EVLİLİKTE GEÇİNMENİN YOLU -1-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Gördüm, seni sevdim güzelim gonce-yi tersin;
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?
Ben ağlıyorum… Sen de mi bîtâb-ı kedersin?
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?

Fark eyledim aşkınla bugün nûr u zalâmı;
Sensin geceler manzaramın mah-ı tamâmı.
Lutfet! Bana anlat bu muammâ-yı garâmı;
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?

Şair böyle sormuş.

Biz de cevaben diyoruz ki,

Sevmeden sevilir mi?

Önce sevmek lâzım ki sevilesin. Tasavvufî bir mânâ da var burada.

İlâhîde söylendiği gibi:

Sen Allâh’ı seversen, Allah seni sevmez mi?
Emrince hizmet etsen, Hak ecrini vermez mi?

Hazret-i Dâvûd’un duâsı var ya:

“Allâh’ım Sen’den Sen’i sevmeyi istiyorum!” diyor. “Sen’in muhabbetini, yine Sen’den istiyorum!” “Sevdir bana Zâtını…”

Sonra bunun yollarını istiyor. “Sen’in sevdiklerini bana da sevdir!” diyor. Son olarak da gayret. Sevgi imza ister, ispat ister, jest ister. “Sevgine beni ulaştıracak, râzı olduğun, sevdiğin işleri bana sevdir!” buyuruyor.

Sen Allâh’ın kullarını seversen, onlara merhamet edersen, şefkat gösterirsen, Allah da seni sever. Hem sever hem de sevdirir.

Hadîs-i şerifte buyuruluyor:

“Allah Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve;

«–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» buyurur.

Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder;

«–Allah; falanı seviyor, siz de seviniz!»

Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed‘u’l-Halk, 6)

Üç sayıdır, evlilik üzerine hâtıra, bilgi ve tecrübelerimizi paylaştık. Şimdi ise, evliliği güzelce yürütmek üzerine sizinle hasbihâl etmek istiyorum.

Mevlâm; kadını kocasına, kocayı kadınına, çocukları da karı-kocaya emânet etmiş; emânetin kıymetini bilmemizi emir buyurmuştur. Onların da Mevlâm’ın yarattığı bir insan olduğunu unutmayın. Birbirinizi sevin, geçimli olun; Mevlâm geçimli olanları sever.

Biz de evimizde; güler yüzlü, tatlı sözlü, hata aramayan, hoşgörülü, nâzik olur isek ne kaybederiz?

Meselâ evin hanımısın, beyin geldiğinde kapıda karşılayıp elindekileri alıp;

“–Hoş geldin, safâ geldin! Evin beyi gelmiş, gözümün nûru gelmiş, evin huzuru gelmiş!..” dese;

Bey de hanımına;

“–Selâmlar evin sultanına, çiçeğine, nergisine, gülüne, sümbülüne!.. Nasılsınız, iyisiniz inşâallah!..” dese, karşılıklı güzel sözlerle muhabbetlerini belirtseler; arada sevgi olmaz mı?

Denemeye var mısınız?!.

Ben annemi görünce;

“–Ne bu güzellik, ne bu tatlılık? Cennetin nûru yüzüne vurmuş!” derdim.

Annem de;

“–Oğlum sen seviyorsun da öyle görüyorsun. Seksen yaşındaki ihtiyar kadının güzelliği mi kalır?” derdi. Ama tebessüm eder, gözleri parlar, yüzünde güzel bir mutluluk ve sevinç belirtisi olurdu.

Atalarımız;

“Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır.” demişler. Bu nezâket ve iltifat, yapmacık olmamalıdır. Bu sadece karı-koca için değil, bütün insanlar için geçerlidir.

Zaman zaman anlatırım:

On yaşlarında vardım, evimize üç kilometre mesafede çarşıda idim. Orada arkadaşımın babası Şıklı Amcayı gördüm, sordum:

–Amca eve mi gidiyorsun?

–Evet!

–Ben de seninle gelebilir miyim?

