GEÇ DE OLSA…

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

fatih_garcan-yuzakidergisi-temmuz2015

–Of! Of! Of! Çok canım yandı!

–Dayan bey, bitmek üzere…

–Hanım canımın yarısı gitti. Azıcık ara ver. Bir soluklanayım! Ne olur!

–Peki bey, nasıl istersen…

O günler an be an geldi gözlerinin önüne…

Babacığı her gün iş dönüşü akşam yemeğini yedikten sonra holdeki tahta sedire uzanır, annesi de bardaklarla, hattâ bazen kavanozlarla babasının sırtını çekerdi. Rahmetli bir fabrikada ağır işlerde çalışan bir işçiydi. Her gün akşama kadar sırtında ağır yükleri taşımaktan sinirleri hep sıkışır, dayanılmaz bir hâl alırdı. Babacığının o acı acı iniltilerinin sabaha dek sürdüğü günler olurdu. Ertesi gün yine iş başı… Ekmek parası kolay değildi. Babacığı o maaşla iki çocuğuna bir de annesine ve babasına bakardı. Bir kerecik olsun şikâyetlendiği vâkî değildi.

Şimdi aradan yıllar geçmişti. Babacığı artık yoktu. Dedesi ve babaannesi de yoktu. Bir garip anacığı vardı, onu da yalnızlığı ile baş başa bırakmak becerisi kendisine düşmüştü.

Geçmişin hâtıraları içerisinde geldi büyüdüğü evin önüne… Seneler sonra senelik izninin ilk bir gününü annesine ayırmış, geri kalan iki haftası için iki ayrı tatil beldesinde ailesi için rezervasyon yaptırmıştı. Kapıya geldiğinde bir elini tokmağa, diğer elini de kapıyı açmak için bağlı bulunan ipin ucundaki halkaya attı. Bir an durakladı. Bu evin tüm güvenliği sadece bundan ibaretti ve anacığı yıllardır bu evde tek başına yaşıyordu. Kendi evinin modern, yüksek güvenlikli çelik kapısı geldi gözlerinin önüne. Hattâ ekstradan yaptırdığı güvenlik sistemi ve kamera sistemi bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. İç vicdanı âdeta silkeliyordu Yusuf’u. Yıllar önce bir hiç uğruna kaçarcasına gittiği evinin önünde hummâlı bir vicdan muhasebesi sardı onu. Bir eli halkada, bir eli tokmakta öylece kalakaldı. Annesinin karşısına hangi yüzle çıkacağı sorusu düştü gönlüne. Geçmişi çok acımasızdı?!. Bir türlü bırakmıyordu yakasını… İç vicdanı tokat gibi yapıştırdı cevabı:

“Sen merhametlisin, geçmişin acımasız öyle mi? Anacığının şefkat, merhamet ve muhabbet dolu ilgisi dışında ne gördün? Bir kötülüğünü mü gördün?”

Gözü, evin dış kapısının önündeki emektar iskemleye takıldı. Babası, dedesi için yapmıştı onu. Rahmetli dedesi; eli-ayağı tutmadığı için namaz ve yemek hariç, kapının önünde o iskemlede otururdu. Her gün oğlu işten dönünce onunla birlikte girerdi içeri. Babacığı her gün; ama her gün hürmetle babasının elini öper, ona omuz verir, o gıcırdayan tahta merdivenleri birlikte çıkarlardı. İç vicdanı bir tokat misali sıralıyordu acımasız cümlelerini:

“Baban kadar olamadın! En azından o adamcağızın bir saygınlığı vardı. Senin neyin var? Paran! O para bitince görürsün sen Hanya’yı Konya’yı…”

Yusuf, eli kapıda içeri girebilme cesaretini toplamaya çalışırken arabadan karısı seslendi:

­–Alooo!!! Yusufçuğum sen eğer burada kalmak istiyorsan kalabilirsin şekerim. Kesinlikle sonuna kadar saygı duyarım. Ne de olsa senin evin… Bize arabanın anahtarını ver de biz geç olmadan bir otel bakalım kendimize. Yarın gelir alırız seni.

Yusuf bir anda sinir küpüne döndü. «Bir gören-duyan oldu mu?» diye etrafına baktı. Sokakta ışığı yanan başka bir ev olmadığını görünce ruh hâli iyice karıştı… Şimdi ne diyebilirdi karısına? Sonuçta Yusuf; entelektüel ve görgülü biriydi ya, öyle davranmalıydı. Karısı yıllarca öyle bildi onu… Ama gel gelelim gönül, aslına rucû edince işin rengi değişti; ama bundan sonra atılacak bir adımın neye faydası olurdu? İçinden: «Ulan seni karı diye yanımda gezdiren aklıma!.. Saygı duyarmış!.. İnip aşağıya el öpeceğine!.. Allâh’ım sen aklıma mukayyet ol!..»

–Tamam Seval! Siz arabayı alın. Şehir merkezi buraya 3-3,5 kilometre kadar. Kent Oteli’nde kalırsınız.

