İMTİHAN DÜNYASI

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Cenâb-ı Hak; insanı bu dünyaya, ilâhî takdirin bir neticesi olarak göndermiştir. İnsan bu hakikati ve gayeyi kavrayamazsa, kendince belirlediği fânî ve küçük hesaplar peşinde ömrünü tüketmektedir. Oysaki insan, hayatının her ânında imtihanla baş başa kalmaktadır. Bunun böyle olacağını Cenâb-ı Hak, Ankebût Sûresi’nin ikinci âyet-i kerîmesinde şöyle beyan buyurur:

“Şimdi bu insanlar sadece; «İnandık!» demekle kendi hâllerine bırakılacaklarını, dolayısıyla hiçbir sıkıntı ve zorlukla imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?”

Yüce Rabbimiz ilâhî kelâmında; insanın dünyada bulunuşunun bir gayesi olduğunu özellikle belirtip, Allâh’a kulluk hususunda mutlaka bir imtihana tâbî tutulacağını ona tekrar tekrar hatırlatır.

Kur’ân’a göre imtihan, göklerin ve yerin yaratılış maksadıdır. Ölüm ve hayatın gayesidir. İnsanoğlunun yeryüzündeki hayat macerasının adıdır. Bu açıdan imtihansız bir hayat mânâsızdır. İmtihanın gayesi de insanın dînî ve ahlâkî bakımdan olgunlaşmasıdır. İnsan; Allâh’a kulluk edip etmeme, en güzel ve en faydalı ameli işleyip işlememe hususlarında imtihan edilmektedir. İmtihan duygusu insanı, her an Rabbiyle beraberliğe sevk eder. Cenâb-ı Hak’tan hiçbir an gafil olunmamasını canlı tutar. Böylece insan bir heyecan duygusu içinde olur. Kazanmak veya kaybetmek, başarmak veya başaramamak endişesini daima taşır. Dolayısıyla; evde, sokakta, iş yerinde, kısacası hayatın her alanında imtihan edildiğini hiçbir zaman unutmaz.

Evlerimizde İslâm’ın istediği güzel ahlâk, sevgi ve saygı yaşanabilmekte mi, yoksa nezâket ve incelikten mahrum bir vasat mı hüküm sürmektedir?

Mü’min; sokakta yasak olandan gözlerini çevirmekte mi, yoksa iffet ve hayâdan yoksun mu davranmaktadır?

Memur ise iş yerinde kamu malını bir emânet olarak mı görmekte, yoksa helâl-haram demeden katıp karıştırmakta mıdır?

Vazife ve mes’ûliyetinde titiz midir yoksa işini savsaklamakta mıdır?

Çevresinde olanlara karşı kin, husumet vb. hislerini dizginleyebilmekte midir; yoksa kıskançlık ve bencilce temâyüllerine mahkûm olup fitne ve tefrikaya mı âlet olmaktadır?

Yine mü’min, sahip olduğu nimet ve güzelliklerle şımarmakta mıdır; yoksa maruz kaldığı mahrumiyet dolayısıyla karamsarlığa kapılıp nankörleşmekte midir?

Yoksa gerek nimet gerekse mahrumiyet ânında sabırla yoluna devam edip güzel ameller işleme peşinde midir?

Mü’min, ibâdet hayatıyla da imtihan edilmektedir. Meselâ namazı bir yük olarak mı görmekte yoksa bütün titizliğiyle huşû içerisinde Allâh’a yönelmekte midir?

Camilere sadece cumadan cumaya mı uğramakta yoksa günde beş vakit cemaatle namaz kılabilme arzu ve iştiyakını duymakta mıdır? Hazret-i Peygamber’in cemaatle ilgili müjde yüklü beyanlarına mazhar olma arzusunu taşımakta mı yoksa rehâvet içerisinde evde kıldığı namazlarla mes’ûliyetini yerine getirdiğini mi zannetmektedir?

Yine mü’min, mal ve mülkü sahasında da imtihan edilmektedir. Servetin, malın, mülkün Allâh’ın bir ihsanı olduğuna mı inanmakta; yoksa kendi bilgi ve becerisinden kaynaklandığını düşünüp böbürlenmekte midir?

