FEDÂKÂRLIKTIR,
İSLÂM MERHAMETTİR İSLÂM İNSANLIĞA RAHMETTİR!

 

YAZAR : M.Ali EŞMELİ

Malûm; insanlık, beşer nefsinin zalim kuraklığında can çekişiyordu. Çaresizdi.

Göklerden bir rahmet nasip oldu:

İslâm.

Gönüller yeşermeye başladı.

Malûm; yığınla köleler vardı, kıl kadar değeri yoktu. Gaddar pençelerden onları koruyabilmek imkânsızdı.

Merhamet-i ilâhiyye acıdı, kudretli bir rahmet gücü gönderdi:

İslâm.

Kölelik eridi bitti, herkes aynı safta omuz omuza kullar hâline geldi.

Malûm; kadınlar, sahipsizdi. Toplumun en değersiz metâıydı. Doğan kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu vahşet, âdeta vazgeçilmez bir gelenek ve çiğnenmez bir kanun hükmüne dönüşmüştü. Mazlum gözyaşları, hunhar ve canavar ruhları aşamıyordu. Derken, hepsini aşıp geçen bir rahmet çağlayanı fışkırdı:

İslâm.

Kız çocukları gönüllerin bereketi ve evlerin hazinesi oldu. Kadınlara;

“Cennet, annelerin ayakları altındadır!” beyanı ile bambaşka bir şeref ve pâye verildi.

Malûm; zayıflar ve fakirler, daima horlanıyor ve eziliyordu. Fazîlet ve ahlâk, can çekişiyordu. Hiçbir çözüm, dertlere şifâ olamıyordu. Toplumlar, acımasız ve bencil dengesizlikler içinde kahroluyordu. Şükür ki, sonunda Hakk’ın şaşmaz terazisi, adâlet ayarları ile vaz‘ edilmiş bir dermân-ı rahmet gönderdi:

İslâm.

Zengin-fakir, gönül gönüle bütünleşti. Tarifsiz bir fazîlet yarışı başladı.

Malûm; kabîleler ve kitleler arasında gerçek bir kardeşlik yok, her çeşit düşmanlık çoktu. Hattâ; «Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.»

Bu duruma ilâhî adâlet el koydu ve evini, barkını ve malını bölüşebilen bir kardeşliği tesis eden bir rahmet nasip etti:

İslâm.

Gönüller, önce kardeşini düşünür hâle geldi. Kendisi muhtaç da olsa, önce kardeşine îsarda bulundu. Kendi susuzluktan ölse de, önce kardeşine su içirdi.

Malûm; zavallı hayvanlar, hırçın insanların elinde hiçbir hakka sahip değildi. Kırbaçlar altında inliyordu. Ağaçlar ve bitkiler de târumardı. Nihayet insanları hizaya getiren ve; «Her şey ilâhî emânettir, her şeyin hesabı verilecektir!» şuurunu idraklere zerk eden bir rahmet geldi:

İslâm.

Diğer mahlûkat da böylece rahat bir nefes aldı. Artık;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu…

diyen gönüller yetişti.

Çünkü İslâm;

İlk fermanı; «Oku!» olan bir kitâb-ı rahmet ile geldi.

Evvelâ;

Rahmeti okuttu, rahmeti öğretti, rahmeti yaşattı. Bu hakikati ifade için Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Ey Rasûlüm!)

Sana kitabı;

◆Ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için,

◆İnanan kimselere de;

–Doğru yol rehberi ve

–Rahmet olarak indirdik.” (en-Nahl, 64)

“(Dikkatli bak;) Allah,

◆Gökten su indirir ve

◆Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir.

Kulak veren kimseler için bunda ibret vardır.” (en-Nahl, 65)

“(İşte, gönüllerde de aynen böyle bir tecellî için),

◆Sana her şeyi açıklayan ve

◆Müslümanlara doğruyu gösteren,

–Bir rehber,

–Müjde ve

–Rahmet olarak Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 89)

(Buyurduk ki):

“Ey insanlar! Rabbinizden size;

–Bir öğüt ve

–Kalplerde olana şifâ,

–İnananlara doğruyu gösteren bir rehber ve

–Rahmet gelmiştir.”

