HADİSLER ve HANIMLAR

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

TRT Diyanet kanalında, İslâm coğrafyasından ülkemize sığınmış mazlumların hikâyesine dair bir belgesel yayınlanıyordu. Hani derler ya; «Bin kişinin ölümü istatistik, bir kişinin ölümü dramdır.» diye. Gerçekten de yaşanan acıları müşahhas bir örnek üzerinden dinleyince; insan daha farklı bakıyor, daha çok etkileniyor. Göz yaşlarımı belli etmeden silmeye çalışıyorum, hıçkırıkları yutkunuyorum.

Kızım ise hemen fark ediyor;

“–Ağlıyorsun değil mi?” diye sıkıştırıyor. Televizyonu kapatmaya çalışıyor. Kendince kıyamıyor. Annelik duygusu sebebiyle kız evlâtlar daha müşfik oluyor. Ama bana bu kadar müdahale etmesinden hoşlanmıyorum, sataşıyorum;

“–Bak işte gördün mü, biz kadınlar hemen hoşumuza gitmeyen şeylerden kaçınıyoruz. Peygamberimiz; «Siz kadınlar yarım akıllısınız…» derken doğru söylemiş.” diyorum. Gözlerini kocaman açarak;

“–Gerçekten demiş mi? Sahih hadis mi?” diye soruyor.

“–Evet!” diyorum. Biraz da izah ediyorum, “Kişinin dînî mes’ûliyetleri aklına göredir. İslâm kaynaklarında geçen «akıl» zekâ demek değildir. Zekâ mücerred mefhumları ve aralarındaki alâkaları idrak etmeye yarayan bir istîdattır. Cinsiyetle pek alâkası bulunamamıştır. Üniversite giriş imtihanlarında kız öğrenciler de erkek öğrenciler gibi yüksek puanlı fakülteleri kazanabilir ama akıl daha farklı… Kişinin mes’ûliyet hissi, irade gücü, muhakeme kabiliyeti gibi, hayatta mühim kararları doğru şekilde verebilmesini mümkün kılan bir istîdattır. İşin doğrusu biz kadınlar; «Elimizden ne gelir?!.» deyip ağır mes’ûliyetlerden kendimizi sıyırıveriyoruz.”

Durup biraz düşünüyor sonra sakince;

“–Anneciğim, kadınlarla erkeklerin hormon seviyeleri farklıdır. Erkeklerde yüksek olan hormonlar daha iddialı, girişimci, azimli olmalarına elverişli ama kadınlarda bulunan annelik duyguları antistres özellikte. Yani kadınları gerginlik ve endişeye sürükleyen tehlikelerden, zorluklardan kaçınmaya yönlendiriyor.” diyor. İçimden;

“Hamdolsun kızım lüzumsuz alınganlığa kapılmayıp hakka teslim oldu. Mü’min hanımlara yakışan hak tanırlığı gösterdi.” diye seviniyorum.

Bu konudan neden bahsediyorum… Geçtiğimiz aylarda hadîs-i şerifler üzerinde yakışıksız bir üslûpla tartışmalar yaşandı. Tartışmanın bütününden değil sadece bir ara sarf edilen;

“Bazı hadisler kadını aşağılıyor(!?.)” iftirasından dolayı bir hanım yazar olarak konuya temas etmek istedim.

Yukarıda bahsettiğim hadîs-i şerif, Peygamber Efendimiz’in bayram hutbesinde kadınlar tarafına geçip onlara hitapta bulunduğu sırada dile getirdiği bir îkazdır. [Hadis için bkz. Buhârî, Hayz, 6, Zekât, 44, Îmân, 21, Küsûf, 9, Nikâh, 88; Müslim, Küsûf, 17, (907), Îmân, 132, (79); Nesâî, Küsûf, 17, (3, 147); Muvattâ, Küsûf, 2, (1, 187)]

Din insanları îkaz etmek için indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de insan hakkında;

“Çok zalim, çok cahil, nankör, zayıf, aceleci…” gibi nice îkaz edici tabirler vardır. Kadınların da payına düşen hususî îkazlar olacaktır elbette.

Sadece bu hadîs-i şerif değil Kur’ân-ı Kerim âyetleri de; İslâm hukukunda kadınların, akıl-bâliğ bir erkekle çocuk veya âcizlerin arasında bir statüye yerleştirildiğini bildirir. Bunlardan dolayı; kadının mîras hakkı, şahitlik yapması ve benzeri durumlarda kendine mahsus bir statüsü vardır. Çünkü Allâh-ı Zülcelâl; kadınları, nafaka kazanmak, cihad etmek ve benzeri vazifelerden muaf tutmuştur. Bu hususta kadınlar, çocuk ve âcizlerin durumuna benzer.