–O zaman elini ver!

Elimi eve gidene kadar bırakmadı. Yol esnasında belki 10-12 defa; «Ahmed’im!» dedi. «Şu şöyleydi Ahmed’im», «Şurası şöyle oldu Ahmed’im»… bu içten ve samimî; «Ahmed’im!» demesini hiç unutamadım. Başka bir hâtıramız olmadı. Şu anda bile; o nezâketinden, gösterdiği sevgiden dolayı her sabah Fâtiha okuyup gönderiyorum. Allah rahmet eylesin!

Bu tatlı davranışla, bir çocuğun kalbini kazanıyor. Biz de yapıyor muyuz, düşünelim!

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hanımlarına nezâketle davranır, hattâ su içerken hanımına öncelik verirdi. Sokakta çocukların karşısında ayaklarını bükerek oturur, kollarından tutar, onların hâllerini sorar, muhabbet gösterir, gönüllerini hoş ederdi.

Biz de bu kolay sünneti yapıyor muyuz?

Geçmişte bir gün on, on beş kişilik bir sohbette merhum Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR Hocamız;

“–En kolay sünnet nedir?” diye sordu.

“–Hocam söyleyin de öğrenelim!” dediler.

“–Tebessüm.” dedi.

Emek istemiyor, zaman istemiyor, para istemiyor, hiçbir külfeti yok. Her an yapabiliriz, ama yapıyor muyuz? Yoksa asık yüzlü, kibirli, herkesle kavgalı, kendini beğenmiş, geçimsiz görünümlü biri miyiz? Bir düşünelim. İki günlük dünyada herkesi sevmek ve herkesçe sevilmek, Allâh’ın rızâsını kazanmak, O’nun yarattıklarını sevip, onlara karşı merhametli ve hoşgörülü olmak iyi değil mi?

Allah -celle celâlühû-’nun rahmetine, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaatine talip isek; insanları ve mahlûkātı hoş görmek, onları incitmemek, hor görmemek, onlara zulmetmemek lâzımdır.

Şair ne güzel söylemiş:

Cihan bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin,
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin.

Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri de;

“–İncinsen de incitme!” demiştir.

Merhum üstâdımız Mahmud Sâmi -kuddîse sirruhû- Hazretlerine de bir zât tasavvuf yolunu şöyle tarif etmiş:

“–Orada ilk ders incitmemeyi, son ders de incinmemeyi öğrenmektir.”

Yûnus Emre Hazretleri de;

Yaratılanı hoş gör,
Yaratan’dan ötürü…

demiştir.

Bu hâl ve davranışı; evimizde, işimizde, her yerde yapmalıyız. Böyle yaparsak; huzurlu olur, iki dünyamızı da mâmur etmiş oluruz. O zaman Allâh’ın rahmetini, Peygamberi’nin şefaatini umarız. Mevlâm umduklarımıza nâil eylesin…

Zamanımızda evlenirken; ya görücü usûlü veya tanışarak, görerek, hattâ aylarca beraber bulunarak, birbirlerinin huyunu, ahlâkını, konuşmasını, fıtratını görerek evleniyorlar. Daha «cicim ayları» bile bitmeden, bazı yuvalarda huzursuzluklar başlıyor.

«Sen şöyle dedin, ben böyle dedim!», «Ben haklıyım!», «Yok ben haklıyım!»… gibi incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerle, bencillikle dâvâları büyütüyorlar, yuvaları yıkıyorlar.

Hem erkek hem kadın mağdur oluyor. Çocuklar varsa en fazla onlar mağdur oluyor. Anneler, babalar, sevenler üzülüyor, büyük sıkıntılara giriyorlar. Bu durumlar olmadan; birbirimizi dinlesek, karşı tarafa dokunan sözleri söylemesek, karşı taraf da benim alerji duyduğum sözleri söylemese evde huzur olur. Bu huzuru sağlamak bu kadar zor mu?

Birçok aile bunu yapıyor. Biz niye hemen ayrılmaya gidiyoruz, bu daha mı kolay?

