Harem-i Şerif’ten Hâtıralar -4- GÜNEY AFRİKALI KARDEŞ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk-yuzakidergisi-mayıs2015

Bir Ramazan umresinde idi.

İkindi namazını Ravza-i Mutahhara’da kılmak niyetiyle otelden çıktık. Ebû Zer Kapısı’ndan içeri girmeden evvel kapı önünüde biraz durup arkadaşlara camiye giriş ve çıkış âdâbından bahsettim. Sonra da arkadaşlarımıza hitâben;

“Şimdi camiye giren ve çıkanlara bir bakalım, kaç kişi âdâbı üzere camiye giriyor ve çıkıyor?” diye gözetlemeye başladık. Camiye girip çıkanların -istisnâları hariç- yüzde doksanı kurallara uygun giriş çıkış yapmıyordu. Konuşarak, gülüşerek lâubâlî bir şekilde rastgele girip çıkıyorlardı. Hâlbuki cami bilhassa Mescid-i Nebevî; içinde Rasûlullâh’ın ve ravzasının bulunduğu bir mekândı, kapıları rahmete açılan kapılardı, bu kapılardan girişte;

اَللّٰهُمَّ افْتَحْ عَلَيْنَا اَبْوَابَ رَحْمَتِكَ وَيَسِّرْ عَلَيْنَا خَزَائِنَ فَضْلِكَ وَكَرَمِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ، نَوَيْتُ الْاِعْتِكَافَ.

“Yâ Rabbî!.. Bize rahmetinin kapılarını aç, fazlının ve cömertliğinin hazinelerini bize kolaylaştır, ey merhametlilerin en merhametlisi! Îtikâfa niyet ettim.” diyerek, sağ ayakla içeri girmeleri ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salevat getirmeleri gerekirdi. Maalesef bu kurallara uyulmuyor; alabildiğine yüksek sesle konuşmalar, birbirine uzaktan uzağa yüksek sesle seslenmeler, âdâb-ı Muhammediyye’ye aykırı bir şekilde şakalaşmalar ve uzanıp yatmalar gibi daha birçoklarını sayabilirim.

Allah Teâlâ hepimize mescid âdâbına uygun şekilde hareket etmeyi nasip eylesin.

Hattâ bir defasında, Harem-i Şerif’te iken bir kişinin -Allah onu affetsin, hidâyet versin-Kâbe’den hızlı bir şekilde koşarak uzaklaşan ve; “Keşke gelmeseydim! Böyle bilseydim gelmezdim.” diyerek dışarı çıkan bir kişiye rastladım.

Aman yâ Rabbî!.. Nerede olduğumuzun ve ne yaptığımızın farkında değiliz! Allah cümlemizi affeylesin. Edep yâ hû!..

Bizler bu olup bitenlere bakarak hayretle ileriye doğru giderken, yaşlı birisinin koltuğuna giren bir delikanlının yardımıyla kapıya doğru zorla ilerlediğini gördük. Kendisine yardım eden gencin tutmasına ve yardımına rağmen bu yaşlı zât düştü ve yerde çırpınmaya başladı.

Arkadaşlara;

“Koşun yardım edin!” dedim, hep beraber koştuk, kendine gelmesi için bazı tedbirler uyguladık. Adam yavaş yavaş kendine gelip bize dikkatlice bakmaya başladı. Bu kişi yabancı idi. O güne kadar hiç de karşılaşmış değildik. Kendisine;

“–Sizi doktora götürelim.” dedik;

“–Hayır, beni evime götürün, benim oğlum doktor. O beni evde tedavi eder.” dedi. Bu arada eliyle pantolonun arka cebinden bir şey çıkarmaya uğraşıyordu. Merak ettik ve nihayet cebinden bir takke çıkararak salladı;

“–Şeyh Musa! Şeyh Musa! Şeyh Musa!” diyerek, gözleri yaşlı hâlde takkeyi bize gösteriyordu.

Merak ettik. Kendisi İngilizce konuşuyordu. İngilizceyi bizlere tercüme eden, şimdi rahmet-i ilâhiyyeye muhtaç Almanyalı Nurullah ÖZBİLEN kardeşimizdi, rûhu şâd olsun.

O zât kendisini şöyle tanıttı:

“Ben Güney Afrikalıyım. İki torunumu buraya hâfız olmaları için getirdim ve ben altı ay Güney Afrika’da, altı ay burada Medîne-i Münevvere’de kalırım. Beni evime götürün.” dedi. Biz de kendisini, verdiği adresteki evine götürdük.

Fakat merakımız yarıda kalmıştı, hepimiz de şaşırmıştık. «Şeyh Musa!» deyip bize takkeyi sallaması, merakı mûcipti. Bizi nerede görmüş ve nasıl tanımıştı?

Arkadaşlar arasında bu meseleyi uzun uzun konuştuk.