“De ki (ey Rasûlüm):

«–Bunlar;

◆Allâh’ın bol nimeti ve

◆Rahmetiyledir.»

Buna sevinsinler…” (Yûnus, 57-58)

İşte;

Böylesine rahmet menbaı bir kitap ile gelen İslâm, insanlığa gerçek şifâyı getirdi. Hasta ve bîtap gönüller, ondaki rahmet ile derman buldu. Yolunu şaşırmış zavallılar, hakikî rehbere kavuştu. En kuru çöller bile İslâm ile rahmete gark oldu.

Velhâsıl İslâm;

Kulları, rahmet ekseninde Rahmân ile buluşturdu. Rahmân’ın huzûruna yöneltti. Rahmet tecellîleriyle donattı. Rahmet istikametinde bir ömrün ve ebedî kurtuluşun sırlarını ilâhî ifadelerle de şöyle tâlim etti:

“(Yüce Allah’tır) Rahman,
Öğrettiğidir Kur’ân,

Yarattığıdır insan,
Öğrettiğidir beyan…

Hesaba göre eyler,
Güneş ve ay deveran.

Bitkiler ve ağaçlar,
Hepsi secdede her an.

Göğü de O yükseltti,
Koydu şaşmayan mîzan.

(Buyurdu:) «Ölçüde siz,
Olmayın haddi aşan!

Tartıda âdil olun,
Karıştırmayın hüsran!»” (er-Rahmân, 1-9)

İnsanlığın kurtuluşu olan işte bu rahmet hamlesi; Mekke ve Medine’yi huzur, kardeşlik, fedâkârlık ve bereketle doldurdu. Sonra bütün kıt’alara gönülleri kucaklaya kucaklaya yayıldı.

Kötülük ve inkâr, o lekesiz rahmet karşısında daima mağlûp düştü.

Yalancılar, fareler misali yuvalarına kaçıştı.

Hâinler ise; açıkça ve hakikati çarpıtmadan mücadele edemedikleri bu güçlü rahmete karşı, daha o günlerden itibaren kendi uydurdukları gerçek dışı lâfların arkasına sindiler. Kaybettiler. İmtihân-ı ilâhî olarak vahiy kâtipliği yapmış bir gafil de, şeytana uyarak onlardaki hataya sürüklendi. Perişan oldu. Hazret-i Mevlânâ anlatır:

“Hazret-i Osman’dan önce bir kâtip vardı ki, vahyolunan âyetleri dikkatle yazmaya çalışırdı. Hazret-i Peygamber kendisine vahyedilen âyetleri söyleyince, o her bir kâğıda yazardı.

Vahyin nurları o kâtibe de vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.

Peygamberimiz de, onun gönlüne doğan hikmetleri aynen ifade buyururdu. O zavallı kişi, bu yüzden ne oldum delisi oldu da yoldan çıktı. Başladı saçma sapan konuşmaya:

«–Allah nûru ile nurlanan peygamber ne söylüyorsa, o hakikat, benim gönlüme de doğuyor.»

Onun bu düşüncesinin kapkara yansıması, Rasûlullah Efendimiz’e aksetti. Allâh’ın kahrı da, o kâtibin canına geldi çattı. Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kin güderek, Rasûlullah Efendimiz’in ve İslâm dîninin düşmanı oldu.

Hazret-i Mustafâ Efendimiz, onu bir nefeste ilzam etti:

«–Ey inatçı kâfir, mademki nur sendendi, neden şimdi nursuz kaldın, kapkara kesildin? Eğer ilâhî bir nur kaynağı olmuş olsaydın, senden böyle kapkara su fışkırır mı idi?»

Hâin kâtip, şunun bunun yanında adı kötüye çıkmasın diye ağzını açıp bir şey söylemedi.