Sorunca her ikisi de;

“Ben haklıyım suç karşı tarafta!” diyor. Konuşunca, kendini haklı gösteren sözler söylüyor. Bir de kendisini karşı tarafın yerine koysa; karşı tarafın da haklı taraflarını görebilse, mesele bitecek.

Gençliğimizde Cemil Hoca adında bir tanıdık vardı. Hocalığı yoktu, futbol oynardı ama ismini öyle söylerlerdi. Esprili sözler söyler, herkesçe sevilirdi. O anlatıyor:

Hanımıyla kavga etmişler, biraz da uzamış. Hanımına;

“–Bu böyle gitmeyecek. Kalk giyin, annenlere git, ayrılmanın yoluna bakalım…” demiş.

Hanımı;

“–Ya sen nereye gideceksin?” deyince;

“–Ben de kahveye giderim.” demiş.

Bu sefer hanımı;

“–Yok ben annemlere gitmeyeyim.” demiş.

Cemil Hoca da;

“–O zaman ben de kahveye gitmeyeyim.” deyince ikisi birden gülmüşler. Dâvâ da yumuşamış, bitmiş.

Evli gençlere bunu anlatır;

“–Dâvâyı uzatmayın, bir espri ile bitirin!” derdi.

Dînimiz de;

“Hanımınla veya başkası ile öfkeli tartışma başlarsa haklı da olsan sus, besmele ile «lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm»i söylemeye devam et, şeytanları uzaklaştır, öfken geçmez ise abdest al, namaz kıl!” demez mi? Önce öfkeni yen, stresini at, yapacağın işi, söyleyeceğini düşünerek söyle. Göreceksin her şey düzelecek.

Bazı ailelerde aradan 10-15 sene geçtiği hâlde, didişmeler devam ediyor. Geçimsizlik, birbirini beğenmeme, ayrılma… Arabulucular, nasihatler, ricalar… Çoluk çocuğa karışmış, çocuklar büyümüş, perişan.

Hiç merhametiniz yok mu?

Bu benlik niye, bu inat niye?

Bakıyoruz; sadece kabahat evli çiftlerde mi?

Anne-baba baskısı ile evlenmiş, işin başından beri huzursuz olduğunu söyleyenler var…

50 sene önce yanımızda çalışan bir elemanımız vardı. İsmet KARAGÜLLE…

Çalışkan, dürüst biri idi. Çok severdim kendisini.

Evi ile geçinemezdi, problemli idi. Durmadan hanımı ile kavgalı; ayrılır, aracılar araya girer, birleşirler; bakarsın yine aynı.

Bir gün karşıma aldım, biraz ağır konuştum;

“–Bu kadar senedir birlikte olmuşsunuz, şimdi cebine biraz para girdi hanımını beğenmiyorsun, utanmıyor musun? Allah’tan kork!” deyince bana açıldı. Dedi ki:

“–Ben evlenirken ailemin baskısı ile evlendim. Ben evlenmezden evvel de istemiyordum;

«Evlenirsen iyi olur, istersin!» diye bana baskı yaptılar. Hattâ evlendiğim gece, stresten; evdeki büyük aynayı yumruğumla kırdım, hastahânede elime dikiş attılar. Ben böyle evlendim. O gün bu gündür huzurum yok. Hanımın da huzuru yok. Ne olur beni suçlama!”

Ben yine de suçladım ve;

“–Evlenmeden önce diretmeliydin, yok demeliydin! Şimdi iki çocuğun olmuş. Sekiz-on sene yaşamışsınız, yazık değil mi? Olmaz böyle şey!” diye bastırdım.

