İFTİRA ve ADÂLET

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Hayatta zor zamanlar olur. O zor zamanlarda insanların fıtratları ortaya çıkıverir.

Kimi yılan gibi, akrep gibi sokmanın zarar vermenin derdine düşer, ondan zevk alır.

Kimisi de vicdan sahibi, hakikî bir dost olmanın îcaplarını yerine getirir. Dertli ile dertlenir, üşüyenle üşür, sevinenle sevinir.

Rabbim çeşitli imtihanlarla bizleri sınar ki; gerçek hâller, gerçek sıfatlar ortaya çıksın.

Kimin kalbi selîm, kimin kalbi fesat ortaya çıksın.

Önce çok eski bir hâtıramı anlatayım. Buna güzel bir misaldir:

Askerde tavla çavuşuydum. Tavla, at ahırı demektir. O zamanlar askeriyede atlardan hâlâ istifade ediliyordu. 1957 senesi, askerliğimin son ayları idi. Subayların çoğu tarafından sevilir, takdir edilirdim.

Eğitime gitmezdim. Sürekli atlardan sorumluydum. Bir depom vardı, orada yatar kalkardım. Tavlanın nizamını, atların yemlerini temin eder, sağlıklı kalmalarına gayret ederdim. Maiyetimde; yem erleri, veteriner onbaşısı, atların altlarını temizleyenler ve nöbetçiler vardı.

Bir gün tavlaya birinci bölüğün komutanı geldi. Ben ikinci bölüktenim. Adını hâlâ unutmadım:

Sadettin TERZİ (Kıdemli Üsteğmen).

Şişmanca iri yarı bir adam. Geziyor tavlada. Bana bir tesbih gösterip;

“–Bu tesbihten lâzım, bir arkadaşım istedi?” dedi.

Gösterdiği şey, renkli ince kabloları örerek yapılan tesbih benzeri bir aksesuar. Genellikle hapishânelerde, asker ocağında can sıkıntısından yapılır. Ben hiç heves etmemişimdir öyle şeylere…

“–Bende yok.” dedim.

“–Kimsede yok mu, arkadaşlara sorsan…” deyince ben de nöbetçilere sordum;

“–Aranızda bu tesbihten olanınız var mı?” diye gösterdim.

Bir tanesi geldi;

“–Bende var.” dedi.

Komutan;

“–Bunu bana emânet verebilir misin?”

O da;

“–Elbette veririm.” dedi. Komutan tesbihi aldı, onun ismini yazdı. Benim adımı da yazdı. Geri verebilmek için yazdı sandık.

Meğer alayın anteni çalınmış. Kumandanlar telâşlanmışlar. «Bu bir casusluk mu, nedir?» diye. Ortalık karışmış. Alay komutanı albay çok kızmış. Araştırınca tesbih benzeri aksesuarları yapmak için kabloları çaldıklarını öğrenmişler. Casusluk vs. için olmadığını öğrenince içleri rahatlamış; ama yine de bu hırsızlığı yapanları, ne yaptığının farkında olmadan devlet malına zarar verenleri cezasız bırakmamak için tespite girişmişler.

Ertesi gün, alay komutanı; istisnâsız alaydaki bütün askerleri bir araya topladı. Burnundan soluyor. Müthiş öfkeli. Tesbihleri yapanlar, bu suçu işlemişlerdir düşüncesi…

“–Kim yaptı bu tesbihleri, ortaya çıksın!” diye seslendi. Kimse çıkmıyor…

“–Ben sizi çıkarmasını bilirim.” dedi. Çıkardı cebinden bir kâğıt. İsimleri okumaya başladı. İlk başta;

«Ahmet ZİYLAN!»

Benim hiçbir alâkam yok. Bana gelip sormuş ben de ona yardımcı olmuşum.

“–Sen mi yaptın bu tesbihleri?”

“–Hayır komutanım, ben üsteğmenime yardımcı olmaya çalıştım.” dedim. Döndü, bizim ismimizi yazan bölük komutanına;

“–Doğru mu?” dedi. O da;

“–Doğru.” dedi.

“–Neyse sen dur şöyle.” dedi.

Diğer ismi yazılanları çağırdı. Tek tek sordu:

“–Sen mi yaptın?”

“–Hayır, ben şundan aldım.”

“–O gelsin!”

Böylece bunları yapan üç kişiyi tespit ettiler. Neticede kendisi kablolardan tesbih yapmış olanlar; «Şundan aldık.» diye bir isim veremeyeceklerinden ve herkes orada olduğu için yalan da söyleyemeyeceklerinden, ilk yapanlar ortaya çıkmış oldu.