Bu sebeple, için için yanıp yakılıyor, fakat tuhafı şu ki, gururundan da bir türlü tevbe edemiyordu. Ah ediyordu, fakat bu faydasız bir ah idi. Zira kılıç gelmiş, başı uçurmuştu.

Yazık ki;

Hikmetin gönlüne aksedişi, o kötü huylu kâtibi yoldan çıkardı.

(Ey nûr-i ilâhîden istifadeye mazhar olan kişi! Bu felâketten ibret al! Al ki;)

Sen de kendini görme, kendinde bir şeyler bulma da, bu görüşün seni doğru yoldan saptırmasın!”

İslâm’a o kâtibin hücumu bile aslında ehl-i îmâna rahmet dolu ilâhî kelâmın açık bir meydan okuyuşundan ibaretti. Şaşmaz gerçeğin şu hâkimâne haykırışıydı:

“–Madem sen, Peygamber yanında iken yani orada serbest olmadığın hâlde böyle katkılar yapabiliyordun. Haydi şimdi kendince serbestsin, dilediğin gibi aynı şekilde göstersene maharetini! Bir iki âyet yazıversene, haydi!”

Hikmet-i ilâhî işte bu:

O kâtibin irtidâdı ile onun yalancılığı, rahmet olan yüce kitabın da lekesiz doğruluğu tecellî etmiş oldu. Âyet açık:

“Kur’ân;

•Uydurulabilen bir söz değildir.

•Ancak kendinden önceki Kitapları tasdik eden,

•İnanan millete her şeyi açıklayan,

•Doğru yolu gösteren,

–Bir rehber ve

–Rahmettir.” (Yûsuf, 111)

Tabiî, rahmete talip olanlar için bu hakikat âşikâr.

Lâkin;

Nefsine ve şeytana uyup da zâhirde rahmete, bâtında ise azaba talip olanlar için ise felâket habercisi.

Aykırı gidenler için can darlığı.

Nasipsizler için keyiflerine set vuran bir engel.

Hele İslâm düşmanları için bir kâbus.

Bunun için;

İslâm’ın berraklığı ve rahmet oluşuna karşı, kendi kir ve çamurlarını ortaya koyup da mücadele edemeyeceklerini bildiklerinden dolayı azılı düşmanlar, umumiyetle sûret-i haktan görünerek İslâm’a ve müslümanlara zarar vermeyi tercih etmişlerdir. Son iki yüz yıldır batı dünyasının ikiyüzlü bir şekilde İslâm’ı çirkin göstermeye çalışmasının ardında bu gerçek vardır. Kendi içlerinde kullandıkları şu yorumlu itiraf cümlesi de bunun açık ifadesidir:

“–Biz İslâm ile boy ölçüşemeyiz. Her bakımdan İslâm avantajlı. Bir defa kitabı hiç bozulmamış. Üstelik İslâm, kendinden önceki peygamberlere inanıyor ve tutarlı bir çizgi sergiliyor. Doğruluk ve adâleti mükemmel. Onun olduğu şekliyle anlatılmasına engel olamazsak, bütün batıyı İslâm’a kaptırırız. Dolayısıyla İslâm hakkında yalan söylemeye mecburuz. Onu olduğundan farklı ve kötü göstermeye mecburuz. Onu, mükemmelliğini bile bile de olsa karalamaya mecburuz. Bin bir anarşi ve felâket üretip de ona yakıştırmaya ve yapıştırmaya mecburuz. Kâfirle dost, müslümanla kavgalı mezhepler çıkarmaya ve şiddetli aykırılıklar doğurup onları körüklemeye mecburuz. Ancak bu şekilde onunla mücadele edebiliriz. Ancak bu şekilde İslâm’a karşı insanları soğutabiliriz. Her zaman vazgeçilmez metot, sağdan yaklaşıp soldan pusuya düşürmek…”

Bugün İslâm memleketlerinde ölüm dolu çalkantıların ve felâketle yaşananların altında hep bu acı gerçekler var.

Yüksek bir sabır ve şuurlanma ile ders almak gerek.

