GERÇEK HAYATIN ALTIN KURALLARI

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_kucukasci-yuzakidergisi-haziran2015

Şöyle bir göz göze gelmişti biriyle… Ardından tekrar bakma ihtiyacı hissetti.

Çünkü beynindeki yüz tanıma sistemi, hâfızanın derinliklerinden bir alârm vermişti. Çok eski bir tanıdık olmalıydı şu karşıdan gelen adam… Muhatabının zihninden de benzer şeyler geçtiği, sîmâsında beliren tebessümden belliydi. İlk tanıyan ve hatırlayan da o oldu:

–Cem!

–Necati!..

–Yıllar oldu be kardeşim!

Tâ ilkokul sıralarında arkadaş idiler. Fakat beşinci sınıftan, kırkına merdiven dayadıkları bugüne kadar, hiç karşılaşmamışlardı.

–Babamın tayini çıkınca biz o sene Amasya’ya taşınmıştık biliyorsun… Hiç karşılaşmadık yıllardır. Ne kadar değişmişsin?

–Sen de öyle…

–Gel şöyle oturalım, âcil bir işin yoksa.

Çay ocağı gibi bir mekâna iliştiler. Geçen yılları konuştular. Hayatın sürüklediği meşgaleler, iş-güç, aile…

–Vay be, tekrar aynı mahalledeyiz ha…

–Evet ya, yıllar sonra aynı muhit denk geldi. Şu ileriki sokaktaki siteden bir ev aldık. Geçen hafta taşındık.

–Hayırlı olsun, güle güle otur…

Vakit öğleye doğru ilerlerken Cuma salâsı başladı. Necati, masumca sordu:

–Cumayı nerede kılarız? Bu yukarıdaki cami iyidir.

Cem, kıvrandı. Yüzünde mahcubiyetle karışık bir sırıtmayla;

“–Benim o taraklarda pek bezim yoktur.” dedi.

Necati şaşırmıştı:

–Nasıl olur Cem kardeşim? Allâh’a karşı en mühim vazifelerimizden biri bu, namaz, hele Cuma namazı. Kazâsı yok, tek başına kılması yok.

“–Yani, ne bileyim.” dedi Cem, omuz silkti.

Necati, biraz ısrar edeyim dedi:

–Kardeş, gel sen bugünden namaza başla… Yahu kıyâmet günü nasıl hesap vereceksin? Üç Cuma terk eden, inkârcılarla beraber yazılır. Yarın Rabbin seni cehenneme atarsa ne yapacaksın?

Cem; Necati’nin sandığından da uzaktı camiye, namaza… Hattâ neredeyse inanca, âhirete… İnancını yaşamayınca, yaşadığı gibi inananlardan olmuştu. Fî tarihinde birinin ağzından duyduğu ve böyle zamanlarda tekrarladığı lâfı geveledi, aynı sırıtışla:

–Allah yaratırken bana mı sordu ki, beni hesaba çekecek de cehenneme atacak?

Necati, ezana kadar tebliğde bulunmaya kararlıydı. Daha bir yerleşti sandalyesine, çayları tazelemelerini işaret etti:

–Sordu tabiî, kardeşim!..

–Sordu mu?

–Evet. Sormaya hiçbir mecburiyeti yoktu fakat sordu!

–Ben niye hatırlamıyorum?

–«Kaalû belâ» diye bir şey duydun mu?

–Evet, çocukluğumdan duymuş gibiyim.

–Hah! «Ne zamandan beri müslümansın? Kaalû belâdan beri!» deriz.

–Ne demek o?

–İşte en başta Allah ruh olarak yarattığı biz insanlığa;

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu, biz de;

“Evet öylesin, yâ Rabbî!” dedik. O’nun bizi terbiye etmesine, eğitmesine râzı olduk. Belki kabul etmesek, rûhumuzu yok eder, bedenen var etmezdi?..

–İyi de ben hatırlamıyorum.

–Deden sana iki yaşındayken, Sultan Süleyman hazinelerinin yerini söyleseydi, onu da hatırlamazdın! Sen üç-dört yaşını hatırlamıyorsun? Nereden eksi bilmem kaç milyon yılı hatırlayacaksın? Sonra hatırlaman da şart değil.

–O niye?

–Şu yeni daire aldığın sitede, birtakım kurallar var değil mi?

–E var tabiî…

–Kendi paranla aldığın daireni, birilerinin koyduğu kurallara uyarak kullanabiliyorsun. Bunu sana sordular mı?

–Tam olarak sorduklarını söyleyemem.

–Araban var mı?

–Var.

–Trafikteki kurallara uyuyor musun?

–İstersen uyma!.. Yersin cezayı…

–Sana sordular mı o kuralları?

–…

–Yani trafiğe çıkmakla bunları kabul etmiş oluyorsun. Her şeyiyle Allâh’ın olan bu âlemde var olmakla, O’nun verdiği nefesi soluyarak, afiyetle yaşamakla, O’nun rızıklarını yemekle; O’nun koyduğu bütün kuralları kabul etmiş olduğumuz gibi…

Az önce anlattın, zorlu bir askerlik yapmışsın.

–Evet.