Ama bir yönüyle de kadın; -hem dünyada hem ukbâda- yaptıklarından sorumlu tutulan, gücü yettiği ölçüde amel işlemekten mes’ul ve işlediği amelin mükâfâtına kavuşan bir yetişkindir. Bu bakımdan da erkekle eşite yakındır. Meselâ kadın, nafaka kazanmaktan mes’ul değildir; ama malı olan kadın, zekât vermekten mes’uldür.

Sadece dînî ve uhrevî yönden değil, dünyevî hukuk önünde de kadının erkekle eşit sayıldığı durumlar vardır. Bu hususu daha doğru anlamak için geçmişi bilmek gerek. Meselâ Eski Roma’da mutlak erkek hâkimiyeti -daha doğrusu aile reisi, zengin ve güçlü erkeklerin hâkimiyeti- vardı.
Kadınların askerlik yapmak, vergi ödemek gibi katkıları olmadığı için; devlet nezdinde vatandaş sayılmazlardı. Meselâ kadınlar mahkemeye başvurup hak arayamazlardı. Hattâ babası sağ olan erkekler de hukuk önünde hak sahibi görülmezdi. Ancak aile reisi olan erkekler; himayeleri altındaki kadın, çocuk, köle gibi kişiler nâmına hak arayabilirdi. Haksızlığı bizzat aile reisi yaparsa bu işe hukuk karışmazdı. Bu anlayış o kadar aşırıya kaçmıştı ki, baba oğlunu köle olarak satabilirdi. Efendi kölesini öldüresiye dövebilirdi. Kadınların durumu da tahmin edilebilir…

Bu durum uzun zaman böyle devam etti. Zamanla toplumun ileri gelenleri haksızlıkla zenginleşip azgınlaşınca, kadınları da rağbet azgını hâline getirdiler. Erkekler kadınları sırf şehvet metâı olarak görüp, güzelliğine rağbet edince kadınlar da kendilerini câzip hâle getirmekten başka bir şey düşünemez oldular. Ahlâkî seviyesi düşük kadınlar; şiirlerle, şarkılarla övüldükçe topluma örnek hâline geldi. Zaten ahlâklı olmak da kadına bir şey kazandırmıyordu. Hattâ erkekler kadınları âdeta bir davar cinsi gibi; evlenilecek kadınlar, eğlenilecek kadınlar diye tasnif ediyor, evlendikleri kadınları sıkıcı vazifelerle baş başa bırakıp eğlencelik kadınlara âdeta perestiş ediyordu.

Neticede kadınlar arasında ahlâkî seviye öyle düşmüştü ki, kalburüstü ailelerin kızları bile kendilerini belediyede vesikalı kadın olarak tescil ettirir olmuştu. Bu gelişmelerin neticesinde kadınları evlenip çocuk yetiştirmeye teşvik etmek için, «üç çocuk dünyaya getiren kadınlara» mîras ve benzeri haklar verildi.

Zaten batıda kadınlara hak verilmesi, hep; erkeklerin ahlâkî yönden çöküp, güvenilmez hâle gelmesiyle birlikte gelişmiştir. Bugün de erkekler; ayyaşlık, serserilik, envâi çeşit sapıklık ve zorbalık yüzünden güven kaybettikçe, devletler ve büyük organizasyonlar kadına yatırım yapıyor.

Devlet; «En azından kadında annelik hisleri var, imkânlarıyla evlât yetiştirir…» diyor.

Şirketler; «Kadınlar çalıştıkları yere sâdık, mütevâzı beklentiler içinde, uysal ve nâzik…» diye tercih ediyor. Kadınlar tek başına hem çalışıyor hem çocuk büyütüyor. Bu da «eşitlik» diye sunuluyor. Bir kadının anne olmasıyla bir erkeğin baba olması nasıl eşit olabilir?

Tekrar tarihe dönecek olursak; Hıristiyanlıktan sonra, Roma hukukunda aile reislerinin yetkileri mâkul seviyeye indi. Ama hiçbir zaman kadınlar, hukuk önünde hak arayamazdı. Peygamber Efendimiz’in kadınların başvurularına kulak vermesi, hukukî açıdan hükme bağlaması hattâ bazen kadınların itirazları üzerine âyetler inmesi; İslâm hukukuna mahsus bir durumdur. Bu yönüyle İslâm hukuku kendi çağının çok ilerisindedir. Ve İslâm hukukunun bu prensipleri, Peygamberimiz’in kadınlara karşı hak tanırlığını haber veren bu hadîs-i şeriflere dayanır.

