Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -25-

YAZAR : Mehmet MENCET

 

HİDDET ve ECEL

İnsanın nefsini tezkiye etmesi, sadece tasavvufun meselesi değildir.

İyi bir öğretmen de nefsini tezkiye edecek. Talebelerine örnek olacağı şuuruyla meselâ ağzından yanlış bir söz çıkmamasına âzamî gayret edecek.

Örnek olmak deyince, her bir anne, her bir baba evlâtlarına örnek değil mi? Herkes kendini düzeltmeli, ıslah etmeli, terbiye etmeli. Dilini, gönlünü, işini, aşını, sözünü ve özünü…

Hele bizim meslekte, öfke kontrolü çok mühim. Efendimiz; “Öfkeli iken hüküm vermeyin!” buyuruyor. Yüksek tahsil görmüş, üst seviyede bir vazifeye gelmiş bir kişi, elbette makamının vakarını korumak için daha bir dikkatli olur. Olmalıdır.

Lâkin anlatacağım yaşanmış hikâye, hiddet ve ecel münasebetinin acı bir misâli:

Adana Kozan’a yeni tayinim çıkmıştı. Bizim adliye binası yeterli olmadığından; bir kısmı lokal, bir kısmı noterlik olan bir pasajda idik. Birlikte çalışacağımız arkadaşım;

“–Burada âdettendir; yeni gelen arkadaşa yemek yedirilir, birlikte akşam yemeği yiyelim.” dedi. Beraber bir lokantaya gittik. Kozan’ın ileri gelenleri de oradaymış; arkadaş rahatsız oldu, başka da doğru dürüst bir lokanta yok. O gün geri döndük. Ertesi gün yine ısrar etti, gittik aynı manzara.

“–Şimdi biz burada yemek yersek, Kozanlılar bize para verdirmez. Ben de o şekilde yemek istemem. Hem de bu lokali sevmem, burası «Kanlı lokal»dir. İki kıymetli kişinin ölümüne sebep oldu.” dedi.

Sual edince «Kanlı lokal»in hikâyesini anlattı:

Bizimle beraber mezun olan, boylu poslu yakışıklı bir hâkim arkadaş, benden önce Kozan’da hâkim idi. Bir gün bu lokale gelmiş yemek yiyormuş. Başka bir masada da bir doktor oturuyormuş. Vatandaşın biri gelip, doktora bir belgeyi imzalaması gerektiğini söylemiş. O da;

“–Yarın gel imzalayayım.” diyerek bir mazeret uydurmuş. Adam yalvarmaya başlamış. Fakat doktor bir türlü insafa gelmemiş.

Hâkim arkadaş da dayanamamış, insanlık nâmına müdahale etmiş;

“–Neden imzalamıyorsun, vatandaşı yoruyorsun. Ne var bunda?”

“–Sen ne karışıyorsun, seni ilgilendirmez. Sen kendi işine bak!”

Bir tartışma başlamış.

Hâkim, doktora bir yumruk vurmuş. Yere düşen doktorun başı betona çarpınca, beyin kanamasından ölmüş. Hâkim arkadaş tutuklanıp cezaevine konmuş. Kozan’da kalması sakıncalı olur diye Adana cezaevine nakledilmiş. Orada bir kabadayı tarafından bıçaklanmış. Kabadayı kimseye müdahale ettirmediği için, ilk yardım gelinceye kadar hâkim kan kaybından vefat etmiş…

Öfke, nelere sebep oluyor…

Mesele konuşma yoluyla halledilebilecekken… Her ikisi de bir hiç uğruna ölmüşler… Çözülmesi mümkün, basit bir meseleyi, fecî bir noktaya getirmişler.

Daha önce anlattığım gibi, o zamanlar mahkememiz şehrin uzak bir yerindeydi. Şimdi o sıkıntılar yok. Adliye sarayları, duruşma salonları, odalar gayet geniş ve ferah.

Biz ise yirmi metrekare yerde; hemen masanın öbür ucunda, vatandaşla duruşma yapıyorduk.

O günlerden bir de beni sarsan bir ölümle, ecel hakikatiyle yüzleşme hâtıram var:

Bulunduğumuz binada kulüp vardı. Saat 04:00’da açılır, sabahtan yemek ve diğer hazırlıklar yapılırdı. Öğle vakti mesaime gelirken bu kulüp aşçısıyla karşılaştık, merdivenleri birlikte çıktık, hâl hatır sorduk, ben odama gittim, o da kulübe gitti. Beş dakika geçmedi garson geldi;

“–Hâkim bey kolonya alabilir miyim?” dedi;

“–Hayırdır?!.” deyince;

“–Bizim aşçı fenalaştı!” dedi. Hemen koşup aşçıyı, o ortamdan dışarı çıkardım. Mutfak sıkıntılı bir yerdi. Kucağıma aldım, merdivenin başında kollarımda can verdi.

Ölüm ne kadar yakın insana!.. Bu hâdise de beni çok etkiledi.

Beş dakika sonra ne olacağımız belli değil.

Hepimiz öleceğiz de, nasıl öleceğiz ve bu hakikat ile çok alâkalı olarak, nasıl diriltileceğiz?

Çünkü; “Nasıl yaşarsanız, öyle ölür, nasıl ölürseniz, öyle diriltilirsiniz.” hakikati var.

Bir hiç uğruna değil, vatan uğruna, din uğruna, Allah yolunda, mukaddesat uğrunda yaşamalı ve canı öyle vermeli. Şehid olarak yahut da şehâdet arzusuyla…

Rabbim bize verilen ömür emânetini güzel bir şekilde değerlendirebilmeyi ve son nefesi huzurla verebilmeyi nasip etsin inşâallah…