HAÇ’IN KANCASI

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Tebük Seferi, «Hilâl-Haç» mücadelesinin ilk sahnelerinden biriydi. Peygamber Efendimiz 30.000 sahâbîsi ile istihbâr olunan Haçlı hazırlığının üzerine gitti. Karşısına çıkamadılar.

Medine dönüşünde, o çok mühim ve hayatî sefere katılmayanları bir sorgulama bekliyordu.

Yalancı münafıklar… Tevbekâr mü’minler…

Üç kişi daha vardı. Onlar ne yalan mazeretlere sığınmışlardı ne de tevbede erken davranabilmişlerdi. Allah Rasûlü, onları ilâhî bir emirle tecrit etti. Selâmlarını dahî almadı… Allah Teâlâ;

“Mahcubiyetten dahî olsa gözünü onlardan ayırma!” dediği ashâbı hakkında, şimdi;

“Onların yüzüne bakma!” diyordu demek ki. Çünkü onlar; haçın hunhar taarruzlarına karşı, hilâl dâvâsını terk etmişlerdi.

Haçlı o gün, yok etmek istiyordu. Tarih boyunca da bu niyetler hep, Filistin’den çıkarmak, Anadolu’dan çıkarmak, Endülüs’ten çıkarmak, Balkanlardan çıkarmak şeklinde şekillendi. Bugün de İslâm’a mâl edilemeyeceği hâlde cihadist diye adlandırılan terör, İslâmofobi, minare referandumu, entegrasyon görüntüsü altında asimile, müslüman mültecî almak istememek, hattâ müslüman ülkelere vize vermemek ve benzeri tezâhürlerle ortaya çıkan İslâm düşmanlığı da İslâm’ı önce batıdan sonra da dünyadan silmeye yönelik…

O günlerde, o geri kalmış üçlüden Kâ‘b bin Mâlik’e bir mektup geldi. Bizans tesirindeki Gassânî emîrindendi bu mektup. Diyordu ki:

“Arkadaşının sana haksız yere eziyet verdiğini biliyoruz… Bize katılırsan, sana hak ettiğin kıymet verilecektir!..”

Hazret-i Kâ‘b, bu mektupla bir kere daha yıkıldı. Allah Rasûlü’nün ve mü’min kardeşlerinin yüzüne bakmadığı bir perişanlığa, bir de düşmanın ümit beslediği bir adam olmak perişanlığı eklenmişti.

Dikkat edelim:

Tebük’te Hilâl ordusunun karşısına çıkamayan Haçlı; müslümanların içine bir tefrika atmak, onları içeriden ifsâd etmeye kalkmak hususunda ne kadar da istekli, becerikli ve hızlıdır! Medine’de yaşanan bu hâdiseden haberdar olduklarına göre; istihbaratçıları ve casusları da vardı. Demek ki münafıklarla temas içindeydiler. Nitekim Tebük dönüşü; Efendimiz’e bir suikast düzenlendi. Başarısız oldular. Hıyânet teşebbüsünün üssü olması için Mescid-i Dırâr’ı kurdular. Fakat o şer yuvası da Cenâb-ı Hakk’ın emriyle imhâ edildi.

Haç, Hilâl’e kanca atmaya çalışmaktaydı. Hilâl’in burcunda yuvalanmaya kalkmaktaydı. Çünkü mertçe dövüşmekte şansının olmadığını biliyordu; işin içine nâmertlik karıştırmak, hem seciyesinin gereğiydi, hem de muhatabına en büyük darbeydi.

Kâ‘b -radıyallâhu anh- bu teklife yenilmedi. Lâkin tarih boyunca, Hilâl-Haç mücadelesinde, kendisini haça kullandıranlar eksik olmadı.