Peki, bugün İslâm toplumlarında kadının durumuyla ilgili problemler yok mu? Hiç kimse gönül huzuruyla; «Yok!» diyemez. Yaşanmış bir hikâye üzerinden örnek verelim. Kur’ân kursumuza sığınan bir genç kızımızın hikâyesi bu:

Köylerinde kötü bir âdet yaygınlaşmış. Gençler bakmışlar ki, başlık parasını, düğün masrafını denkleştireceğiz derken evlenemiyorlar, bir çare bulmuşlar. Göz koydukları kıza saldırıp lekeliyorlar ki kızın ailesi vermeye mecbur kalsın. Bahsettiğim kızcağız da babasının tüfeğiyle saldırganı yaralayıp kaçmış, kurs hocasının evine sığınmış. Burs sağlayıp okuttuk, evlendirdik, hamdolsun şimdi mesut…

Elbette bizim geleneklerimizde iffeti sadece kadına ait bir mes’ûliyet saymak, hattâ hiç suçu olmasa da kirlenmiş addetmek gibi İslâm ile alâkası olmayan bir anlayış var. Çünkü güçlüye Allâh’ın kanununu tatbik etmeye gücümüz yetmiyor, acısını zayıftan çıkarıyoruz. Allâh’ın emrettiği; «İçinizden bekârları evlendirin.» gibi emirleri yerine getirmiyor, ama zorbalık yapanları âdeta mükâfatlandırıyoruz.

Evet, böyle yanlış geleneklerimiz var. Ama bunların ve daha birçok yanlışlarımızın sebebi «Hadis Müslümanlığı» değil, aksine İslâm’dan uzaklaşmış olmamız. Yanlışlarımızı düzeltmek istiyorsak; dînî kaynaklarımızın üzerine şâibe getirerek değil, aksine onları öğrenip tatbik ederek yapabiliriz. Son bir örnek vermek istiyorum:

Tanıdığım bir teyze var, beyi de kendisi de tasavvuf yolunda. Rahmetli amcamız, ömrünün son yedi yılını yatalak olarak geçirdi ama teyzemiz hiç şikâyet etmeden baktı. Vefatından sonra da daima onu hayırla anar. Bir gün sorduk;

“–Amca senin gönlünü nasıl böyle fethetti?” diye. Anlattı:

“–Amcanız öyle bir insandı ki, bir elmayı kesince yarısını bana verirdi. «Sen onu bütünce ye, ben de ikincisini yerim.» derdim. «Ya senin elman benimki kadar tatlı çıkmazsa? Allah biz erkeklere yediğimizden hanımımıza da yedirmeyi emretti. Ben Allah katında mes’ul olmak istemem.» derdi.”

Amcamız bu ahlâkı, hadîs-i şeriflerden öğrendi. İslâm’dan önce nikâh, sadece erkeklerin kendi aralarında kadınları paylaşmasından ibaret gibiydi. Üvey annesine mîrasçı olanlar, yetim kızlara el koyanlar, ellerinin altındaki kadınları birbiriyle takas edenler, rızâsı olmadan cebren evlendirenler… vardı. Bu nikâh usûllerinin bazısı âyetle birçoğu ise hadisle yasaklandı. Ve en önemlisi;

“Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakkı vardır.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10) hadîs-i şerîfiyle nikâhın, kadınla erkek arasında karşılıklı haklar ve mes’ûliyetler doğuran bir akit olduğu hususu vuzûha kavuşturuldu. Yani bazı hadîs-i şeriflerde kadınlar veya kadınlar hususunda erkekler uyarılmışsa, birçok hadislerde de kadınlara karşı keyfî davranmama konusunda erkekler uyarıldı. Daha söylenebilecek çok söz var, ama elbette bir yazıya sığmaz.

Hamdolsun biz mü’mine hanımlar; Allâh’ın hidâyetine tâbî, hakkımıza râzı ve hükmüne teslim olmuşuz ve Peygamberimiz’in nasihatlerini de cân u gönülden kabul etmişizdir. Bizim nâmımıza endişe duyan varsa, lüzumsuz bir işle iştigal etmektedir.