HİÇLİĞE DAİR

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_asım_küçükaşcı_yuzakidergisi_kasım2015

Hiçlik…

Medeniyetlerin turnusol kâğıdı gibi.

Her medeniyet kendi anlayışıyla içini doldurmuş «hiç»in.

En doğuda Nirvana, en batıda Nihilizm…

Merkezde, bizde ise «fenâ», fânî oluş…

Fenâ ve nefy… Aynı harflerin sıralamasını değiştirerek, yokluğu, yok oluşu, yokluğu iddia edişi ifade eder.

Lâ ilâhe… «Nefy»dir ve arkasından «isbât» yani; «İllâllah!» gelmese küfürdür.

Doğu ve batının hiçlik iddiaları, nefiyde, inkârda kalmıştır. Hiçlik nâmına nefsi öldürecekken, nefs ve onun ihtiraslarına mâni ne varsa her şeyi yok saymıştır.

Benliklerini, varlıklarını eritecekken, hakikî mânâda yegâne «Var»ı, Vâcibü’l-vücûdu, yani var oluşu aklın zarurî olarak kabul etmek zorunda olduğu Mutlak Varlığı, «Vâcid»i; O’nun koyduğu kaideleri, O’nun gönderdiği hakikatleri, O’nun var kıldığı mevcutları inkâra düşmüşlerdir…

O tarz hiçliklerdeki mistisizm, uyuşturucudan elde edilen sarhoşluk hâli; benliğin ateşleriyle kavrulan bir insanın sayıklamaları gibidir.

Doğuda;

Dünyadan geçme faslında, zühdü «sergileyen» «fakir»leri; çivilerde yürürken, akreplerle gezerken yani benliklerinin kudretiyle arz-ı endâm ederken görüveririz. Gıda ve benzeri tabiî ihtiyaçlar için dahî mahlûkata kıyamayan (?) râhipleri, Myanmar’da insan doğrarken yakalayıveririz.

Batıda;

Hiçlik; nefsin hürriyeti ve egonun putlaştırılmasına süslü ve felsefî bir vasıta olur. Hiçlik, inkârın bir başka adı oluvermiştir.

Câhiliyye kâfiri de bu tarz bir hiçlik tasavvur eder. Kur’ân onların düşüncelerini aktarıp, şöyle iptal eder:

“Onlar; «Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler.» derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar.” (el-Câsiye, 24)

Elinde toprak olmaya yüz tutmuş kemikleri ufalayarak; “Bu hâle geldikten sonra mı diriltilecekmişiz?” diyen câhiliyye ehli de aynı şekilde inkârı hiçlik gösterisine çevirenlerdendir.

Toprak olmak hiç olmak mıdır? Bir tohum gibi geleceğe, hayâtiyete adım atmak mıdır?

Ömrün sonunda toprağa konmak bitiş midir?
Bir sor; tohum için kara toprak finiş midir? (Tâlî)

Toprak; hayâtiyetin sırlı şifrelerini taşıdığı hâlde, ayaklar altındaki, siyah, değersiz hâliyle hem varlıktaki hiçliği hem hiçlikteki varlığı güzel temsil eder.

Toprağın size söyleyecekleri; hayata, ölüme, dünyaya ve ötesine inancınızla şekillenecektir.

Vefatının 100. yılında olduğumuz Tevfik Fikret de; topraktan ye’s-i fenâ, yokluk ümitsizliği, ölüm kederi hisseder. Onda hiçbir bekā hissi bulamaz. Toprağı övücü tarifleri şiirin istiâreleri diye küçümseyen şair; inanç dünyasındaki karanlık ve muğlâk hâli, toprakta vehmeder. Sonunda alçaklığın timsâli, zillet geçidi diye horladığı toprağa, sonsuz bir yuh çekmekten kendini alamaz:

Tûde-ber-tûde mahşer-i esrâr,
Ona biz cirm-i bî-haber diyoruz;
Kütle-i pür-kesâfet-i edvâr,
Ona biz mevtın-ı beşer diyoruz.

Bırakıp şi‘re istiâreleri,
Şunu ismiyle yâd edin: Toprak!
Beşerin menşe-i hayât-eseri;
Bu da bir şi‘r-i muzlim u muğlak.