Başlangıçta ne kadar masum, iyi niyetli, samimî olunursa olunsun; yabancıyla dostluk her şeyi perişan eden bir zehir. Bu sebeple Hayat Rehberimiz Kur’ân-ı Kerim’de defalarca; kâfirlerle, yahudi ve hıristiyanlarla dostluk yasaklanmıştır. Bilhassa şu âyet, vereceğimiz misallerde yaşananları ne kadar net anlatıyor:

“(Kâfirleri dost edinmeyin! Çünkü) şayet onlar sizi ele geçirirlerse, (onların avucuna düşerseniz, önceki sahte dostluklarını bitirip ânında) size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr etmenizi istemektedirler.” (el-Mümtehine, 2)

Tarihten misaller:

Timur, Ankara Savaşı’nda mağlûp ettiği Yıldırım’ı esir alıp yanında götürdü. Yıldırım’ın şehzadelerinden Mustafa, maceralı yıllardan sonra Bizans kralı Manuel Komnenos’a sığındı. Müteâkip yıllarda da Bizans desteğiyle Rumeli’de fitne çıkardı. II. Murad Han tarafından bertaraf edilen bu şehzade, kaynaklarımızda Düzme veya Düzmece Mustafa olarak yâd edilir. Âdeta, gâvura sığınan bir şehzade ancak sahte bir şehzadedir mi denilmek istenmiştir?

Lâkin tarih bir kez daha tekerrür eder:

Cem Sultan, Fatih Sultan Mehmed Han’ın evlâtlarından idi. Saltanat devrinde eksik olmayan şehzadeler arası taht mücadelesinde, ağabeyi II. Bâyezîd’e mağlûp oldu. Fakat mücadelesini yanlış mecrâlara taşıdı. Ahmakça bir telkine kapılarak, Rodos şövalyelerinin eline kendi kendini teslim etti. Sonra Papa’nın esiri oldu. Kendisine hıristiyan olması ve haçlılara katılması gibi çirkin teklifler yapıldı. Sonunda büyük ihtimalle Papa tarafından zehirlenerek öldürüldü. Kendisi bir haçlı olmadı; fakat bazı kaynaklar, evlâtlarının frenk diyarında frenkleştiğini ifade ediyorlar. 13 yıl boyunca Avrupa’da Osmanlı’ya karşı bir koz olarak tutuldu. Fetihler durdu. Masraf adı altında haraçlar ödendi. Kim bilir hudut boylarında müslümanlar ne sancılar çektiler! Hilâl’in evlâdı kendi kendine haça sığındı ve haça çalışmış oldu.

Adı anıldığında yüreğimizde derin bir sızı bırakan Endülüs de, Hilâl dâvâsını unutup, haçlıyla ittifak edenler, düşman bellediği kardeşine karşı haçlıdan istimdat edenler yüzünden elden çıktı demek mümkündür. Harun ÖĞMÜŞ, o acı ve çirkin ahvâli şöyle dile getirmişti:

Gāfil eyyamcı emirler, çekemez birbirini,
Çalışır her biri yok etmek için dîğerini.
Kardeşin kardeşi öldürmesi yokken dinde,
Çağırırlar buna onlar yedi kat elleri de.
Vererek bir Katolik ülkeye her türlü şeyi,
Yoksa şâyet para, hükmündeki birkaç kaleyi,
Çiğnetir her biri öz kardeşinin toprağını,
Unutur şan dolu İslâm ve hısımlık bağını…
Bu dağılmışlığa Kastilyalı fırsat diyerek,
Başlar işgāle bütün yurdu, basıp çiğneyerek…

Acı hakikatin tarihte müşahhas hâle gelmesidir ki;

Endülüs; müslümanların paramparça hâllerine karşılık, küffârın birleşip tek bir kuvvet hâline gelmesi neticesinde kaybedilmiştir. Balkanlar da buna çok benzer şekilde kaybedildi: Birbiriyle ırk, mezheb-kilise bakımından ihtilâflı oldukları hâlde gayr-i müslim Balkan unsurları ittifak etmiş, buna karşılık Osmanlı ordusunda tefrika;

“Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın!” sözüyle hulâsa edilen fecî bir derekeye düşmüştü.