Ta Efendimiz zamanında yaşananlara da bilhassa dikkatle bakarak ibretler almak gerek.

Yine Hazret-i Mevlânâ’nın dilinden okuyalım:

“Ey dertli mü’min!

Aykırı gidiş ve eğri yürüyüşe ait, Kur’ân-ı Kerim’den bir başka örnek dinlemek yerinde olur.

Münafıklar, şöyle bir tek-çift oyununu (hile ve aldatma oyununu) Hazret-i Peygamber’le de oynamak istediler.

Onlar;

«–Hazret-i Ahmed’in dînini, yani Müslümanlığı yüceltmek için bir mescid yapalım.» demişlerdi.

Hâlbuki onların maksadı dîni yüceltmek değil, dinden dönmekti.

Onlar böylece ters bir oyun oynadılar. Kuba köyünde Rasûlullah Efendimiz’in evvelce temelini atmış olduğu Kuba Mescidi’nden başka bir mescid yaptılar.

Bu yeni mescidin döşemesi, tavanı, kubbesi süslü idi. Fakat onlar yeni bir mescid yapmakla, asıl Kuba Mescidi’nin cemaatini bölmek istemişlerdi.

Yalvarmak için Hazret-i Peygamber’in huzûruna geldiler, deve gibi önünde diz çöktüler. İstirhamda bulundular:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Lütuf ve ihsanda bulunmuş olmak için, bir seferlik de o mescide gelip orayı şereflendirseniz olmaz mı? Böylece orası da mübârek ayaklarınızla bereketlense, böylece Sen’in yüce adın kıyâmete kadar unutulmasa, ter ü taze kalsa.

Şüphe yok ki bu mescid;

Çamurlu, bulutlu günlerde, darlık ve yoksulluk zamanlarında namaz kılınmak için yapılmıştır.

Bir garip gelirse; orada kendine yer bulsun, hayırlara ersin. Bu hizmet konağında bolluğa ulaşsın, sevaplar kazansın diye yapılmıştır.

İstedik ki din töresi çoğalsın, dolsun, taşsın. Çünkü dostlarla acı yemiş bile tatlılaşır.

Bir an için olsun orayı şereflendir, bizi günahlarımızdan arındır. Bizi sahâbe ile, arkadaşlarınla tanıştır.

Mescidi de, mesciddekileri de sevindir, lütufta bulun!

Biliyoruz;

Sen bir aysın, biz de geceyiz.

Bir an için olsun, bizimle beraber bulun ki, ey cemâli rûhları aydınlatan güneş, karanlık gece Sen’in mübârek yüzünle aydınlansın, gündüze dönsün!”

Bu şekilde;

Allâh’ın Peygamberi’ne tatlı tatlı yalanlar söylediler, hile ve masal atını meydana sürdüler.

Ah ne olurdu o münafıklar îmâna gelseler de, bu sözleri gönülden söy­lemiş olsalardı ve muradlarına erselerdi.

Ey dostlar!

Candan ve gönülden gelmeyen, sadece dilden dökülen sözler süprüntülükte yetişen yeşilliğe benzer.

Tabiî;

O şefkatli, merhametli Peygamber de, onlara gülümsemekten ve peki demekten başka bir şey yapmadı. O topluluğun teşekkür edilecek işlerini yâd etti. Dileklerini yerine getireceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi.

Hâlbuki;

Onların hileleri, süt içinde kıl görünür gibi, bir bir Peygamber’e görünüyordu.

Fakat o lütuf sahibi Peygamber; kılı görmezlikten geliyor da, ke­rem buyuruyor, sütü övüyordu.

Münafıkların yüz binlerce hile ve düzen kılına o an gözlerini kapamış, hiçbirini görmüyordu.

Lütuf ve kerem denizi olan o büyük Peygamber, pek doğru olarak;

«–Ben size sizden daha şefkatliyim.» diye buyurmuştu.

