HERKES ve MERKEZ…

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Halvetî-Sünbülî şeyhi Merkez Muslihuddîn Efendi’nin asıl adı Musa’dır. 1463 yılında Denizli’de dünyaya geldi. Merkez Efendi, ilk eğitimini memleketinde aldıktan sonra Bursa’ya giderek on beş yıl tahsil gördü. Daha sonra icâzet alıp 1493’te İstanbul’a gitti. Bir ara tasavvufa girmeye karar vermişse de gittiği şeyhler onun bu isteğini ileri bir tarihe tehir etti. Bir müddet sonra Muslihuddîn Efendi Sümbül Efendi’ye intisâb etti. Sümbül Efendi’den hilâfet aldıktan sonra ilk olarak Aksaray’daki bir Halvetî Tekkesi’nde irşad faaliyetine başladı. Sümbül Efendi 1529’da vefat edince yerine Merkez Efendi geçti.

Merkez Efendi, 1552’de vefat etti. Kabri, İstanbul’da kendi ismiyle anılan dergâhın hazîresindedir.

Ebussuud Efendi’nin kendisi hakkında söylediği;

“Zamanımızda bu zât kadar riyâdan uzak bir kimse görmedim.” sözü meşhurdur.

***

Sümbül Efendi bir gün sohbet esnasında dervişlerine;

“–Âlemi siz yaratsaydınız, nasıl yaratırdınız? Cenâb-ı Allah dünyanın idaresini bir süreliğine size verecek olsaydı, ne yapardınız?” diye sorar. Bir dervişi;

“–Efendim! Ben bütün kâfirleri helâk eder, yeryüzünde mü’minleri hâkim kılardım.” der. Bir diğeri;

“–Efendim! Ben bütün günahkârları öldürür, saîd ve ehl-i takvâ olanları dünyada bırakırdım.” der. Meclisteki diğer bazı kimseler de buna benzer cevaplar verir. Sıra Muslihuddîn Musa Efendiye geldiğinde şöyle cevap verir:

“–Efendim! Bu söylediğiniz mümkün değil! Ama şayet mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle tatlı bir nizam içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez. Haşâ O’nun yaratmasında ve âlemin nizamında herhangi bir kusur mu var ki biz düzelteceğiz?” dedi.

Sümbül Efendi bu cevap üzerine;

“–Aferin Musa Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Şimdi iş merkezini buldu. Bundan sonra ismin; «Merkez Muslihuddîn» olsun.” dedi. Böylece Musa Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.

KÖSELEDEN ALTIN SİKKE

Osmanlı Vezîr-i Âzamı, Kafkas Fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa 1527’de Mısır’da doğdu. Babasının vazifesi sebebiyle; devlet hizmetlerinin içinde büyüdü, yetişti. Mısır’da sancak beyliği, hac emirliği; Habeş’te, Basra’da, Diyarbakır’da beylerbeyliği vazifelerini yürüttü.

Hayatının 40 yılı savaşlarda geçen Paşa, birçok zafer kazandı, Tebriz’i fethederek Osmanlı’ya bağladı. Kazandığı muvaffakiyetlerden ötürü III. Murad Han’ın takdir ve tebriklerini kazandı.

Özdemiroğlu Osman Paşa, 30 Ekim 1585 tarihinde vefat etti. Kabri, Diyarbakır Kurşunlu Camii yakınındadır.

***

Özdemiroğlu Osman Paşa, 1578 yılında Şirvan ve Dağıstan’ı fethedince, Safevî ordusu büyük kuvvetlerle Şirvan’a yüklendi. Paşa’nın İstanbul ile irtibatı da tamamen kesilmişti. Ordunun parası bitmişti, askerler ulûfelerini alamamaktaydı. Padişah’ın göndereceği para da bir türlü gelmedi. Paşa; çareyi, manda gönünden altın lira büyüklüğünde parçalar kestirip üzerine soğuk damga ile sikke vurdurmakta buldu. Sonra da Şirvan halkına ve esnafına yönelik olarak tellâllarına bir emir yayınlattı. Emirde; manda gönünden kestirdiği sikkeleri bir Osmanlı altını değeriyle tedâvüle soktuğunu söylüyor, esnaftan da bunu râyiç değer üzerinden kabul etmelerini rica ediyordu. İstanbul’dan para geldiği zaman; gönlerin gerçek altın ile değiştirileceğini, bu konuda sözüne güvenilmesini istiyordu. Şirvan esnafı Özdemiroğlu’nun teklifine sıcak yaklaştı. Kış boyunca manda gönünden sanal altınlar bozdurulup harcandı. Alan da, satan da memnundu. Nihayet baharda İstanbul’dan hazine geldi. Özdemiroğlu Osman Paşa, sözünün eri bir devlet adamı olarak tekrar çarşı-pazarda tellâl çığırttı. Her kimin elinde gön sikke var ise, getirip altın sikke ile değiştirmesini istedi. Fakat manda derisinden kestirilen paraların yarısı, geri dönmedi. Çünkü Özdemiroğlu Paşa, Şirvan’da o kadar sevilmişti ki; herkes onun gönden darb ettirdiği sikkelerinden en az birer adedini hâtıra olarak saklamayı yeğlemişti. Böylelikle beytü’l-mâlde kalan altınlar da diğer seferler için harcandı. (ZEYREK Yûnus, Târih-i Osman Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Kafkasya Fetihleri ve Tebriz’in Fethi, Ank. 2001, s. 15-70)

GAYRETULLÂH’A DOKUNUR!

Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi Hoca Sâdeddin Efendi, 1536’da İstanbul’da doğdu. Babası Hasan Can’ın içtimâî çevresi sebebiyle, devlet idaresi içinde yetişti. Devrin ileri gelen âlimlerinden ders gördü. İcâzet aldıktan sonra, çeşitli medreselerde müderrislik vazifesi aldı. III. Murad tahta çıktığında, onu da beraberinde saraya aldı. Sultan’ın yakın halkasında bulunan Hoca Sâdeddin, Padişah’ın Avusturya Seferi’ne bizzat çıkmasını sağladı ve yanında giderek Padişah’ı yönlendirdi. Bu sayede Haçova Savaşı’nın muzafferiyetle neticelenmesinde mühim bir vazife üstlendi. 1598’de şeyhülislâmlığa getirilen Hoca Sâdeddin Efendi’nin en meşhur eseri Osmanlı tarihi mevzuundaki «Tâcü’t-Tevârîh»tir. Hoca Sâdeddin, 2 Ekim 1599 günü vefat etti. Kabri, Eyüp’teki dârülkurrâ hazîresindedir.

***

Vezîr-i Âzam Sinan Paşa, Ferhad Paşa, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi ile Hoca Sâdeddin Efendi’nin hazır bulundukları bir mecliste aşağıdaki muhâvere cereyan etti:

Hocaefendi;

“–Paşa Hazretleri! Dâiniz bu Devlet-i Aliyye’nin gazavât ve fütûhâtları tarihin itmâma erişdirmek üzereyin. İnşâallâhu Teâlâ bununla itmâm edeyin ki, Pâdişâhımız’ın bir ednâ kulu Şâh-ı Acem’in bu kadar memâlikin alup âkıbet nûr-ı dîdesini rehin vermekle sulh u salâh oldu. Beç Kralı’nın Budun’da dayımız Ferhad Paşa merhumun ihtimâmıyla iki yıllık haracı, Âsitâne-i Saâdet’e gelmiş idi. Kâfirin dahî iki yıllık haracı geldi; deyû ağzımız dadıyla tarihimizi itmâma erişdürelüm. Hemân lutfedin yeniden bir fürce açılmasun.” dedi. Sinan Paşa;

“–Yok Efendi, öyle yazma. İllâ inşâallâhu Teâlâ böyle yazasın: Saâdetlu Pâdişâhımız’ın bir ednâ kulu Acem diyârında bu kadar fütûhatdan sonra oğlun aldı getürdü. Bir kulu dahî Beç Kralı üzerine varup memleketi garet ve hasâretden sonra Kralı keşan-ber-keşan, eli bağlu Âsitâne-i Pâdişâhîye gönderdi.» dedi. Hoca Efendi;

“–Estağfirullâhe Teâlâ Paşa Hazretleri. Bu söz kemâl-i gurûrdan nâşîdir. Ben bu sözün âkıbet-i şe‘âmetinden pek korkarım!” deyup kalkup dağıldılar.

Bazı devlet ve ilim adamlarının itirazına rağmen Sinan Paşa, parlak sözler ve vaatlerle Padişahı savaşa râzı etti; 12.000 yeniçeri ve diğer askerî birliklerle 19 Temmuz 1593’te yola çıktı. Sinan Paşa başlangıçta bazı başarılar elde ettiyse de sonraları sınır boylarında önemli kalelerden bazıları kaybedildi. Âcilen merkezden asker gönderilmesi istendi. Sinan Paşa’nın mağrur sözleri «gayretullâh»a dokunmuş, Hoca Sâdeddin Efendi haklı çıkmıştı.

BİLMEN HOCA’NIN GENETİK BİLGİSİ

Din âlimi Ömer Nasuhi BİLMEN Hoca, 1883’te Erzurum’da doğdu. Abdürrezzak İlmi Efendi’den ve Erzurum Müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi’den ders aldı. 1908’de İstanbul’a giderek derslerine devam ettiği Fatih dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi’den icâzet aldı. Arapça ve Farsçaya son derece hâkimdi. Medresetü’l-Kudât’a girmeye hak kazandı. 1943’te İstanbul Müftülüğü’ne, 1960’da da Diyanet İşleri Başkanlığı vazifesine tayin oldu.

Kaleme aldığı Büyük İslâm İlmihâli, sekiz ciltlik tefsiri çok istifade edilen eserlerdendir.

12 Ekim 1971’de İstanbul’da vefat eden Ömer Nasuhi BİLMEN’in kabri, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ndedir.

***

1940’ların sonunda Amerika’da zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvurarak çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia eder. O dönemde teknik, henüz ölüden DNA testi yapacak seviyede değildir. Amerikan hukuk sistemlerinde bu vâkıanın bir karşılığını bulamayınca başka sistemleri araştırırlar. Fakat ne Roma hukukunda ne Yunan hukukunda ne diğer hukuk sistemlerinde bu hâdiseye bir çözüm bulamazlar. Bir müddet sonra bir heyet Türkiye’ye gelir.

Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi BİLMEN’in yanına çıkarlar. Bilmen’e mevzuyu anlatırlar. Hocaefendi onlara, ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorar. Durduğunu söylerler. Hoca heyettekilere kuyruk sokumu bölgesinden «acbü’z-zeneb» denilen yeri tarif eder. Tarif ettiği noktaya çocuğun bir damla kanını damlatmalarını; eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu, aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatır. Gelen ekip hayli şaşkın bir vaziyette görüşmeden ayrılıp, ülkelerine döner.

Ekipteki bir doktor, Bilmen Hoca’nın yanlışını ispat için mezarı açtırıp adamın kemiklerini çıkarttırır. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatır. Kan, kemiğin üzerinden akıp gider. Fakat çocuğun kanını döktüğünde ise hayretle kemiğin kanı emdiğini görür.