Aradan iki sene kadar zaman geçti; bizden de ayrılmış, kendi işini kurmuştu. Duydum ki; «Merdiven başında düşmüş, ölmüş…» dediler. Düştü mü yoksa kendini mi attı, intihar mı etti, bilmiyorum. Anlatmaktan maksadım, bu gibi hâdiselerin tekrar vukûa gelmemesi…

Anneler-babalar teşvik etsin, tavsiye etsin, nasihat etsin; ama ısrar etmesin! Sadece güzeli değil; huyu güzeli, dili güzeli, ahlâkı güzeli, emeği ucuz (hizmet ehli), mütevâzı ve dindar olanı tavsiye edin. İnatçı, kendini beğenen ve kibirli olanı değil! Atalarımız;

“Kendi güzelden usanılır, huyu güzelden usanılmaz.” demişlerdir.

Evlenenler; birinci sene can cana, ikinci sene yan yana, üçüncü sene git öte olmamalı!

Ömür boyu saâdet içinde «can cana» yaşamaya azimli olmalı, mutluluğu yakalamalı.

Hulâsa;

Evlenirken önce sevgi olmalı ve bu durum ölene kadar da devam etmeli.

Bir de dengeye, küfüvvete dikkat edilmesi gerekir:

“Davul bile dengi dengine çalar.” derler. İki tarafın dengesi çok farklı ise, orada da geçim hastalığı zuhur ediyor. Evlenirken dengeli ise bile; sonradan servet sahibi, mevki veya şöhret sahibi olunca, ilk işi hanımını beğenmiyor ve geçimsizlikler başlıyor. Bazen de hastalıklar sebep oluyor.

Burada vefâ ve sadâkat çok mühim. Evlenirken sen de zengin değildin. Sen zengin oldunsa, neden kendini üstün görüyorsun? O sana fakir iken varmış, onu niye şimdi beğenmiyorsun? Bu; insanlığa, erkekliğe sığar mı?

Bazen de hastalıklar sebep oluyor. Evlenirken iki tarafta sıhhatli iken sonradan taraflardan biri çeşitli hastalıklardan birine maruz kalabiliyor, bunu kendisi mi istedi, parası çok da satın mı aldı! Bazıları bunu nazara alarak karşı tarafın bakımını üstleniyor, şikâyet etmeden vefâsını gösteriyor, muhabbetini ispat ediyor. Bazıları ise hemen ayrılmaya kalkıyor, hiç vefâ yok mu!?.

Bir başka problem de, kadının dünyalık isteyerek beyini zorlaması…

Anadolu’da halkın söylediği bir söz var:

“• Fakir köylüyü kuru inat,

• Zengin tüccarı âsî evlât,

• Memuru süslü avrat,

• Esnafı asık surat batırır…” derler.

Herkes hesabını yapacak; borcunu, harcını ona göre çekip çevirecek. Eğer hanımı müsrif olursa, vara yoğa para harcarsa, sonu ne olur? Adamın kazancı yetişmez. Borç almaya başlar. Ödeyemeyince ahlâksız olur. Atalarımız söylemiş:

“Erkek sel ise kadın göl olmalı, kadın sel ise erkek göl olmalı!”

İkisi de müsrif ise hele yaptığı işte, bir sûiistimal ihtimali de varsa, borç ve harcın tazyikiyle yoldan çıkmaya başlar. Hediye vs. diye rüşvete bulaşır. Yahut fâizli borca, tefeciye karışır. Yahut para bulacağım diye abuk subuk hayallerin peşine düşer. Haramlar helâl gibi görünür…

Bu hususta sahâbe hanımlarından ibret almalı. Onlar diyordu ki:

“Aman efendi! Sen bize haram getirme! Biz açlığa dayanırız da ateşe dayanamayız!”

Cenâb-ı Hak cümlemize aile huzuru nasip eylesin!..

Eşi olmayana hayırlı eş, işi olmayana iş nasip eylesin!..

Çekilmeyecek, kahırlı, geçimsiz eşi, kimseye nasip eylemesin!..

Aile saâdeti için, İslâm ahlâkını kalplerimize yerleştirsin. Gönüllerimiz muhabbetle dolu olsun. Güzel geçimli; hem kendisiyle, hem çevresiyle barışık, neşe ve merhamet dolu insanlar olmamızı Rabbimiz müyesser kılsın!..

Âmîn…