–«Askerlik yapar mısın?» diye sana sordular mı?

–O, vatan borcu…

–Yahu vatan borcu var da, Yaratan borcu yok mu?

Sana bir yol yapan, istediği yere kırmızı ışık koyabiliyor.

Sana bir maaş veren; hangi şehirde yaşayacağına, her gün saatlerce neler yapacağına, nasıl giyineceğine hükmediyor.

Bir apartman yahut sitenin, bir kural koyucu ve yöneticiye ihtiyacının olduğunu aklen kabul ediyor; «Bunun için bir sözleşme imzalamış olmaya ihtiyaç yok.» diyorsun da, şu koca âlemin bir hâkimi, bir sahibi, bir yöneticisi olduğuna ve bu dünyada yaşarken senden birtakım kurallara uymanı isteyeceğine aklın kesmiyor mu? Bir de; «Bana sordu mu?» diyorsun…

–Ya, benim namaz kılmamla kâinat düzene mi girecek?

–Önce senin içindeki âlem, nizam bulacak. Oradan ailen, komşuların, toplumun huzur bulacak. Böylece hem dünyan saâdete erişecek, hem de elde ettiğin selîm kalp ile cennete girebilecek bir kıvam kazanacaksın.

–İyi de, ben; zaten dürüst, ahlâklı bir insanım. Kimseye zarar vermem. Temiz kalpliyim. Ama din denince araya birileri giriyor. Onlar Allah adına bize bir şeyler yaptırıyor. Dînî duyguları istismar etmedikleri ne malûm?

–Bunlar şeytanın vesveseleri dostum. Bir de son zamanlarda maalesef dînimiz etrafında kasıtlı çok propaganda yapıldı. Sen o şüphe tohumlarına aldırma.

Sen hiç trafikte, bir polisin aslında polis olmayabileceğini düşünüyor musun? Mahkemede hâkimin diplomasını, yetki belgesini soruyor musun? Affedersin; anne-babanın sözünü dinlemek için, DNA testi yaptırdın mı?

Hepsine güveniyorsun da; asırlardır milyonlarca mü’minin inandığı, onlarca mûcize göstermiş, elinde de Kur’ân gibi de bir delili, burhanı olan Hazret-i Peygamber’e ve O’nun yolunu takip eden âlimlere mi güvenmiyorsun? Bunlar boş şeyler…

–Tatlı tatlı anlatıyorsun da niye bunca insan, dînî vazifelerini yerine getirmiyor. Akılla, mantıkla doğru yolu bulamıyor?

–Niçin herkes trafik kurallarına tam anlamıyla uymuyor, bunca mal ve can kaybı yaşanıyorsa, aynı sebepten. Kurallara uymamak, nefsimizin hoşuna gidiyor. Onların varlık hikmetini bilsek de…

Çünkü dîni yaşamak; zekâ, akıl ve mantıktan ziyade, kalp, vicdan ve irade işi…

Bak verdiğim misallere de itiraz edebilecek, anarşist kafalı insanlar da var. Onlar ne vatan borcu bilir, ne aile hukuku… Hiçbir kural tanımak istemezler. Fakat onları da hastalanınca gör! Hemen doktorun, hastanenin, eczanenin yolunu tutuyorlar. Acı reçeteler yazan doktora itaat ediyor, zehir gibi ilâçlar veren eczacıya boyun eğiyorlar. Hattâ gerektiğinde eli neşterli bir cerraha vücutlarını teslim ediyorlar. Hiç itiraz ettikleri yok! Çünkü bu dünyaya geldiysek, sağlıklı kalmanın şartı bu… Boyun eğsek de böyle, isyan etsek de böyle…

Rûhumuzun sıhhat şartı da îman, ibâdet, güzel ahlâk…

Fizik kanunlarını kim koyduysa, metafizik kanunlarını da o koydu!

Nefsimize ağır gelse de gereken bu… Gerçi, biz rûhumuz adına ısrarcı olursak; sonunda nefsimiz de tembelliği, aceleciliği ve çirkin şeyleri bırakıyor. O da huzur buluyor. O da rahatlıyor.

Necati, saatine baktı. Sonra Cem’in gözlerine…

–Ezan yaklaştı. Dostum, yıllar sonra karşılaştığımıza nasıl da sevindik. Bir gün bir daha ayrılacak yollarımız ve öteki âlemde bir daha karşılaşacağız. Orada da sevinelim istiyorum. Hem de ebediyyen… Rabbim; ikimizi de cennetine alsın istiyorum, başka bir arzum, başka bir derdim yok.

Zaman zaman bu çay ocağına takılırım, seninle uzun boylu konuşmak isterim. Haydi, hayırlı cumalar…

Cem’in yüz ifadesindeki sırıtma gitmiş, yerini düşünceli bir hâl almıştı.

Bir karar arifesindeydi…

Ya şeytan demagojisine aldanmaya devam edecekti yahut da çocukluğunda bile tutarlılığına, güvenilirliğine, ciddiyetine hayran olduğu Necati’nin peşinden gidecek; hayatın kurallarını, daha doğrusu gerçek hayatın altın kurallarını öğrenip uygulamaya koyulacaktı.