EVLİLİKTE GEÇİNMENİN YOLU -3-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Geçtiğimiz ay yazdığımız makalemizde;

«Aile yuvalarını sıkıntıya sokan bir husus da şikâyetler ve birbirini beğenmemelerdir.» demiştik.

Bunun ise en mühim sebebi, maalesef televizyon ve internet programlarıdır. İnsanlar orada; sürekli boyalı kadınlar, fiyakalı erkekler görüp duruyor. Dizi dizi, film film rezillikler. Yanlış telkinler. Çarpık ve çirkin hâller. Milyonlarca evde sabah-akşam bunlara bakılıyor.

Kötü şeyleri seyrederken kınasa bile; o gidip şuur altında, kalpte ve nefiste bir yerlere yerleşiyor. Sürekli boyalı, maskeli, reklâmlı, modalı, şeytan süsüyle yaldızlı sahte bir hayatı izliyor. Magazin diyorlar, aslında rezil ve müptezel hayatlar… Fakat maddî imkân içinde görüyor, kıymetli elbiseler içinde görüyor, özeniyor.

Erkekse;

«Niye benim hanımım böyle değil?!.» diye şeytânî ve pis düşünceler aklına geliyor.

Kadın ise;

«Niye benim beyim bana böyle şeyler yaşatmıyor?!.» diye strese giriyor.

Satır aralarında ateist ve fâsık batıdan gelen nice gizli mesajlar var: Evlilik kötüleniyor. Boşanma övülüyor. Evlât sahibi olmak, annelik gözden düşürülüyor. Evinin hanımı olmak küçümseniyor.

Sonunda nice aile fâciası…

Kavgalar, cinayetler, aile içi şiddet…

Mahkemeler, evden uzaklaştırmalar…

Bu toplum böyle değildi!

Bunların en büyük sebebi, insanlara seyrettirilen bu rezilliklerdir! Şuur altı telkinlerdir ve tahriklerdir.

Nefsi palazlandıran şey, nefsin isteklerine boyun eğmek ve neticede Hak’tan râzı olmayıp isyan etmektir.

Hele karı-koca iki taraf da böyle nefsine uyar da; «Ben haklıyım! Suç sende»lerle öfkeye kapılırlarsa, münakaşa ve kavgalar, onları ayrılmaya kadar götürmektedir.

Hadd-i zâtında iki taraf da haklıdır. Nefisleri tahrik edilmiş ve o hâle düşmüşlerdir.

Hâlbuki eskiden nefislerin tahrik edilmemesine çok riâyet edilirdi. Kasaptan et almaya giden bir kişi; bir kilodan fazla alacaksa orada müşteri varsa almaz; «Sonra gelirim!» derdi. Meyve, et benzeri bir alışveriş yaptığında ise; kapalı sepet veya benzeri içini göstermeyen bir kaba koyar, başkalarının görmesini engellerdi. Görenin nefsi kalır, tahrik olur diye öyle taşırdı.

Evlerde de komşuların nefsi kalır diye, kokusunu etrafa salan yiyecekler pişirilmezdi. Pişirilirse de komşulara birer tabak ikram edilirdi.

Şimdi bir tefekkür edelim…

Bunu düşünen var mı?

Şimdi tam tersine; «Herkesten bana ne!» diyerek göstere göstere taşımak ve övünmek moda! Hele televizyonlarda bazı diziler tahrik etmek için yarışıyor! En güzel mekânlarda en güzel giysilerle kadın-erkek tahrik ediliyor. Evinde hiç yapamayacağı yemekler insanın nefsini kabartıyor. Kim seyrederse seyretsin tesiri altında kalmamak mümkün değil. Bunların şeytan tuzağı, tahrik edici ve zehirleyici şeyler olduğunu bilmeli… Böyle programları kesinlikle seyretmemeli, televizyonu kapatmalı, şeytanın tuzağına düşmemeli.