Allâh’ın bahşettiği servet, mal ve mülkten ihtiyaç sahiplerine infak etmekte mi; yoksa; «Malım eksilir fakir düşerim…» gibi şeytânî vesveselerle kendisini aldatmakta mıdır? Doymak bilmez bir mal sevdası ile servet biriktirdiği hâlde, ihtiyaç sahiplerini görmezden mi gelmektedir? İnsanın bu hayatta imtihan edildiği konular içerisinde belki de en aldatıcı olanı; maddî-mânevî nimetlere mazhar kılınması, fakat bunların bir imtihan olduğunun farkına varmamasıdır. Bu açıdan, her nimet ve güzelliğin aynı zamanda bir imtihanı da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır.

Bu mevzuda yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Sonra (tekrar) kasem olsun ki; siz işte o gün (dünyada sizi Rabbinize itaat ve şükürden alıkoymuş olan) nimetlerden kesinlikle sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Bu gerçeği gönül sultanlarımızdan Hüdâyî Hazretleri de şöyle dile getirir:

Ol Hâlık-ı kevn ü mekân,

Kulların’ eyler imtihân,

Şükret Hüdâyî her zaman;

Eş-şükrü lillâhi’l-kerîm.

Birçok sahih hadîs-i şeriflerde; hurma ve su gibi zarurî yiyecek ve içeceklerden dahî mes’ul olunacağı, özellikle güvenlik ve sağlık, göz ve kulak gibi nimetlerin şükrünün sorulacağı bildirilmiştir. Bu sorgu, inkâr edenler için ağır bir azaba dönüşecektir. Farzları ihmal eden mü’min kimseler hakkında da zorlu bir muhâkeme vasfı taşıyacaktır. İbâdetlerini ve vazifelerini yapan mü’minler hakkında ise, nimetleri hatırlatma kabîlinden olacaktır.

Yine mü’min, cihad ve İslâm’a davet konularında imtihan edilmektedir. Dînin yaşanıp yaşatılması mevzuunda bütün gücü ile gayret sarf etmekte mi, yoksa derinlikten mahrum, şeklî olarak bazı dînî gelenekleri yerine getirmekle bütün yükü sırtından attığını mı zannetmektedir?

Mü’min bir taraftan ilâhî emirleri yerine getirip getirmeme; diğer taraftan da maruz kaldığı maddî, mânevî sıkıntı ve musîbetlere sabır ve metâneti ile denenir. Bazen çocukları ile, bazen eşiyle, kimi zaman öz kardeşiyle, en yakınındaki anne-babasıyla bile imtihana tâbî tutulabilir. Bazen de hastalık, yangın, sel, iflâs, deprem gibi musîbetlerle denemeden geçirilir. Kimi zaman sevdiklerini kaybetmekle, kimi zaman da dost olması gereken en yakınındaki insanların kendisine düşman olmasıyla imtihan edilir.

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; yaşanan bütün bu sıkıntı ve musîbetler, mü’minler açısından bir çeşit terbiye vazifesi görür. Kişi onlarla hayatın künhüne vâkıf olur. Her şeyin fânî, bâkî olanın ise sadece Allah Teâlâ olduğuna yakînen inanır. O’na olan bağlılığı ve sadâkati zirveye erişir. Şiddet ve zorluk esnasında bütün perdeler kalkar, kul ile Mevlâ baş başa kalır.

Nitekim bu durum Bakara Sûresi’nin 156. âyet-i kerîmesinde şöyle dile getirilir:

“O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman; «Biz Allâh’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.» derler.”

Şöyle bir misalle açıklayalım: Nasıl ki ateşte kızdırılan demir, çekiç darbeleri ile şekil alır, belirli bir kıvama girerse; belâ ve musîbetler karşısında da mü’minin İslâmî şahsiyeti olgunlaşır ve kıvama erer.

Cenâb-ı Hak; cümlemize dünyevî ve uhrevî imtihanlarda muvaffakiyetler nasip eylesin.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi yalvaralım:

Zerrece lutfunla günahlar gider,

Rahmetin deryâsı zenbi mahv eder,

Sen kabûl etmezsen kim kabûl eder?

Efendim, meded hey sultânım meded!..