Komutan bunları dövdü, sövdü, öfkesini çıkarmaya çalıştı. Sonra da;

“–Bunlar mahkemede sürünecek. Devlet malına zarar vermenin cezasını çekecekler!.. Götür bunları hapse!..” diye bağırdı. Üsteğmen alay komutanına sordu:

“–Bu cebinde tesbih çıkan 10-12 kişiyi ne yapalım?”

Onların da ceza olarak, kanal inşaatına götürülmelerini emretti;

“–Bütün gün kanal kazsınlar!” dedi çekti, gitti. O günlerde alayın su kanalı inşa ediliyordu, künkler yerleştiriliyordu.

Benim adım var ama suçum yok. Fakat vazifelendirdiği kişiye, yani birinci bölüğün komutanına lâf anlatamıyorum;

“–Alay komutanının emri var. Listede senin adın da var! Ben anlamam!” diyor. Suçsuz olduğumu bilen kendi, adımı yazan kendi.

Maksat, geri adım atmamak ve benim bölük kumandanıma caka satmak, ona dirsek göstermek!.. İstese;

“Ben seni biliyorum bu meseleyle alâkan yok, sen işine git.” diyebilir. Sanki alay komutanı ona sayı mı verdi? Fakat yok yere bana zulmedecek.

O sırada bizim bölüğün komutanı geldi. (Mehmet KURDAL)

“–Sen bu çavuşu niye alıyorsun, suçu mu var?”

“­–Yok ama alay komutanının emri var. Benim yapabileceğim bir şey yok!”

“–Yine de alamazsın.”

“–Niye?”

“–Bu çavuş, tavla sorumlusu. Tavla ve depolar bunun zimmetinde. Sana; «Tavlanın sorumluluğunu üzerime alıyorum. Bir şey olursa mes’ûlü benim…» diye bir kâğıt göndereyim, onu imzala! O zaman götürebilirsin!”

“–Niye imzalayacakmışım?”

“–O zaman bu adama yarına kadar müsaade et. Zimmetinde olanları devretsin. Ondan sonra gelsin.”

Bunu mecbur kabul etti. Yanından ayrılınca sordum:

“–Vazifelerimi ve zimmetimde olanları devredeyim mi?”

“–Hayır, ben sana zaman kazandırmak için böyle söyledim. Yarın seninle doktora gideceğiz.”

Anlaşılan bölük kumandanı, diğer bölüğün komutanına karşı beni korumak istemişti. Allah râzı olsun. Hakikaten sabah geldi, birlikte doktora gittik. Doktora uğradığım haksızlığı anlattı;

“–Bu çavuşa rapor mu verirsin, istirahat mı verirsin, ne yaparsın; bu işten korumamız lâzım!” dedi.

Doktor;

“–Seni Çanakkale’ye sevk edeceğiz.” dedi. Biz o zaman Çanakkale’nin kazası olan Ezine’deydik.

“Çanakkale’de askerî hastahânede bevliye (üroloji) servisi yok, oradan seni Gelibolu’ya sevk edecekler. İki gün gemi bekleyeceksin. Orada da; «Bir şeyin yok!» diyecekler. Dönüşünde de iki gün vapur bekleyeceksin. Bir hafta sürer. O zamana kadar burası yatışır!”

Biz hakikaten bu yolla, bu haksızlıktan kurtulduk.

Suçsuz olduğum hâlde o gün, niçin benim de cezalandırılmama uğraştılar?

Böyle zamanlarda böyle bir habis ruh ortaya çıkar. Hani;

“At izi it izine karıştı.” deniyor ya. Böyle zamanlarda birçok meslekte, hemen bir iftira furyası başlayabiliyor. Bilmeden;

“Bu da şunlardan…”

“Şu da filâncılardan…”

Bir başka hâtıra:

1950 seneleri, ayakkabıcı çıraklığı yapıyorum. Ustamın Nuri isminde bir arkadaşı var; ara sıra gelir ustayla sohbet ederler, biz de kulak misafiri olur dinleriz.

Bir sohbetinde anlattı:

Trenle yolculuk yapıyordum; o zaman trenler çok kalabalık, koridorlara kadar dolu. Bir istasyonda durduk; yolcuların bir kısmı iniyor, yeni binenler var. Ben de koridorda ayaktayım; binenlerden biri aceleci gibi önümden geçerken ayağıma bastı, ayağım da bayağı acıdı. Gitti iki metre kadar ileride durdu.