Allâh’ın verdiğine ve vereceğine râzı olmalı. Allâh’ın zikrini, şükrünü dilinden düşürmemeli. İbâdetlerini eksiksiz yapmalı, âhiret gününü unutmamalı. Asıl hayatın; âhirette, cennette yaşanacağını idrak etmeli. Bu hakikate göre muhatabına hak verip iyi geçinmeli. Dünyanın ve ekranın süsüne, metâına gönül vermemeli, karşılıklı iyi geçinmeli, makul davranışlarla merhamet ve sevgi ile aile yuvamızı mutlu etmeli.

Mevlâ’m kullarını yaratmış, imtihan olsun diye herkese bir dert, bir sıkıntı, imtihan olacak bir şeyler vermiş;

İsyan mı edecekler, Ben’den râzı mı olacaklar?!.

Kimine varlık vermiş, imtihan ediyor: Hakkını verebilecek mi?!.

Kimine makam-mevkî vermiş. Kimine şöhret, kimine fakirlik, kimine âsî hanım, kimine söz dinlemeyen evlât, kimine zalim koca, kimine gözden, kulaktan veya dilden, bedenden yahut akıldan engelli evlât…

Kul; bunlara hamd eder, şikâyet etmez, Mevlâ’mın verdiğine râzı olup; «Bu benim imtihanım.» der ve gerekeni yaparsa, Mevlâ’m da ondan râzı olur.

Bu gibi imtihan ve iptilâlar, yuvanın ve hiç kimsenin huzurunu bozmamalı. Zaten eğer baştan biraz sabredilirse, Mevlâ’m böyle engelli evlât vs. gibi imtihanlara tahammül kolaylığı ve sevgi lutfediyor. Böylece yaptıkları fedâkârlık zorlarına gitmiyor. Daha evvel de temas etmiştik ehemmiyetine binâen tekrar ediyorum:

Amcamın kızının birkaç evlâdından biri, zekâ geriliği olan erkek bir çocuk idi. Ne tuvaletini söyler ne yemek yiyebilirdi. Annesinden başkasını da tanımazdı. Ömrü o çocuğa bakmakla geçti. Ne evine kimse gelirdi ne de kendisi çocuğunu bırakıp bir yere gidebilirdi. Çocuk koskoca delikanlı oldu, bedende hiçbir ârıza yok. Fakat takdîr-i ilâhî, akıl yok… Herkes;

“–Bunun kahrı çekilir mi?!. Devlete haber ver, alır götürür çaresine bakarlar.” dediyse de;

“–Ben annesi olarak bakmazsam, buna kim bakar!.. Organları için öldürürler!..” diyerek vermezdi, şikâyet de etmezdi.

Çocuk 27-28 yaşlarında iken, anne vefat etti. Devlete haber verdiler, vaziyeti bildirdiler. Adana’dan gelip çocuğu alıp götürdüler. Bir daha da haber almadık.

Annenin çilesini, fedâkârlığını düşünürsek anlarız. Allâh’ın verdiği muhabbetle, şikâyet etmeden bu çileye otuz yıla yakın müddet katlanan merhume hanımefendiden ve beyinden umarız Allah râzı olmuştur. Allah rahmet eylesin.

Çilelere sabır, Allâh’a yaklaştırır. Anlatırlar:

Allah dostlarından Ebu’l-Hasen Harakānî Hazretleri’nin müridleri evine ziyarete giderler. Evinin kapısını çalarlar;

“–Ziyarete geldik de Hazret evde midir?” derler.

Kadın;

“–Sizden de şeyhinizden de usandım!” diyerek hakaretler yağdırır ve;

“Ormana oduna gitti, orman yolunda bulursunuz.” der.

Onlar da öyle yaparlar. Bakarlar ki Hazret; orman yolunda odunları bir arslana yüklemiş geliyor. Görüşür ayrılırlar.

Bir müddet sonra yine ziyarete giderler, evinin kapısını çalarlar. Hanımı;

“–Ormana oduna gitti orada bulursunuz. Ama siz yoldan gelmişsiniz. Aç mısınız, susuz musunuz?” diye onlara hürmet eder.