–Tamam şekerim, çok mersi. Anlayışlı kocacığım benim.

Yusuf gene etrafına baktı. Neyse ki civarda kimse görünmüyordu. Yılların delikanlı Yusuf’u; «Yusufçuk, şekercik» olmuştu. Bir an kendinden utandı. Arkasını döndü ve içeriye girdi. Yıllar önce son şeklini kendi verdiği tuvalet hemen sağda idi. Yıllar önce kapı olması maksadı ile koyduğu bez çuval hâlâ asılı idi. Sol tarafta ise etrafına odun ve çalı çırpıların dizildiği ocak, aynen duruyordu. Kim bilir en son ne zaman ekmek yapıldı bu ocakta? Cep telefonunun ışığını o tarafa tuttuğunda kaçışan fareleri görmemek mümkün değildi. Birden ürperse de bu geceyi burada geçirmeye kararlı idi. Hâlâ annesinin karşısına çıkmak için cesaretini toplayabilmiş değildi. Yavaş yavaş çıkmaya başladı; eski, gıcırdayan merdivenlerden…

Merdiven, direk mutfağın kapısına çıkıyordu. Elindeki ışığı mutfağın tezgâhına tuttu. Karşılaştığı manzara iyice tedirgin etmişti onu. Yerlere dökülmüş yemek lekelerine ilk başta bir anlam veremedi. Evin yatak odasında cılız bir gaz lâmbası ışığı yanmakta idi. Annesinin orada olabileceği düşüncesi ile bir cesaret, girdi içeri. Anneciğinin bembeyaz başörtüsünü bağlamaya çalışırkenki telâşı içler acısı idi. Anacığı el yordamı ile bağladı başörtüsünü. Yusuf’un dizlerinin bağı çözüldü.

Annesi Emine Hanım:

–Kim o? Hatice kızım sen misin?

Hatice kimdi, bilemedi. Anacığı demek ki iyice görmüyordu ki gelenin erkek mi hanım mı olduğunu ayırt edemiyordu. Yapıştı anacığının ellerine…

–Benim ana, Yusuf!

–Yusuf mu?

Anacığı başka bir şey diyemedi… Göğsü gürül gürül kaynayan su kazanı misali bir hâl aldı. Gözyaşları, kim bilir hangi acı hâtıraların dışa yansıyan derin mânâlarını taşıyordu. Güya bir delikanlılık izhârı uğruna terk etmişti baba ocağını. Vefat edenlerin haberini farklı vesilelerle alsa da annesinin âmâ olduğu haberi ulaşmamıştı kendisine… Artık nasıl bir hınç kapladıysa yüreğini, yıllardır anacığının hâlini hatırını merak dahî etmemişti. Aslında onu buraya getiren, kendi çocuklarından yediği ilk çizik, ilk dirsekti… Kendi başına gelmeyince, insan akıllanmıyordu işte…

Anacığı uzun uzun ağladı… Sadece Yusuf’unun başını okşuyordu. Tek kelime etmedi…

Annesinin bu hâli Yusuf’u bin pişman ettiyse de ne kıymeti vardı? Kim bilir anacığını kaç yıldır böylesi bir yalnızlıkla baş başa bırakmıştı. Görmeyen o bir çift göz, kim bilir ne acı sahnelere şahit oldu ki artık göremez oldu?

«Neyin hıncıydı ha neyin?..» Zihni bu cümle ile yankılanıyordu.

Belli ki Allah bir Hatice göndermişti sahip çıkan; ama onun ilgisi de bir yere kadardı. Evin hâli içler acısı idi. Anacığı ne desin şimdi? Hangi cümleler söndürürdü yüreğindeki yangını? İç vicdanı bu sefer yapıştı Yusuf’un yakasına:

“Soğudun mu ha soğudun mu? Aldın mı anacığından, babacığından hıncını? Soğudun mu ha soğudun mu?”

Yusuf, sabah ezanına kadar anacığının dizinin dibinde ağladı. Tek bir cümle kurmaya cesaret edemedi. Anacığı ezanla bir istifini bozdu . Sesini çıkarmadan usulca müsaade aldı. Duvarlara tutuna tutuna abdeste çıktı. Yusuf bu arada hemen ibrik ve leğeni hazırladı. Anacığına abdest aldıracaktı ki annesi ibriği usulca Yusuf’un elinden aldı ve kendi suyunu kendi döktü. Abdestini tamamladı ve namaza durdu…

O da hemen kahvaltılık bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçti. Evde kahvaltılık olarak bir kuru peynir, biraz zeytin ve yufka ekmeği vardı. Hemen bir yufka ısladı. Bir papatya çayı hazırladı. Kahvaltı tepsisini hazırladığında pişmanlığına bir pişmanlık daha eklendi. Kendi çocuklarının çeşit çeşit kahvaltı sofralarına burun kıvırdığı zaman, onlara sevimli gelsin diye kahvaltılıklardan gülen adam şekilleri hazırladığı günler geldi o an gözlerinin önüne…

İç vicdanı bir gerçeği daha hatırlattı:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.

Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine; «Öf!» bile deme!

Onları azarlama!

İkisine de güzel söz söyle!

Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve;

«Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et.» diyerek duâ et!” (el-İsrâ, 23-24)

O, annesine ve babasına hizmet etme bahtiyarlığına erişememişti. Ama bu son fırsatı bir şekilde değerlendirmek istiyordu.

Yusuf o an kararını verdi. Artık annesini yalnız bırakmayacaktı. Bırakmayacaktı; ama bu derdi nasıl anlatacaktı ailesine?

Kararı kesindi. Belki ilk defa bir babalık yapacak hem ailesinin ayağını yere bastıracak hem de çoluk çocuğunun gözünde para kaynağı bir baba olmaktan öteye geçip, örnek bir baba olacaktı.

Kahvaltıyı anacığının önüne götürdü. İlk lokmayı hazırladı ve;

“–Anacığım buyur.” dedi

Annesi derin bir iç çekti ve oğlunun lokma uzatan elini bağrına bastı:

–Ah be yavrum ne kötülüğümü gördün? Neden beni böyle bir başıma buralarda bıraktın? Sokağımızda kimse kalmadı. Kimseler hâlimi hatırımı sormaz oldu. Bir çolak Hatice kızımız vardı, belediyenin ayda bir getirdiği erzaklardan bir-iki güne bir, yemek yapardı bana. Üç gündür o da uğramaz oldu. İnsanlar arkamdan konuşurken;

«Çoluk çocuğunun bile terk ettiği bir kadın! Kim bilir…» diye başladı dedikodularına. Kardeşin de ardınca gitti. O gün bu gündür Rabbim’e can borcumu vereceğim günü bekledim. Hatice de ayağını kesince galiba gelecek bir tek Azrâil -aleyhisselâm- kaldı diye düşünüyordum. Ben şu son iki gündür;

«Azrail’den başkası çalmasın kapımı…» diye duâ ediyordum. Şimdi sen söyle oğlum, sevineyim mi geldiğine? Nasıl yiyeyim uzattığın o lokmayı? Sen söyle oğul sen söyle! Eminim sen daha iyisini bilirsin!

Yusuf’un nutku tutulmuştu. Yutkunurken sanki koca bir taş geçti boğazından… Diyecek bir şey yoktu. Ne pahasına olursa olsun götürecekti annesini…

Ellerine sarılarak, öperek yaptırdı zengin menülü kahvaltısını. Asla bırakmayacağına dair de söz verdi ve annesini hazırlamaya başladı. Önce bir banyo yaptırmak istedi; lâkin evde ne kombi vardı ne de şofben? Aşağıya indi ve emektar ocağı yaktı. Çocukluk yıllarındaki gibi iki tuğla üzerine içi su dolu bir teneke koydu. Babasının dedesi için yaptığı o emektar iskemleyi çekip ateşin başına oturdu. Başını iki elinin arasına aldı ve kalbini bu kadar taşlaştıran sebepleri düşünmeye, tahlil etmeye başladı.

Hanımını aradı. Annesi için elbise ve bazı ihtiyaçlar için sipariş verdi. Hanımı gelince;

“Hanım, senden ilk defa kendim için bir şey isteyeceğim…” dedi ve olanları anlattı.

Hanımı bir süre sessizce bekledikten sonra üzerine düşeni yapmayı kabul etti. Hem beyinin o duygulu ciddiyeti, hem de kayınvâlidesinin perişan hâli onu da çok etkilemişti. Neticede her insan bir vicdan taşıyordu.

Su hazır olunca beraber anacığına güzel bir banyo yaptırdılar. Tertemiz kıyafetler giydirdiler. Annesi ilk önce gitmek istemese de oğlunun ve gelinin ısrarı üzerine kabul etti. Tam kapıdan çıkarken ayağıyla emektar iskemleyi yokladı. Bulamayınca;

–Oğlum burada eski bir iskemle olması lâzımdı. Nerede acaba?

–İçeride ana. Ben ateşi yaktığımda üstüne oturup beklediydim.

–Onu da yanımıza alsak olur mu oğlum? Babacığın son nefesini kucağımda verirken ben o iskemleye oturuyordum.

Yusuf’un gözyaşları sel olmuştu. Kendi kendine;

«Kaç yıldır neredeydin sen? Bu yaptığın hangi evlâtlık anlayışıyla açıklanabilir?» diye kahırlandı.

Anacığını özenle bindirdi arabaya. Mahallenin muhtarına üzerinde; «Çolak Hatice’ye» yazılı, içinde;

“Hatice Hanım! Anneme yaptığınız hizmetler için minnettarım. Lütfen beni arayın… Ben de bir mukabelede bulunmak istiyorum.” yazılı bir not bıraktı.

Ve yılların hâtırasını ardında bırakarak, bir daha asla yalnız bırakmayacağı anacığı ile birlikte yola çıktı…