Biraz sonra iki polis bindi, sağa-sola bakıyorlar, benim önümden geçerken polislere parmağımla ayağıma basan adamı gösterdim. Polisler de ayağıma basan adamın koluna girdiler, trenden indirdiler.

“Adamı tanımam, suçlu mu bilmem. Ayağıma bastığı için bir Antep karası çaldım. Mıstık Usta acaba günah mı işledim?” diyor.

Bilmediğin, görmediğin bir suçu görmüş gibi suçlarsan; o da suçsuzsa âhirette nasıl hakkını ödeyeceksin?

Birbirini jurnallemeler, şikâyet etmeler… Meslek grupları içinde meydana geliyor. Alt seviyede oluyor, üst seviyede oluyor. Eski husumetlerden kaynaklı oluyor. Birbirinin ayağını kaydırmak isteyenler türüyor. Allah korusun!

Adâletsizlik çok kötü. İftira çok kötü. En büyük günahlardan.

Bu gibi zamanlarda soruşturmayı yürütenler; iftiraları, gerçek ihbarlardan ayırt etmeye âzamî gayret ve titizlik göstermeli…

Çünkü mazlumun âhı, Allah katında kabul edilen duâlardandır.

Peygamberimiz buyurur:

“Mazlumun bedduâsını almaktan son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41)

Anlatırlar:

Kanunî Sultan Süleyman, Budin Seferi’nden dönüyordu. Edirne yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam ediyordu. Herkes sevinçle Padişah’ı karşılıyordu. Bu sırada bir köylü Padişah’ın önüne çıktı. Kanunî müşfik bir sesle;

“–Derdin nedir ey müslüman?” diye sordu. Köylü;

“–Sultan’ım! Biz fakir köylüleriz. Birkaç dönüm arazimiz var. Dünden beri geçen askerleriniz, ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları ödersiniz yahut sizi şikâyet ederiz.” dedi.

Kanunî elbette zararı karşılayacaktı fakat;

«Sizi şikâyet ederiz!» tehdidine hayret etti. Tebessüm ederek;

“–Peki bizi kime şikâyet edeceksin?” diye sordu. Köylü gayet rahat bir şekilde;

“–Size Kanunî demezler mi Padişah’ım? Kanuna şikâyet ederiz, kanuna!” dedi. Bu hikmetli köylü, şer‘-i şerîfin padişahın da üzerinde olduğunu ne güzel ifade etmişti. Hukuk ve adâlet, herkesin üzerindedir. Herkese lâzımdır.

Köylünün sözünün derin bir mânâsı daha var: Bir de mahkeme-i kübrâ var. Ahkemü’l-hâkimîn olan, hâkimler hâkimi olan Allah Teâlâ var. Onun huzûrunda tam ve mükemmel adâlet var.

Cenâb-ı Hak; o mahkeme için, kıl kadar, zerre kadar zulüm olmayacak diye Kur’ân-ı Kerim’de defaatle teminat veriyor:

“(Mahşerde) hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” (en-Nisâ, 49)

“Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mü’min olarak iyi işler yaparsa; işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (en-Nisâ, 124)

Adâlet işte böyle hassas bir iş.

Bu hassas teraziyi bozmak için yalancı şahitlik yapanlar, iftiralarla ortalığı bulandıranlar ise, ne kadar âdî kişilerdir! Yaptıkları iş ne kadar kötüdür. Hadîs-i şeriflerde bunların fecî âkıbeti bakın nasıl anlatılır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Mîrac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı.

«–Ey Cebrâil! Bunlar da kim?» diye sordum.

«–Bunlar, insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) pâyimâl edenlerdir.» dedi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 40)

İftiracıların iftiralarını iptal etmek şart. Yoksa haksızlığa uğrayanlar, uğradıkları haksızlık düzeltilmeyenler toplumda çok zararlı bir hâl alabilirler. Ekmeğiyle oynanan, aç ve muhtaç kalan insan, tehlikelidir. Kendisi için de tehlikelidir, millet ve devlet için de tehlikelidir.

Rabbim bizi zor günlerden suhûletle çıkabilenlerden eylesin. Vatanımıza, milletimize birlik ve beraberlik versin. İdarecilerimizi, karar mevkiinde bulunanları, hâkimleri, savcıları; adâletiyle desteklesin. Onlara basîret versin.

Âmîn…