Yine orman yoluna giderler. Bakarlar ki Hazret odunları kendi sırtına almış ıhlaya ıhlaya geliyor. Oturmuş hasret gidermişler ve şaşkınlıklarını ifade etmişler;

“–Öbür sefer öyle idi. Bu sefer odunları sen taşıyorsun?!.” deyince Hazret;

“–O zamanki hatunu gördünüz. Onun kahrına tahammül ettiğim için Mevlâ’m lutfediyordu da o hayvan bana yardım ediyordu. O hanımım vefat etti. Şimdiki hanım bir melek ama, o yardım da kesildi.” demiş.

Kıssadan hisse, aldığın kadar al…

Güzel geçinmek için, evin huzuru için; kadının kocasına, kocasının da karısına sevgi ve saygı göstermesi şart. Yuvada huzurlu yaşamak ve devamı için karşılıklı fedâkârlık olmalı.

Kimsenin;

“–Benim dediğimin olması lâzım. Başka türlü yapamam!” diye inat etmemesi gerekir. Mevlâ’m hanımı kocaya, kocayı da hanımına zimmetlemiştir. Elmanın bir yarısı kadın, diğer yarısı da erkektir. Yani birbirine eşittir. Ama herkesin vazifesi ayrıdır. Her ikisi de vazifesini bilmeli ve yapmalıdır. Eşler birbirlerine zulmetmeyip yardımcı olmalıdır.

Meselâ kadın çocuk doğurur, büyütür Mevlâ’m onun sevgisini, sabır ve tahammülünü hanımlara vermiştir. Bütün mahlûkatta böyledir. Bazen hanımlar şikâyet etseler de annelik onların asla vazgeçemeyecekleri, fıtratlarının bir parçasıdır. Bu hakikati anlatan bir hâdise yaşanmış:

Bir evde, hanım da koca da çalışırlarmış. Bir çocukları olmuş. Kadın işten geldikten sonra; evde de temizlik, yemek hazırlama, bir de çocuğa bakma ağır gelmiş. Kocasına;

“–Bu çocuk ikimizin değil mi?!. Niye sadece ben ilgileniyorum sen de baksana!” deyince kocası;

“–Haklısın! Bir gün sen, bir gün ben, sırayla bakalım.” demiş; anlaşmışlar.

Baba;

“–Bugün sıra sende olsun yarın da bende olsun.” demiş. Anne o gün vazifesini yapmış.

Ertesi gün çocuk ağlamaya başlamış fakat baba ilgisiz, gazetesini okumaya devam etmiş.

Kadın dayanamamış;

“–Çocuk ağlıyor, sıra sende duymuyor musun?!.”

Baba;

“–Duyuyorum. Sıra bende değil mi? Sana ne? Ağlarsa ağlasın…” deyince anne dayanamamış yine evlâdını bağrına basmış. Erkek ise yine gazetesini okumaya devam ediyormuş.

Çünkü kadına verdiği o sevgiyi Mevlâ’m erkeğe vermemiş. O sevgi olmasa çocuk büyütmek kolay mı?!. Onun için anne hakkı çoktur;

“Annen! Annen! Annen!..” Sonra “Baban!” buyurulmuştur.

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” buyurulmuştur.

Annelerin vazifeleri bellidir ama babaların da hanımlara yardımcı olması gerekir.

Baba ise daha güçlü yaratılmıştır. Evin iaşesinden, korunmasından, her şeyinden o mes’uldür. Çalışır, didinir, mes’ûliyetini bilir. Helâl kazanç elde etmek için uğraşır. Hanımının da ona yardımcı olması gerekir. Mevlâ’m dünyanın düzenini böyle koymuştur.

Evlilikte geçinmenin yoluna dinamit koyan sebeplerden biri de; zinâ, zan, şüphe, kumar gibi haramlara bulaşmaktır. Bunlar umumiyetle erkeklerde görüldüğü gibi hanımlarda da görülmektedir. Bazen de bu davranışlar fiiliyatta olmadığı hâlde, tavır ve davranışlar karşı tarafı şüphe ve zanna sürükler. Kıskançlık, şüphe ve öfke, yuvanın yıkılmasına sebep olur. Gerçekte bir şey olmadığı hâlde varmış gibi algılar.