Yine buyurmuştu ki:

«–Bir adam ateş yakar. Davarlarla, deve yavruları kendilerini ateşe atmaya uğraşırlar. Adam da buna engel olmaya çabalar. Ben de sizi kuşaklarınızdan yakalamış, ateşe atılmanıza mâni olmaya çalışıyorum. Siz ise elimden kaçmaya uğraşıyorsunuz.» (Cami’u’s-Sagîr, c. II, s. 136.)

Yani:

«–Siz pervâne gibi o tarafa koşuyor ve cehennem ateşine atılmak istiyorsunuz; benim elim ise, sineklik gibi pervâne kovmaktadır.»

Nihayet;

Peygamber Efendimiz kalkıp o tarafa gitmek isteyince, Allâh’ın fermanı;

«–Habîbim; bu gulyabânî sözünü dinleme ve tekliflerini kabul etme!» diye seslendi.

Çünkü bu habis münafıklar hile yoluna saptılar; söyledikleri sözlerin de hepsinin aksini yaptılar.

Onların kastı; hile, karanlık işler ve kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlar ve yahudiler, İslâm dîninin hayrını isterler mi?

Onlar cehennem köprüsünün üstüne bir mescid yaptılar da, Allâh’a karşı hile oyunu oynadılar.

Onların maksadı, Rasûlullâh’ın sahâbesini birbirine düşürmekti. (Yani Kuba’daki müslümanların bir kısmını kendi mescidlerine çekip mü’minleri ikiye böleceklerdi.) Her boşboğaz, Hakk’a inananların birliklerindeki üstünlüğü nereden bilecekti?

Onlar Şam’dan buraya bir yahudi getirmeyi tasarlamışlardı. Orada bu­lunan yahudiler, o Şamlı yahudinin vaazından sarhoş olmuşlardı.

Hazret-i Peygamber;

«–Gelmeye gelirim ama, şimdi yol üstündeyiz; savaşa gidiyoruz. Savaştan dönünce o mescide gelirim.» buyurdu.

Böylece onlara tedbirli oldu.

Kendisi Tebük’e gitti. O azgınlara, o hilecilere karşı basîretle davrandı.

Peygamber Efendimiz seferden dönünce, münafıklar tekrar gelip ev­velki va‘din yerine getirilmesini istediler.

Cenâb-ı Hak emretti:

«–Ey Peygamber! Onların hâinliklerini açıkça söyle, sonu savaş bile olsa açığa vur, çekinme!»

Rasûlullah Efendimiz de;

«–Ey hileci kişiler, susun da sırlarınızı açığa vurmayayım!» dedi.

Sonra oyunlarından, sırlarından birkaçını ortaya atınca da işleri kötü­leşti. Münafıkların elçileri;

«–Hâşâ hâşâ!..» demeye başladılar.

Her münafık; koltuğu altına bir Kur’ân sahifesi koyup, hile ile Peygamberimiz’in yanına geldi.

Yemin etmeye başladı. Çünkü yemin bir kalkandır. Yalancıların töresidir.

Doğru olmayan kişinin dîne vefâsı yoktur. Bu yüzden ettiği yemini her zaman bozar.

Ancak, doğru kişilerin yemin etmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların iyiyi kötüden ayırt eden, aydın iki gözü vardır.

Verilmiş sözü, yemini, andı bozmak; ahmaklıktan ileri gelir. Yemininde durmak, vefâ göstermek temiz kişinin, müttakî olanın işidir.

Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:

«–Sizin yemininize mi inanayım, yoksa Allâh’ın yeminine mi?»

Münafıklar, yine ellerinde mushaf, sanki oruçlu imiş gibi geldiler, and içtiler, yemin ettiler:

«–Bu pâk ve doğru Kelâm-ı Kadîm için o mescidin yapılmasında Allah rızâsı umulmuştur. Orada hiçbir hile yoktur. Orada ancak ilâhî zikir vardır. Gerçeklik, dostluk vardır.»

