İNSANLIĞIN ve ÖTELERİN EFENDİSİ

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli-SAYİ122

Evvelâ; hamd ü senâ, hem de şükür Allâh’a,
Hem salât hem de selâm şanlı Rasûlullâh’a! (Seyrî)

Bu dünyada;

İnsanlığın yegâne meselesi şu:

Bütün bir ömrün gerçeği, özü ve neticesi hakkında elzem olan ilâhî rahmetten semâvî bir nasip alabilmek.

Zira fânî hayat;

Göklerden bir nasip olmadıkça çölden başka bir şey değil. İçini dolduran onca hevesler, telâşlar, hâdiseler, çalkantılar, kavgalar, savaşlar, zulümler vesaire itibarıyla berbat bir sahrâ.

Âdeta;

Beşeriyetteki semâsız toprak çöl, yaprak çöl, ırmak bile çöl. Çünkü göklerden sunulan ilâhî rahmet ile yeşermedikçe gönüller çöl, akıllar çöl, fikirler çöl, yaşayışlar çöl, her şey çöl misali.

Elbette bu vaziyetteki;

Bütün inançlar kupkuru, fazîletler kupkuru. Vicdanlar kupkuru. Ruhlar kupkuru. Ahlâklar kupkuru.

Elbette;

Kuruysa candaki dünyâ, o çöl değil de nedir?
Hayatta yağmasa gök, pâk olur mu yerdeki kir? (Seyrî)

Demek ki illâ;

Gökten bir yağış ve onun içinde arınış gerek!

Bunun için göklerden;

Özellikle gönülleri, ruhları, inançları, idrakleri ve hayatları testi testi dolduran ilâhî yağışlar olmuştur daima yeryüzüne.

En bereketlisi de;

Nisan yağmuru!

Zâhirî iklime yağıştan daha bereketli olarak, mânevî iklime yağan bir rahmet-i ilâhiyye!

Kulların akıl ve gönül çoraklığını ve ruh çöllerini nisana dönüştüren bir yağmur!

O;

Rabbimiz’in; «Habîbim» dediği bir Ebr-i Nîsan.

Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Daima;

«Ümmetî!» diyerek akan bir rahmet yağmuru.

O ancak âlemlere rahmet.

O bir âb-ı hayat, sonsuzluk yağmuru.

O’ndan kana kana içerek îmânını, ahlâkını ve hayatını cennete dönüştürenlere ne mutlu!

Fânî ömrünü o rahmetle ebedîleştirenlere müjdeler olsun!

O öyle bir rahmet ki;

İnsanlığın şahsiyet özü. O öz olmadan hiçbir insanın değeri yok. Beşeriyet için her kıymetin cevheri onda. O’nun cevheri, varlığın en mükemmel ve muhteşem özellikleriyle müzeyyen. O’ndaki her özellik;

İnsanoğluna dünyada ve âhirette sayısız ve sonsuz nasiplerin hakikati.

Her özelliği; zirve, müstesnâ ve şahsiyette eşsiz.

Her yönüyle;

İnsanlığın ve ötelerin Efendisi O.

Seyyidü’l-verâ O.

Seyyidü’l-ebed O.

Çünkü;

O’nun şahsiyetinde; sadece ilâhî güzellikleri, yüce ahlâkı, İslâm’ın mükemmelliğini, medeniyetler kuran fazîletleri yaşamak ve yansıtmak vardı. O; fizikteki etkiye tepki prensibinin ham reflekslerinin hiç görülmediği, emsalsiz bir âbide şahsiyetti.

İnsanlar, umumiyetle yaşadıkları etkilerin aynıyla tepki verirler. Kendilerine yanlış yaptıklarını düşündükleri kimselere; o bahaneyi yüksek sesle dillendirerek, olmadık tavırlar içinde olur ve bunda da nefislerini haklı görürler;

“‒Ne yapayım? Böyle olunca böyle oldu!” derler.