Öyleyse asla şüphe edilecek hareketler yapılmaması gerekir. Hele bazıları eşlerini kızdırmak için bu tür şeylerin şakasını yaparlar.

Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek şakalar yapılmamalıdır.

Bir arkadaşımız vardı. Ailecek gider gelirdik. Bir oturumda zaman zaman yaptığı şakalardan birini yine yaptı;

“–Yok yok, bir tane de İstanbullu hanım almalıyım. Başka çare yok!..” dedi.

Bu şakayı erkeklerden yapan çoktur. Söylenmemesi lâzım ama o arkadaşımız güldürmek için söyledi. Hanımı ise öfkeye kapıldı;

“–Olur olur! Sen git bir tane bul. Ben de gidip bir tane kendime bulayım!” dedi.

Arkadaşımız tabiî ki çok bozuldu;

“–Kadın kudurdu mu ne oldu?!.” deyince hanımı;

“–Sen senelerdir söylüyorsun kudurdu olmuyor. Ben bir defa söyleyince nasıl kızdın!” dedi.

Hulâsa kızacak, kızdıracak şakalar yapmamalı. Kendine yapılmasını istemediği şeyi, başkasına da yapmamalı.

Töhmet ve zan uyandıracak davranışlardan uzak durmalı. İcap ediyorsa zannı giderecek şekilde açıklama yapmalı.

Bu mevzuda Peygamber Efendimiz’den güzel bir misal vardır.

Efendimiz, Ramazan ayında itikâfta iken hanımı Safiyye Vâlidemiz akşam vakti yanına uğramış. Malûm itikâfa giren kişi mescidden zaruret olmadıkça çıkmaz. Hanımı da hâl hatır sormak için mescide gelmiş. Bir müddet hasbihâl ettikten sonra hanımı geri dönmek üzere kalkmış. Efendimiz de o hanımının evinin bulunduğu istikametteki kapıya kadar uğurlamak üzere yanında gitmiş. Gece vakti. Kapıya kadar geldiklerinde ensardan iki kişi oradan geçiyormuş. Hazret-i Peygamber’i görünce adımlarını hızlandırmışlar. Rasûlullah Efendimiz onlara;

“–Biraz bekleyin! Yanımdaki eşim Safiyye’dir.” demiş.

Onlar;

“–Sübhânallah!” demişler, yani;

“Hâşâ ey Allâh’ın Rasûlü? (Sana sû-i zanda mı bulunacağız?)” demişler.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:

“Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 18)

Eskiden evin kadını bir yere giderken çocuğunu yanında götürürdü. Erkekler de gideceği aileli yerlere çocuğunu yanında götürürdü. Böylece hem baba zandan korunurdu hem de çocuk babasının yanında hayatı öğrenirdi.

Şakası bile hiç hoş olmayan bu şeyleri bir de gerçekten yaparsan, bunun adına zinâ denir.

Erkek başka kadınlarla düşer kalkar, geceleri gazinolarda-pavyonlarda kadınlarla hayatını geçirirse, ne ailesini, ne çocuklarını, ne istikbalini ne de âhirette; cenneti-cehennemi hiçbir şeyi düşünemez perişan bir hâle dûçâr olur.

Hem aile hayatını hem de eşini, dostunu, servetini ve sıhhatini kaybeder. Daha dünyada iken ya fakir düşer ya âmâ olur. Âkıbeti iki cihanda da felâkettir.

Böyle olanlar hemen çok yanık bir tövbe etmeli. Mevcut arkadaşlarını derhâl terk etmelidir. Bir daha o zinâ yolundan bile geçmemelidir. Mevlâ’m öyle olanlara doğru yolu bulmayı, o zehirli mikroptan kurtulmayı nasip etsin, şuur versin diyelim.

Diğer bir mikrop da kumar.

Kumara alışmış bir kişi, gecenin geç saatlerine kadar evine gelmez. Hanımı evde bekler bekler… Adam gecenin geç saatinde gelir; deli mi, akıllı mı, sarhoş mu ne olduğu belirsiz bir hâlde, hanımdan bir de yemek hazırlamasını ister!.. Ne evi ne hanımı ne çocukları hiçbir şeyi gözü görmez. Düşünmez, düşünemez. Bir gün sonra pişman olur ama bağımlı olmuştur, yine yapar.