Seni isminle sâde yâd etmek
Bana ye’s-i fenâ verir. Gerçek
Besleyen var mı sende hiss-i bekā?

Bence timsâl-i esfeliyyetsin,
Kara toprak, mazîk-i zilletsin;
Benden efsûs-i bî-nihâye sana!

Toprağı bu hor görüş, bu tiksiniş de nesidir?

Toprak; o kibir ve azametinden, Mâbûd’unu bile inkâra kalkışan zavallı insanın son yatağıdır da ondan. Cesetlerini mumyalatıp, içi doldurulmuş kasap süsü kuzuya döndürenler yahut yakılmasını vasiyet edip toprağa kıyamadığını, ateşe bağışlayanlar böyle bir fânîlik inkârı içindedirler.

Toprağı, toprak olmayı böyle menfur görmek de geçicidir. Bir müddet sonra, toprak olmak bir kurtuluş gibi gelecektir. Bu sebeple, inkârcılar mahşerde «hiç olan», «toprak olan» hayvanata bakıp gıpta edeceklerdir.

Nefis öyle hokkabaz bir sihirbazdır ki, hiçlik gibi kendisi için son derece menfî bir durumdan bile yararlanabilir. Hiç olup gitmek, hesap vermekten iyidir öyle ya.

İşlediği cinayetin delil ve ispatı olan kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşıran Kābil; bir kargadan görerek, çareyi kardeşini toprağa gömmekte bulur. Ya açtığı çığırdan yürüyen son katilinkine kadar yüklendiği cinayetleri, ilâhî adâletin göremeyeceği bir yere gömebilmiş midir?

Elbette ki hayır.

Adâletin tecellisi o kadar mühim bir hakikattir ki; hayvanlar arası gerçekleşmiş hak ihlâllerinde adâletin yerini bulması için âhirette mahlûkatın diriltileceği, hak yerini bulduktan sonra tekrar toprağa dönüştürülecekleri bildirilmiştir.

İşte bu sahneye şahit olan, ehl-i küfür feryâdı basar:

“Keşke ben de toprak olsaydım!” (en-Nebe, 40)

Kâfirler, bu dünyada da hayvanlara özeniş içinde yaşarlar.

Hayvanlar; ilâhî kanunları hiçe saydıkları için değil, kendilerine öyle bir vazife verilmediği için, insiyaklarıyla, içgüdüleriyle yaşarlar. Helâl-haram onlar için vaz edilmemiştir ki! Hattâ her biri bir tiyatro sanatçısı gibi, biz insan nefislerine temsil sunmaktadır. Bu sebeple kötü rol oyuncuları; nasıl temsil ettikleri suçlarla cezalandırılmazlarsa hayvanlar da, vahşetlerinden, cinayetlerinden, kurnazlıklarından, bencilliklerinden mes’ul olmazlar. Vazifeleri bitince sahneden çekilirler. Bu sebeple onlara ikinci, ebedî bir hayat da yoktur. Toprak olur, bir hiç olurlar.

İnsanlar için ise toprak, bekā beklenmeyen bir zillet boğazı değildir. O bu fânî dünyada bile hayat menşeidir. Öbür cihanda da insanların diriltilişleri, bitkilerin topraktan imbâtı gibi olacaktır.

Kendilerine akıl, vicdan, kalp verilmiş, kitap-nebî gönderilmiş insanlar; hayvanca yaşamakla, hayvanların âkıbetindeki kurtuluşa eremezler.

Hayvanlara hayrân olarak dâr-ı fenâda
Ahmak, geçirir ömrünü hayvanca, behîmî…
Hayvanlara gıptayla bakar rûz-i cezâda.
Boylar öbür âlemde direk nâr-ı cahîmi… (Tâlî)

İşte batı ve doğudaki hiçlik tasavvurları, hayatları fânî dünyayla mahdut olan mahlûkatın hakikî hiçliklerine bir özenme şeklindedir.

Burada nefsâniyet içinde serbestçe yaşamak için, orada hesap vermeden yok olup gitmek için…

Gelelim hakikî hiçliğe…

İslâm tasavvufundaki hiçlik, yani fenâ ise; ilâhî kudretin karşısında «ben»liği yok etmek demektir.

Fânîliği idraktir. Acziyeti itiraftır. Ne kadar kulluk etse amelini «hiç» görmektir. Ne kadar yol gitse bir arpa boyu saymaktır.