Güzel ahlâklı denilen nice kimsenin bile, canını acıtan çirkin bir davranış karşısında;

«‒Bu ne menem iş!» diye öfkelenmesi neticesinde o çirkinliğe benzer bir başka davranışa kendisini haklı bularak bulaştığı çok görülür.

Bomboş kavgaların arka plânında hep bu refleks vardır.

Kan dâvâlarının temelinde de bu refleks var.

Etkinin cinsi, tepkinin cinsini oluşturur bu reflekste.

Cefâya uğrayan kimse, fırsatını bulduğu anda aynısını bazen fazlasını karşı tarafa yansıtır ve;

“‒Sen yaparken iyiydi. Gör bakalım nasıl oluyormuş!” lâkırdısıyla özetler, içindeki hınç dolu refleksi.

İşte bu beşerî hamlığın, etkiye tepki prensibinin ham reflekslerinin en büyük ve yegâne istisnâsı Hazret-i Peygamber-sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

O; düz bir fizik kaidesinin kaba ayarları ile değil, hangi çeşit etki olursa olsun ilâhî ahlâkı, emirleri ve güzellikleri en mükemmel şekilde yaşayabilen ve yansıtabilen yüce terazi ile yaşadı bir ömür.

Hiçbir kötülük O’nda yankı bulamadı. Bahane oluşturamadı. En ağır etkilerde de bulunsa hiçbir çirkinlik, O’nda aynı mahiyette en küçük bir refleks meydana getiremedi. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en ağır kötülükler karşısında bile yine en güzel iyilikleri sergileyebilen bir şahsiyet âbidesi idi.

En fecî zulümlere uğradı. Zalimlerin en dayanılmaz ezâ ve cefâlarına karşı bile akıl almaz bir adâlet ve merhamet örneği oldu. Zulüm etkisinin aynı tepkisi ile değil, göklerdeki ilâhî adâlet tesirinin aynı düsturu ile yüce fazîletlere ayna oldu.

Kendisini öldürmeye geleni bile;

“‒Mademki bu menfur düşünce ile geldin, lânet olsun sana, asıl sen geber!” yaklaşımlarının boğukluğu ile değil, diriltici bir hidâyet yansıması ile onu da kuşattı.

Ne kadar rezil bir ahlâkla karşılaşsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine en güzel ahlâklıydı.

En ahmak ve anlayışsız kimselere ve onların kabalıklarına çok acı şekilde de muhatap olsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine en anlayışlıydı, en akıllıydı.

En ağır hakaretlerle de karşılaşsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine en güzel sözlü idi.

En berbat yalanlarla da karşılaşsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine en doğru idi.

En çetin ihânetlerin ortasında da kalsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine en metin şekilde Hakk’a sadâkat âbidesiydi.

Ne kadar gaddar ve hunhar acımasızlıklarla da karşılaşsa, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine merhamet ve şefkat nümûnesiydi.

Ne yapıp edip O’nu helâk etmeye çalışanlara karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine yegâne kurtuluştu.

Başına belâlar ve zahmetler yağdıranlara karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine ancak rahmetti.

Bin bir tuzak ve hile ile O’na zehir uzatanlara karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine derman ve şifâ sunmaktaydı.

Ömrünü O’na düşmanlıkla geçirenlere karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine müthiş bir sabırla dostluk ve kardeşlik aksettiriyordu.

Gırtlaklarını patlatırcasına; «Cinayet!» diye bağıranlara karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine; «Hidâyet!» diye sesleniyordu.

İllâ;

Davranışlarında ve hayat rotalarında alev alev cehennemi seçenlere karşı da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine ravza ikliminde cenneti gösteriyordu.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

İnsanlığın efendisiydi. Ötelerin efendisiydi. Gayesi, buraların çukurlarında boğulanları ötelerin yüceliğine eriştirmekti.

Kendisini kavgaya ve felâkete çağıranları da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine ebedî huzura ve sonsuz saâdete çağırdı.

İşte misli yok bir efendilik bu!

İşte bugün ümmetin de mutlaka idrak etmesi gereken ve her probleme çare, yüce ahlâk! Allâh’ın sevdiği en yüce ahlâk!