Peygamber buyurdu ki:

«–Allâh’ın sesi; uzaklardan geri dönüp gelen ses gibi, yankı gibi kulağıma gelmektedir. Fakat ey gafiller! Allâh’ın sesini duymayasınız diye, Cenâb-ı Hak si­zin kulaklarınızı mühürlemiştir, tıkamıştır.

Allâh’ın sesi açıkça bana geliyor. Ben safı tortudan ayırt ettiğim gibi, onu başka seslerden ayırt edebiliyorum.»

Münafıklar vahiy nûrundan acze düştüler, yeniden yeminlere başladılar:

«–Cenâb-ı Hak yemin için siper, yani kalkan demiştir. Savaş eri nasıl olur da kalkanı elinden atar?»

Hazret-i Peygamber tekrar onları apaçık yalanladı. Güzel, tatlı bir sözle;

«–Yine yalan söylediniz.» buyurdu.

Münafıkların kötü düşünceleri yüzünden Peygamber Efendimiz, va‘dini Allah emriyle iptal edince, sahâbeden birinin gönlüne inkâr hissi geldi ve bir an şöyle düşündü:

«–Bu Peygamber; bu kadar yaşlı başlı, ak sakallı kişileri neden utandırıyor?

Kerem nerede, ayıbı örtmek nerede, hayâ nerede?

Peygamberler yüz binlerce ayıbı örtmezler mi?»

Böyle düşündü, ama;

Az sonra Peygamber hakkındaki bu düşüncesinden yüzü sarardı, mahcup düştü. Hemen cân u gönülden tevbe etti. Anladı ki, münafıklarla dost olmanın uğursuzluğu, mü’mini de onlar gibi çirkinleştirir ve âsî kılar.

O sahâbî başladı yalvarmaya:

«–Ey bütün sırları bilen Rabbim! Bu düşüncelerden beni kurtar!

Bakışım nasıl elimde değilse, gönlüm de elimde değil. Elimde olsaydı şu anda gönlümü öfke ile yakar, yandırırdım.»

Bu düşünce arasında uykuya daldı.

Rüyasında münafıkların mescidini pisliklerle dolu gördü.

Mescidin taşları pislikler içinde harap olmuştu. Taşlar arasından kara dumanlar tütmede idi.

O duman, rüyayı görenin ağzına, yüzüne girdi, boğazını yaktı. O acı dumanın korkusu ile sıçradı, uykudan uyandı.

O anda secdeye kapandı da ağladı ağladı:

«–Allâh’ım! Bunlar münkirlik belirtisi!

Kahır ve gazap; beni îman nûrundan ayıran böyle bir hilimden, şefkatten daha iyidir.»

Bütün sahâbe mescid hakkında apaçık bir rüya gördü. Böylece münafık­ların o mescidi yapmaktaki maksatları meydana çıktı.

Bu rüyaları birer birer anlatsam, şüphe edenler de tam inanca ererler, arınırlar, mânevî zevkler duyarlar, gönül safâsı elde ederler.

Bilmeli ki;

Kur’ân’ın hikmetleri, mü’minin kaybolmuş malı gibidir. Elbette herkes kaybolmuş malını bilir, tanır.

Münafıkların yaptıkları mescidin gerçek bir mescid olmadığı; hile yuvası, çıfıt tuzağı olduğu meydana çıkınca, Hazret-i Peygamber, o yapının yıkılmasını, orasının çerçöp, kül atılacak bir süprüntülük hâline getirilmesini emretti.

Mescid sahipleri yani münafıklar da yaptıkları mescid gibi sahte idiler. Onların bu mescidi yapışları, avcının tuzağa taneler saçması gibi, avlamak içindi. Cömertlik eseri değildi. Balıkçının oltasına taktığı et parçası; balıklara bir ikram, bir bahşiş, bir cömertlik değildir.

Adâlet emîri olan Rasûlullah Efendimiz Kuba Mescidi’ne denk olmayan o mescidi yaktı ve yıktı.

Îmanlı bir kişi ile îmansız bir kişinin yeryüzünde bulunan mezarlarındaki hâlleri bile ayrıdır. Bir değildir. Öbür âlemdeki hâl farkları hak­kında ben ne söyleyebilirim?

