EY YOLCU TOPARLAN!

YAZAR : Sami GÖKSÜN

İnsan, yola çıkan bir yolcu gibidir. Bu yolculuk ana karnında başlar. Daha sonra dünya hayatı ile devam ederek, ebedî mekânımız olan âhiret ile sonlanır. Âhiretten önceki hayat geçicidir. Bu geçici hayat, yani dünya hayatı fânîlik yurdudur, faydası da zararı da kısacık ve azıcıktır. Bunun böyle olduğunu Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle belirtmektedir:

“«Yeryüzünde sizin için bir vakte kadar, yerleşip faydalanılacak şeyler vardır.» dedik.” (el-Bakara, 36)

İnsanın, kazanç sağlamak ve azık temin etmek zorunda olduğu menzil; dünyada bulunduğu zamandır. O hâlde insan yeryüzünde kaldığı müddetçe; çalışıp kazanmak, zahmet ve meşakkatlerle karşılaşmak ve onlarla mücadele etmek zorundadır. Hesabımızın görülme yeri olan âhiret yurduna sefer edinceye kadar, bu çalışma ve zahmetlerle uğraşmak durumundayız. Nitekim, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Mübîn’inde bu hakikati şöyle beyan etmektedir:

“Ey insan, hakikaten sen, Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp didineceksin. Sonunda da sen O’na kavuşacaksın.” (el-İnşikāk, 6)

Zorluklarla ve meşakkatlerle uğraşma konusunda da Cenâb-ı Hak;

“Andolsun ki, Biz insanoğlunu zorluklara katlanacak şekilde yarattık.” (el-Beled, 4) buyurmaktadır.

Bu hakikatlere rağmen insanoğlu, rahatlık arayıp tembel tembel dolaşmak arzusundadır.

Dünya ve âhiret telâkkisi bakımından insanlar üç sınıftır:

Bir kısım insanlar var ki, âhiret gününü ve hesap ânını hiçe sayıp, gaflet içerisinde bir hayat geçirirler. Bu tip insanlar, âhiret hayatını ve orada yaşanacakları bilip inanmakta tamamıyla körlük ve şaşırmışlık içinde kalmışlar ve şöyle demişlerdir:

“Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdır, yaşarız sonra da ölürüz hepsi o kadardır.”

Bir kısım insanlar da her ne kadar ağızları ile inkârcılar gibi söylemeseler de böyle söyleyenlerin yaptıklarını yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Böyle insanlar, huzur ve rahatlık bulunmayan şeylerde rahatlık arar dururlar. Bu gibi kimseler şu âyet-i celîlede vasfolunan insanlardır:

“O inkârcılara gelince onların amelleri, ıssız çöllerdeki bir serap gibidir. Susayan kimse onun bir su olduğunu sanır. Nihayet o, buna vardığı zaman onu bir şey olarak bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah -celle celâlühû-’yu bulmuştur, Allah ise onun hesabını tastamam görmüştür. Allah, hesabı çok çabuk görendir.” (en-Nûr, 39)

Bu âyet-i celîle derin bir şekilde tefekkür edildiğinde; karşımıza, îmânın insan için ne denli önemli bir kıymet olduğu hakikati çıkar.

Îman; insanın hayatına ve bu hayat süresince sarf ettiği gayretlere, yapmış olduğu işlere bir değer ve mânâ katan yegâne âmildir. Çünkü inanan insan; bütün amellerini, faaliyetlerini üstün bir gaye için, Allah rızâsı için yapar. Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun olarak yapar, nihayet yaptığı her işten dolayı ince bir hesap vereceği kaygı ve disiplini içinde yapar. Hâlbuki inançsız insanların faaliyetleri; bu îman ve sorumluluk disiplininden mahrum olduğundan âyette de veciz bir teşbih ile ifade buyurulduğu gibi, boş, anlamsız ve değersiz bir meşguliyetler yığınından ibaret olmakla kalmaz, ziyade olarak sahibini ağır bir sorumluluk ve hesabın altına sokar.

Başka bir kısım insanlar da vardır ki, onlar; dünyayı da, âhireti de bilirler. Şunu da bilirler ki; dünya fânî ve geçici, âhiret ise ebedîdir. Bu insanlar, bu gerçeği Kur’ân’ın şu âyetlerine teslim olarak elde etmişlerdir:

“Ey insanlar! Yeryüzünde sizin için belirli bir vakte kadar karargâh ve faydalanma vardır. Âhiret yurdu ise hakikaten o ebedîdir.” Bakara Sûresi 36. âyette bu hakikati gördüler, Ankebût Sûresi 64. âyette ise, dünyanın oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu öğrendiler. O âyette ise Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı!”