Bugün İslâm dünyası, içlerine batının attığı ayrılık ve düşmanlık mikropları ve virüslerinin oluşturduğu refleksler ile değil ancak ve ancak bu Peygamberî ahlâk ile davranış olgunluğuna ulaşabilirse, işte o zaman iki yüz yıldır doğuyu saran içi zulüm ve felâket dolu kargaşaları bertaraf edebilecektir.

Bilmeli ki;

Tuhaf bir etkiyle, üstelik sadece düşmana yarayacak bir nefsâniyet ve gafleti refleks edinenler; şayet, O’nun gibi derman bir uyanışı idrak edebilseler, mikroplar devre dışı kalacak.

Herhangi bir etkiyle hıncı ve öfkeyi refleks edinenler; eğer, O’nun gibi af ve merhamete sarılabilseler, düşmanlıklar yok olacak.

Gerekçeli etkilerle soğuk bakışları ve donuk yüzlülüğü refleks edinenler de; O’nun gibi sıcacık bakışlar ile mütebessim bir çehre olabilseler, bütün dikenliklerde güller açmaya başlayacak.

Unutmamalı;

O’nun her güzelliği her şeye rağmendi.

O’nun en yüce ahlâkı, her şeye rağmendi.

O’nun müstesnâ affı, merhameti, şefkati, kucaklaması, her şeye rağmendi.

O’nun basîret ve şuuru, her şeye rağmendi.

O’nun tebessümü de her şeye rağmendi.

O’ndaki hidâyet ve rahmet, her şeye rağmendi.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Her şeye rağmen asla şeytan ve nefse değil, sadece gönle fırsat veriyordu.

Her şeye rağmen asla mikropluğa değil, düşmanlığa hiç değil; sadece ve sadece şifâya, dostluğa ve kardeşliğe imkân tanıyordu.

Her şeye rağmen asla içlerde hiçbir nifaka, fitneye, hangi kılıfa girerse girsin dalâlet ve hüsrana geçit vermiyor; ancak ihlâs ve takvâ ile güzelleşmeye, mükemmelleşmeye, güçlenmeye, birlik ve beraberliğe, kısaca sırât-ı müstakîme uygun davranışlara kapı açıyordu.

Her şeye rağmen asla dışta ve içte hiçbir kirliliğe değil; illâ en temiz oluşa, pırıl pırıl ve berrak, ak ve pâk bir hâle ortam oluşturuyordu.

Bilmeyenler felâket istese de O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine hidâyet istiyordu.

Tâif’te;

Nasipsiz ruhlar, kendilerine sonsuzluğun cennetini uzatan O Varlık Nûru’na neler yapmadılar! Hakaretler ettiler. Taş yağmuruna tuttular. Yerler ve gökler hüzünle çalkalandı. Bütün melekler o kavmi helâk için emir beklediler:

Eğer o mazlum Gonca, dilerse, bütün Tâif,
Âd gibi, Semûd gibi olup azapla tevkif;

Yerle bir olacak, hep lânet okunacaktı,
Fakat O rahmet şâhı; âfâka baktı, baktı…

İlticâ etti: «-Yâ Rab, habîbin Muhammed’i,
Âleme rahmet diye gönderdin mâdem…» dedi:

«Hor hakir görülmemi, şu çâresizliğimi,
Ancak Sana arz eder Âmine’nin yetîmi…

Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen,
Eğer ki bana karşı gazap etmiş değilsen,

Bu çektiğim mihnete, aldırmam, şu belâya,
Kerem kıl, hidâyet ver, Tâifli cühelâya…

Azâb etme, İlâhî, rahmetindir huzûrum;
Râzı oluncaya dek affını diliyorum…»

İşte hâli Nebî’nin, yedi gökten yücedir,
Seyrî, O’na kıyasla; ahvâlimiz nicedir?..

O’nun bu müstesnâ hâline misaller çok.