İrâdî bir hiç oluştur o. Tevâzudur, hizmettir, îsardır…

Hiçlik toprak olmaktır. Ancak; toprak olmayı, hesaptan kurtulmak için, çaresiz bir temenni ile istemek değildir. Toprak olmayı; ayaklar altında kalarak, çiğnenerek, isimsiz kalarak, kara diye, kirli diye hor görülerek, kendisine çöplerini, artıklarını atanlara; çiçekler ve meyvelerle mukabelede bulunup yine artıklara, çöplere talip ve râzı olacak derecede mahviyetli bir hizmetkâr olmak için istemektir.

Bu hiçlik;

Kardeşleri için türâb olmaktır. Ben değil, biz olmaktır. Kendisinin lütfen kabul edildiği, en son numaralı mensubu olduğu bir halkanın, başköşesinde oturanı değil hizmetkârı olmaktır.

Bu hiçlik;

Varlığın mâyesi olan çamur gibi, ustasının elinde itirazsız bir hamur olmaktır. Bir yandan da iradeyi, şikâyeti unutup, bir dağ gibi metin; yağmura, kara, tipiye, fırtınaya sînesini açmaktır.

Bu hiçlik;

Hem âşıktaki muhabbetin hem de mâşuktaki hüsnün şiddetinden dolayı, sevgiliden başka hiçbir şey görmemek, kendini kaybetmek, çaldığı kapıda; «Kimsin?» diyene; «Sen yine sen!» demektir.

Bu hiçlik;

Deryâya karışan damlanın bir zaman aktığı derelerin, nehirlerin adının silinmesidir. Adsız olmaktır, isminin anılmasından utanmaktır. Methedilişteki ayrı zikredilişe dahî dayanamayıp; «Ebûbekir de malı da Sen’in aşkında, Sen’in hizmetinde fânî değil midir?» diyen zât gibi olmaktır.

Bu hiçlik, ezikliğin mazereti değildir;

Büyük odur ki tevâzû büyüttü varlığını,
«Ben’im!» diyen yapamaz bir «hiç»in başardığını… (Tâlî)

mısralarında ifade edilmeye çalışıldığı üzere, muvaffakiyetten değil, alkışlardan kaçmaktır. Gayretten değil, şöhretten kaçmaktır. Temsilden değil, rolden kaçmaktır.

Dursun kademin yerde, gönül göklere ersin…
Gayret ve tevâzû; senin elzem iki dersin… (Tâlî)

diyerek, hem fethe hem istiğfâra koşmaktır.

Bu hiçlik;

Kusuru, hiçbir zaman noksansız olmayacağı kat‘î olan nefsin boynuna asmak, muvaffakiyeti de daima imtihan olunacak bir nimet olarak Sahibi’ne izâfe etmektir.

Şu varlık iddian haksız,
Gönül bir aynadır yalnız,
Tecellî gösteren, yaldız,
Cilâdan başka hiçbir şey! (Tâlî)

Bu hiçlik;

İnsanların kapısından yüzüne bakılmadan çevrilmek fakat ilâhî kapıda makbul ve mûteber olmaktır.

Bu hiçlik;

İçtimâî yaralarımızın dahî devâsıdır. Babasının kan dâvâsını, atasının üstünlük iddiasını, kavminin gururunu unutup; ümmet potasında erimek, vahdet kalıbında en hayırlı şekli almaktır:

Şu hercümercin, ey ümmet; şifâsı, çâresi tek:
O Nur’da Evs ile Hazrec misâli birleşmek… (Tâlî)

Bu hiçlik;

Ailevî dertlerimizin de hâl çaresidir. Beyinin / hanımının ve çocuklarının gönüllü hizmetkârı olmaktır.

Bu hiçlik;

Fedâdır, fedâîliktir, fedâkârlıktır…

Mukaddes emânetin rütbe ve ücret beklemeyen hamallığıdır.

Bu hiçlik;

Hâdisâtın akışından mes’ûliyet kıvranışlarıdır.

İşte bu hiçlik, sahibini var eder, cennette en iyilere civar eder.

Bundan gayri hiçlikler her iki cihanda;

Hebâen mensûra…

Rabbim muhafaza buyura…