Ey Hak yolunun yolcusu!

Yaptığın işi ve kendi hâlini mihenge vur da, dikkat et; sakın, sen de bir Mescid-i Dırar yapmış, bir fitne çıkarmış olmayasın!”

Bu ikaz gösteriyor ki:

İslâm kardeşliğini her şeye rağmen ihlâsla ve çok şuurlu yaşamak lâzım. Bünyân-ı marsûs hâlinde, kenetlenmiş bir bina gibi yaşamak lâzım. Ta ki, Dırar Mescidleri ümmet-i Muhammed’i ikiye üçe bölmesin. Bu hususta bilhassa kardeşliği korumak için başkalarının oynadığı oyunları birbirimize sıçratmaktan ziyade, nefsimizi muâheze etmemiz daha elzemdir. Unutmamalı ki Hazret-i Ömer gibi yüce bir şahsiyet; «Acaba ben münafık mıyım?» diye kendisini muhasebe ettiği için fitne ona hiçbir şekilde yol bulamamıştır.

Bu şuur ışığında ayrıca Dırar hâdisesi;

Dünya müslümanları üzerinde oynanan oyunları anlamaya da açık bir ayna gibidir.

Yüce Allah, o oyunun içinde olup İslâm’ı karalamaya çalışanları daima fâş etmiş ve kıyâmete kadar muhafaza sözü verdiği dîn-i mübînini korumuştur, koruyacaktır. Âyette buyurulur:

“İnkâr edenler, inananlar için;

«–Eğer İslâm’da bir hayır olsaydı, bu hususta bizden öne geçemezlerdi.» derler.

Bununla doğru yola girmedikleri için de;

«–Bu, eski bir uydurmadır.» derler.” (el-Ahkaf, 11)

Anlamazlar ki;

“Kim İslâm’dan başka bir dîne yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O âhirette de kaybedenlerdendir.” (Âl-i İmrân, 85)

Onların vaziyeti bu.

Bugünkü temsilcileri de aynı yoldan gidiyor.

Rahmet dîni olan İslâm’ı terörle yan yana zikredebilmek için türlü hilelere başvururlarken tahrif ederek yazdıkları şu cümleleri görmezlikten geliyorlar:

“Orduların Rabbi şöyle diyor: (…) vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına ve çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!” (I. Samuel, 15, 2-3)

“…Vurun, gözünüz esirgemesin ve acımayın. İhtiyarı, genci, ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helâk için vurun!” (Hezekiel, 9, 4-6)

“… Yavruları gözleri önünde yere çalınacak; evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” (İşaya, 13, 15-16)

Bu çerçevede işlenen daha o kadar çok katliâmlar var ki… Başlı başına ciltler oluşturur… Son zamanlarda doğuda yaşananlar cabası… İşin en tuhaf yanı da, bütün bu katliâmların ve vahşetlerin temelinde niyetlerin, insânîlik olması, demokrasi ihracı olmasıdır. Bir insânîlik ve demokrasi ihracı; bu kadar katliâm, cinayet, vahşet, zulüm ve soykırım sebebi olabilir mi? Sonra da;

Rahmet dîni olan İslâm’ı lekeleme çalışmaları. Hazret-i Mevlânâ, öylelerinin yakıştırmalarına gereken cevabı güzel yapıştırır:

“Köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez.”

Şiirin diliyle:

İslâm’ın binası Hakk’ın sarayı,
Öyle sağlamdır ki haktan dolayı;
Kim dokunsa onun bir tek taşına,
Çekmiştir başına sonsuz belâyı… (Seyrî)

Mevlâ, hepimize sonsuz kurtuluş nasip eylesin, münafıklığın zararlarından emin eylesin.

Bunun için;

İslâm’ın güler yüzünü, kardeşliğini, fedâkârlığını ve rahmetini yaşayan gönüllerden eylesin!..

Âmîn!..