Dindaşa karşı, düşmanla iş birliği; İran’ın ve öncesinde Şîa’nın bariz vasıflarından biri oldu. Önce Haçlıların sonra Moğolların Orta Doğu’yu bugünkü gibi talan ettiği 10-13. mîlâdî asırlarda; Şîa hançeri, İslâm âleminin baş belâsı idi. Günümüzde de İslâm dünyası mezheb savaşlarına sevk ediliyor. Üstelik bu iki taraflı bir plân hâlinde işletiliyor:

Sünnî mahallesinde, Şiî yapmış gibi bir bombalı saldırı; sonra Şiî camisinde Sünnî yapmış gibi bir saldırı sonra, gerisi çorap söküğü gibi gelsin!

Bunun yanında; «Mezhepçilik yapmayalım!» diyerek takiyyeci Şîa’nın önünde ehl-i sünnet duyarlılığı zayıflatılıyor. Bâtıl bir fırka, «Ehlibeyt Müslümanlığı» gibi süslü ifadelerle pazarlanmaya çalışılıyor. Burada idareciler, siyaseten mezhepler aleyhinde söz söyleyebilirler. Bu siyaseten doğrudur. Fakat ferdî hayatımızda, zihin dünyamızın gümrüklerinde, hele itikad gibi en kıymetli varlığımızın muhafazasında; neyin hak, neyin bâtıl olduğunu doğru ayırt etmemiz gerekir!

Haçlı entrikaları; taze cumhuriyetin toy demokrasisinde de, darbelerle devşirildi. Bugün 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi darbelerin hangi dış kuvvetlerin tesiriyle gerçekleştirildiği yazılıp çiziliyor. Hattâ her birinin, diğer müslüman ülkelerdeki benzerleri de ortaya konuyor. Burada küffarla iş birliği yapan şehzade, emir veya paşanın yerini; cuntalar, masonlar, ucu dışarıda teşkilâtlar aldı.

Birinci sene-i devriyesinde olduğumuz 15 Temmuz’un en büyük ehemmiyeti burada. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın ikramı ve bin yıldır İslâm ile yoğrulan milletimizin basîreti sayesinde, Haçlı entrikası boşa çıkarıldı. Milletin basîretini şekillendiren de, kollektif şuuraltında yatan Hilâl ve Haç mücadelesi olmalı.

Geçmişte ne taht mücadelelerine, ne yeniçeri isyanlarına, ne de darbelere esaslı bir tepki vermemiş halkımız bu sefer, mukadderâtına sahip çıktı.

Öncekilerde tepki verememesinin sebepleri vardı:

• Halk kitlesi günümüzdeki kadar şuurlu ve eğitimli değildi. Genç Osman veya Abdülaziz şehid edildiğinde halk acı acı ağıtlar yakmıştı. O kadar… Abdülhamid Han da, halkın kendi mukadderâtına sahip çıkmakta yeterince yetişmiş olmadığını görüyordu. 1950’lere kadar müslüman halka «çarıklı» gözüyle bakılmıştır. Halk; Abdülhamîd’i, Vahdeddîn’i, Menderes’i, Özal’ı ve Erbakan’ı muhafaza edememiş fakat iyice bilenmişti…

• Halk, hakikatlerden yeterince malûmat sahibi olamıyordu. 31 Mart veya 27 Mayıs öncesi yalan haberler, efkâr-ı âmmeyi müthiş derecede yönlendiriyordu. Neşriyat kuvveti, düşmanın ve hâinin elinde idi. Fakat bu sefer; yalan kadar, doğru haberin de kapısı açık tutulabildi.