Bu bilginin getirdiği mânevî hâl ile insanlar, hem dünyada huzuru yaşarlar hem de âhirette huzur ve itmi’nâna ulaşmış olurlar ve böylece de Fecr Sûresi’nin sonundaki şu âyetlerin müjdesine nâil olurlar:

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön (seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir.”

Yine bu insanlar bilirler ki, insan zarurî olarak âhiret âlemine sefer yapmak zorundadır. Her canın ölümü tadacağını bilen bu insanlar; isteseler de istemeseler de Rablerine döndürüleceklerinin şuuru ile yaşarlar ve böylece de, her an ölüm gerçeğine hazır olurlar. Bu ise en büyük mutluluktur.

Böylece bu insanlar gerçekten saâdete erdiler ve şu ilâhî hitâba muhatap oldular:

“O mesut olanlara gelince onlar cennettedirler.” (Hûd, 108)

Bütün bunlar göz önüne alındığında insan için, biri maddî diğeri mânevî azık temin edilip faydalanılacak iki ekim sahası vardır.

Birincisi: Rûhî (mânevî)dir. Bunlar; ilimler, hikmetler, ibâdetler, güzel ahlâk, helâllerle meşguliyet, dilin ve kalbin âfetlerinden temizlenebilmek ve benzeri meziyetlerdir. Bu ekim sahalarından elde edilecek semere ise; ebedî bir hayat, sonu olmayan bir zenginliktir. Bunlar ne kadar artırılırsa insan o kadar övülmeye, takdire lâyık olur. Fakat bu mânevî kazancı talep edenler, ancak onun kadrini bilen ve ondaki sonsuz faydaları anlamış olanlardır.

İkincisi: Bu azığa gelince; o da cismânîdir, yani maddîdir. Bunlar; mal-mülk, para, mücevher gibi maddî zenginliklerdir. Özetle Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de;

“İnsanlar için; kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiras derecesindeki sevgi bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir.” (Âl-i İmrân, 14) meâlindeki âyet-i celîlede işaret edilen şeylerdir.

Bunun semeresi ise geçici olan bu dünya hayatının ancak bunlar vasıtası ile hâsıl olup devam etmesi; insan, dünyasından ayrılınca bunların da insandan ayrılmasıdır. İnsan âhiret azığını artırmak hususunda; bunlardan faydalandığı miktar istisnâ edilirse, bunlardan başka türlü istifade etmiş olmaz. İşte bu ikinciye meyledip ihtiras derecesinde bağlanan, bunların hakikatlerini ve geçici faydalarını anlamamış bilgisizlerden başkası değildir. Aslında bunlar, sahibini asıl gayesinden geri bırakmadığı ve şer-‘i şerîfe uygun bir şekilde yararlanıldığı ve esas maksada vesile kılınacak bir tarzda istifade edildiği müddetçe faydalı nimetlerdir. Bunların artırılması da sıkıntı oluşturmaz.

Dünya hayatında muvaffak olan kimse ise; maddî ve mânevî zenginliği bir araya getirmekten âciz olduğunu görüp idrak ettiği zaman, bâkî olana gerekli önemi verip, geçici olandan ilgisini azaltan kimsedir. Böyle bir insan âhireti dünyaya tercih eder.

Cenâb-ı Hak da zaten;

“Dünya sizi aldatmasın!” (Bkz. Fâtır, 5; Lokman, 33) diye ferman buyurmaktadır.

Seyrî, âhiret yolcusu olan insana hitap eder:

Ey yolcu, bu fânîye gönül verme, ecel var,
«Dur, alma!» deyip anlaşamaz kimse mezarla!

Ey yolcu, nasîbin yine cennet bağı olsun,
En doğru sırattan yürü, en doğru kararla!..

Seyrî ile ey yolcu, hemen şimdi toparlan,
Şeytâna uyup yolda vakit harcama zarla!..

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de dünyayı şöyle tasvir etmiştir:

“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Cenâb-ı Hak; cümle mü’minlere dünyayı, Peygamberimiz gibi anlamayı nasip eylesin! Âmîn…