Ertesi gün aynı kapıdan mescide girdik. Arkadaşlarla ileriye doğru ilerlerken arkadan bir el yakamdan tutarak selâm verdi. Baktık ki, dünkü hacı amcamız! İyileşmiş, kendine gelmiş bir hâlde idi. Beraber ilerledik. Rahmetli Nûrullah’ı çağırarak tercümanlık yapmasını söyledim. Hacı amcamız anlattı, Nûrullah kardeşimiz kelime kelime şöyle tercüme etti:

“Ben dün de söylediğim gibi, Güney Afrikalıyım. Bundan takriben 40 sene önce hac ziyareti için, evvelâ Medîne-i Münevvere’ye gelmiştim. Namazlarımı ashâb-ı suffada kılmaya çalışıyordum. Bir gün ashâb-ı suffada bir hareketlilik gözledim. Oradaki insanlar bir bekleyiş içinde idiler. Suffa sakinlerine, yani (eskiden Mescid’in hizmetini yürüten) «Agavât»a;

«–Ne oluyor? Bu hareketlilik neden?» diye sordum. Cevaben;

«–Üç gün sonra Türkiye’den büyük bir Allah dostu gelecek, o vesile ile telâş ve sevinç var. Çünkü o genelde namazlarını ashâb-ı suffada kılar. Hepimiz ona âşıkız, hürmetimiz sonsuzdur. O, Rasûlullâh’ın sevgilisine, Rasûlullâh’ın huzûrunda yanlış yapmayalım, saygı ve sevgide kusur etmeyelim, diye telâşlı ve heyecanlıyız.» dedi.

Ben de bu haberi alınca namazlarımı hep ashâb-ı suffada kılmaya devam ettim. Tam üç gün sonra Pazartesi idi. Ashâb-ı suffaya çok erken gitmeme rağmen o mekân tıklım tıklım dolmuştu. Yer bulamadım. Suffanın ön kısmında boş bir yere oturdum. Ne hikmetse kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı ve heyecandan bayılma noktasına geldim. İkindi namazının vaktine on beş dakika vardı ki, arkadan refikleriyle beraber gül gibi, nur yüzlü, edep dolu birisi ilerleyip suffaya girdi ve benim oturduğum yerin arkasında suffanın birinci safına, agavâtın açtığı ve hazırladığı bir yere oturdu. Heyecanım doruk noktaya çıktı. O esnada geriye bakmış bulundum. Mübârek, elini uzattı;

«Selâmün aleyküm kardeş!» diyerek elimi tuttu ve; «Sizinle Mekke’de de görüşeceğiz, orada Altınoluk’un karşısında otururuz.» buyurdular.

Benim o sırada bütün vücudum uyuştu. Âdeta bayılma noktasına geldim. Yanımda oturan birisi;

irfan_ozturk_2-yuzakidergisi-mayis2015

«Bu zât, İstanbullu Kutbu’l-ârifîn Sâmi Efendi Hazretleri’dir, himmet iste, huzûr-i Rasûlullah’ta yapılan talep kabul edilir.» dedi.

Bunun üzerine himmet istedim ve rahatladım. Amma ne yazık ki, benim Medine günlerim bitmişti, ertesi günü Mekke’ye geçecektim. Mekke’ye geçtiğimiz gün, Altınoluk’un karşısında bir yer edindim, Sâmi Efendi Hazretleri’nin geleceği günü beklemeye başladım.

Yine bir Pazartesi, ikindi namazında Altınoluk’un karşısında oturmuş tesbihatla meşgul iken, ansızın ihramlı bir kişinin selâm vererek yanıma oturduğunu gördüm. Musafaha yaptıktan sonra, tahiyyetü’l-mescid namazını kılıp edeple diz üstü oturdular.

Namazdan sonra yanıma gelen bir Türk kardeş;

«–Üstad sizi ziyaret etmek istiyor. Yeriniz müsait mi? Yedi kişiyiz.» diye sordu.

Ben;

«–Müsaittir buyurun.» dedim. Üstâda müsbet cevabım bildirildi. Bende heyecan ve telâş başladı. Ne yaparım, nasıl yaparım, diye düşünmeye başladım. Üstad eğilerek;

«–Allâhu kerîmun…» buyurdular.

Yerim dardı, hizmette kusur edebilirdim. «Keşke biraz daha yerim geniş olsaydı.» diye tefekküre daldım. Ezan okundu. Namaz kılındı, bazı dost-ahbap görüşmeleri oldu. Üstad ihramdan çıkmak için bizden ayrılırken, kulağıma eğilerek bir şey söyledi. Yanındaki Türk hemen tercüme etti;

«–On dört kişi olduk.» demiş.

Bende heyecan doruk noktaya çıktı. Uzatmayayım. Ertesi gün verdiğim adrese 14 kişi ile geldiler. O küçücük salonum mu genişledi, yoksa gelenler mi küçüldüler, bilemiyorum. Çok rahat bir şekilde Kutbu’l-aktâb diye tanıttıkları o mübârek zâta hizmet etmeyi Allah nasip etti.

Ben o günden bu güne ihvânım. O gün bu gün bir defa olsun, teheccüdümü ve evrâdımı ihmal etmeden, o büyük efendime ve şimdiki Üstad Musa Efendi Hazretleri’ne kalben ve mânen bağlı bir ihvânınızım.

Hepinize Allah’tan başarılar dilerim.”

Bunları anlattıktan sonra hepimizle musafaha etti. Daha sonra Ramazanoğlu Sâmi Efendi Hazretleri için tertip edilen Kadir Gecesi’ndeki büyük sohbette bu zâtın Musa Efendimiz’in dizinin dibinde oturduğuna ve istiğrak hâlinde sohbet dinlediğine şahit olduk.

Nûrullah Bey kardeşimizin tercüme ettiği şekilde Güney Afrikalı Hacı Ağabeyimizin anlattıklarını kelimesi kelimesine yazdım. Yüzakı Dergisi aracılığıyla Abdurrezzak Efendi Ağabeyimize ve Güney Afrikalı kardeşlerimize selâmlar gönderiyoruz.

Allah cümlesinden râzı olsun.

Bazen Malezya olur,
Bazen Güney Afrika.
İhvanlık büyük şeref,
Alnımızdaki marka!..

(Gülzâr-ı İrfan)