• Evvelki darbe ve benzeri hıyânetlerde; halk, karşısında Mehmetçiği, kendi bayrağını, kendi insanı zannettiği şahısları görüyordu. Yani nifak ve takiyye tesirli oluyordu. Buna halkın;

“Biz ne bilek beyim, büyükler bilir!” sâfiyeti ilâve olununca, halk;

“Ben ne yapabilirim ki?” diye düşünüyordu.

Fakat bu sefer, 2013-2017 arası, bütün maskeler döküldü.

Hâlbuki hâin, bu sefer bir vaiz kılığındaydı. Hem de sözü âyetli-hadisli, gözü yaşlı bir vaiz.

Lâkin takdîr-i ilâhî, o şarlatanın kalbini, kendi lisânından ortaya çıkardı: Bu şarlatan; haçlıyı övdü, müslümana sövdü, bedduâ etti. El âlemin kasetiyle, yatağıyla, batağıyla meşguliyetini itiraf etti. Papa eline kapandı, işgalci çıfıta «otorite» dedi, «Fuller»lerin kefâletiyle devrin Bizans’ına Dırar çukuru açtı. Emellerine mâni olacağını anladığı, müslümanların meşrû ve muktedir reisini bertaraf edebilmek için, her türlü hıyâneti yaptı. Din ve vatan düşmanlarıyla dahî ittifak etti. Devlet sırlarını ortaya dökmeye bile çalıştı.

Bu adam; öncesinde de şerîatten, usûlden ve fürûdan inhiraflarıyla kendisini ortaya koyuyordu. Fakat onlar, milletimiz için; vatanı, milleti ve ümmeti yani dâvâyı alâkadar eden hususlardaki hıyânet kadar net bir manzara verememişti.

17 Temmuz’da kaleme aldığım tarih kıt‘asında bunu ifade etmeye çalıştım:

Haçlı-sever hâini, sahtekârı dışladı,
«Haşhâşî»ye «Mehmetçik» demedi Anadolu’m!
Kazan kaldıranları, hilesinde haşladı,
«Darbe-i maklûbeyi yemedi Anadolu’m!» (1437)

Tarihimizden verdiğimiz örneklere bir de İsrailoğullarından bir misal ilâve edelim:

Bel‘âm bin Baûra…

Bu kişi, ilim ve irfanda derece sahibi mü’min bir kişiydi. Rivâyete göre ism-i âzamı dahî öğrenmişti. Lâkin, devrin haçlısının yani din düşmanının akıl hocası oldu. Rivâyete göre, onlara;

“Hazret-i Musa’nın ordusunu yenmek istiyorsanız; süsleyip göndereceğiniz kadınlarınızla onun askerlerini ayartın!” tedbirini öğretti. Allah Teâlâ, ondan bütün mânevî derecelerini söküp aldı. Hem fiziken hem mânen dili sarkık bir köpek hâlinde onu bıraktı. (Bkz. el-A‘râf, 175-176)

Bugünkü Bel‘âm şarlatanının da, kadın ve fahşâ unsurunu çokça kullandığını artık bilmeyen yok. Eskiden taklitçi bir papağan gibi öten ağzı da bugün ancak köpükler saçıyor.

Geçmiş hıyânetler ve hâinler de geçip gittiler. Zaman kaybettirseler de Allâh’ın hükmünü değiştiremediler ve haçlıya maşa olanlar da kendi âkıbetlerini berbat etmekten başka bir şey elde edemediler.

Tansiyon ölçtürmesi bile sahte olan bu hâin de; Bel‘âmların, Hasan Sabbahların, Şeyh Bedreddinlerin tarihteki çöplüğüne süpürülecek.

Yazımızın özü olan hükmün son bir delili ve misali olacak.

Tarih diyor ki:

Hırsın için, müslüman kardeşine olan düşmanlığın için, hasedin için, asla düşmanınla ittifaka kalkışma!.. Dostunun kölesi ol, düşmanının ortağı olma!.. Yoksa perişan olursun!..