Bedir günü;

Ehl-i İslâm’ı topyekûn yok etmeye gelmiş müşrik saflarından bir grup, sahâbe-i kirâmın kontrolünde bulunan su kuyusuna gelmişlerdi. Hayli susuzdular. İslâm askerleri tedbir bakımından onlara bu imkânı vermek istemedi. Durumu gören Hazret-i Peygamber;

“‒Bırakınız, içsinler!” buyurdu. (bkz. İbn-i Hişâm, II, 261)

Mekke fethinde;

Yıllardır kendisine ve ashâbına türlü türlü cefâ ve ezâ çektiren, sonunda yaşadığı topraklardan da hicrete sebep olanlara karşı hiçbir acı mukabelede bulunmadı. Sadece şöyle buyurdu:

“‒Bugün size Hazret-i Yûsuf’un kendi kardeşlerine dediği gibi diyorum ki:

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92)

Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz!

Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın; Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendire­ceği, üstünleştireceği bir gündür.” (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.)

O gün, Fedâle isimli biri Efendimiz’in yanına yaklaştı. Hâlâ maksadı, bir fırsat bulup O’nu öldürmekti. Hazret-i Peygamber, durumu mânen sezdi. Tebessümle Fedâle’ye baktı ve sordu:

“–Sen Fedâle misin?”

“–Evet!”

“–Ey Fedâle! Zihninde kur­duğun şeyden tevbe ve istiğfar et!”

Sonra mübârek ellerini onun sadrına koydu. O anda Fedâle’deki düşünce kayboldu. Derhal îmân etti. Artık Fedâle’nin gönlünde yaratılanların en sevgilisi Hazret-i Peygamber’di. (bkz. İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)

Zâhiren zayıflık demlerinde yaşanan acıların dayanılmazlığı karşısında sahâbe Peygamber Efendimiz’den şu talepte bulunmuştu:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Şu müşriklere bedduâ etseniz!”

Efendimiz’in mukabelesi şu oldu:

“–Allah Teâlâ beni lânetleyici ve kötüleyici olarak göndermedi. Bilâkis Hakk’a davet etmek için ve rahmet olarak gönderdi. Allâh’ım! Kavmime hidâyet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar.” (Beyhakî, Şuab, II, 164; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, I, 95. Bkz. Müslim, Birr, 87; Heysemî, VI, 117; İbn-i Hibbân, III, 254/973)

Şimdi;

Bu ahlâka ve fazîlete ne kadar muhtacız.

O emsalsiz örnekle yeniden şekillenmeye ihtiyacımız o kadar çok ki.

Zira;

Yeni türeyen markalı bilgiçler, eğitimin taze dimağlarına ilim adına en tehlikeli cehâleti şırınga ediyor. Reklâmlarla yaldızlanıp yıldız gibi gösterilen reziller, temiz nesillere sadece rezâleti ve çamurlanmayı öğretiyor. Kötüler, elbette yalnızca kötülüğü öğretiyor. Cânîler, cinayeti öğretiyor. Vampirler, nesillere sadece vampirliği öğretiyor. Zalimler, zalimlik öğretiyor. Fareler farelik aşılıyor. Leş yiyenler, leş yemeyi maharet zannettiriyor. Kargaların kişiliği, ne kadar allanıp pullansa da kargalık.

Küfrün şahsiyeti, ambalâjı ne olursa olsun, kâfirlik.

Velhâsıl;

Dünya yine O’nun hidâyetine muhtaç.

İnsanlık, ancak gerçek efendisine muhtaç.

Buradan gidiş hâlinde herkes, ötelerin efendisine muhtaç.

Hazret-i Peygamber’e muhtaç.

Çöller O Rahmet’e muhtaç.

Ne mutlu O’na nâil olabilen her damlaya!

Elbette;

O’na nâil olduğunca damlalar deryâ.

O’na nâil olduğumuzca, ancak insanız.

O’na burada nâil olabildiğimizce artık sonsuz ötelerde sahibimiz, şefaatçimiz O.

Yâ Rab!

Mazhar eyle!…

Âmîn…