Kumar belâsının insanı ne hâle getirdiğine acı bir şahitliğimiz oldu:

Elli sene evvel şehrin kenarında küçük bir arazimiz vardı. Başkalarının da vardı. O araziyi parselleyip, nizamlı parsel yapmaya karar vermişler. 14-15 arkadaş; «Bunu kime yaptıralım?» derken belediyede çalışan harita mühendisi Mehmet MENETLİ isminde bir kişiyi bulmuşlar. İşlerinin hızlı olmasını isteyenler bu işleri dışarıda yaptırabiliyorlardı. Belediye meclisi de, Ankara da onaylıyordu. Metrekaresine göre rızâî taksim yapıyor. Menetli bu işlemi yapıyor.

Mehmet Bey, bütün arkadaşları gün söyleyerek evine davet etti. Herkesin arsasını, yerini bildirecek, kendi ücretini de o gece alacak. Konuştuğu gibi hepimiz yatsı namazından sonra evine gittik.

Evde hanımı var, çocuklar var lâkin kendisi yok; “Bekleyelim şimdi gelir.” dedik. Bir saat, iki saat geçti, gelen yok. Durumunu bilen arkadaşlar;

“–Bu adam filân kahvede kumar oynar. İki arkadaş gidip alıp, gelelim.” dediler. Gittiler ve bize verdiği sözü hatırlattılar. Evinde beklediğimizi söylediler;

“–Kusura bakmayın! Siz gidin, ben hemen geliyorum; arkadaşlar ayrılmasın…” demiş.

Arkadaşlar döndü geldi. Bir-iki saat yine bekledik, yok. Herkes evine gitti ama herkes burnundan soluyor.

Bir-iki hafta sonra tekrar toplandık. Bu sefer kendisi de evde. Herkes kendisine kızgın… O da şu ifadelerle özür diledi:

“–Arkadaşlar bu kumar öyle bir mikrop ki veba mikrobundan beter. Kendi iradenle hareket edemiyorsun. Ne evini ne hanımını ne çocuklarını hiç düşünemiyorsun. Şu yaptığım yapılacak şey mi?!. Ne olur beni affedin… Allah kimseyi kumar hastalığına düşürmesin.”

Herkes ders alsın diye bu hâtıramı yazdım. Çünkü kendi vaziyetini bu şekilde itiraf etmişti.

Sakın ha! «Eğleniyoruz az az oyundan ne olur?!.» demeyin. Her şey böyle başlar; içki de sigara da zinâ da böyle başlar. Kendi iradenle altından kalkamaz, iki cihanda da perişan olursun.

İçki içenlere;

İçersin, olursun «meste»
Paran da gider «üste»
Sonra da olursun «hasta»

demişler.

“Evini el alır, paranı sel alır, hastalık ve günah sana kalır.” demişler. Allah korusun…

Demek ki huzurlu aile için, her türlü kötülükten uzak durmalıyız.

Biz biz olmalıyız.

Bizim örneğimiz, Peygamberimiz’dir, Hazret-i Hatice Anamız’dır.

Ali Efendimiz ile Fâtıma Vâlidemiz’dir.

Şeyh Edebâlî’nin kızı olan annelerdir.

Fatih doğuran annelerdir.

Hayır hasenâta koşan vâlide sultanlardır.

Evlâdını cepheye «şehid olacak» diye gönderen annelerdir.

Beylerini kapıdan;

«Aman haram kazanma!» diye uğurlayan hanımlardır.

Gözleri ayakları ucunda, yürüyen beylerdir.

«Ateşe dayanamayız!» diye parmaklarını mum ateşinde, mangal ateşinde yakarak, şehvetten kendini koruyan yiğitlerdir.

Gençlerimizin modeli, örneği; o rezil ekran soytarıları değil;

«Gelsene!» diyen güzel ve zengin kadına; «Allâh’a sığınırım!» diye cevap veren Yûsuf Nebîlerdir.

Cenâb-ı Hak örnek alanlardan eylesin!..

Âmîn…