ENDİŞELER ARASINDA…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

egitim_notlari_yuzakidergisi_aralık2015

Yeryüzünde;

Bazen bir kasırga esti, onunla birlikte bin bir endişe kasırga oldu:

‒Her şey alt-üst, bu ne böyle!

‒Kasırga bu, perişan etti işte.

‒Ne olacak hâlimiz?

‒Âh kahpe rüzgâr âh!

‒Çabuk ambulâns!

Bazen bir deprem meydana geldi, yuvalarda endişeler feryat oldu:

‒Aman yâ Rabbî! Eyvahlar olsun!

‒Hay lânet olası belâ!

‒Dur, belâ okuma, fakat kötü bir felâket bu!

‒Dikkat yan bina üstümüze yıkılıyor!

‒Çabuk ambulâns!

Bazen acı bir kaza yaşandı, karakterler bir başka kazanın kurbanı oldu:

‒Hey dikkatsiz, densiz ve dengesiz!

‒Trafik canavarı da amma cânî imiş!

‒Beter bir kātil o.

‒Ben bu kazaya ne diyeyim, mel’unluk mel’unluk!

‒Çabuk ambulâns!

Bazen bir savaş patlak verdi, insanın şahsiyeti daha büyük bir savaş alanı oldu:

‒Vahşet!

‒Dehşet bu! Fakat mazlumlar yüzünden, bir türlü uslanmadılar.

‒Zayıflar beter olsun, niye hadlerini bilmezler?

‒Her zaman güçlü olan haklı! Haklılar ise güçlü değil. Durum çok kötü.

‒Çabuk ambulâns!

Bu hâdiselerin ve benzerlerinin yaşandığı her ortamda maalesef alev renkli güllerin değil gül renkli savrulmuş küllerin üzerine bir bülbül kondu. Telâş ve endişeler arasında koşuşturanlara haykırdı:

“‒Ey insanlar!

Her ânınız bin bir endişeyle dolu. Endişeler arasında paramparça oldunuz gitti. O kadar çok endişeleriniz var ki, saymakla bitmez.

Haksız da değilsiniz.

Âfetlerin ve belâların getirdiği acı neticeler, hunharca savaşların ve katliamların doğurduğu musibetlerden daha kötü zulümler, nasıl endişe deryasında boğmasın ki!

Fakat bunca endişe niçin, biliyor musunuz?

İnsanların çoğu, hüzün ve korku üreten fânî endişelere kendilerini kaptırmış. Fakat hüzün ve korkuları gideren ebedî endişeden yüreklerinde eser yok!

Fânî zararlardan korkuyor da endişeler arasında neler yapıyor neler! Fânî âfetlerden korkuyor da endişeler arasında kahroluyor. Fânî sıkıntılardan ürküyor da endişeler arasında çıldırıyor.

Hemen bir cankurtaran derdinde çırpınıyor.

Fakat;

Rûha dair böyle bir endişe kimilerinde âdeta yok. Hâlbuki en büyük endişe ruh ekseninde zarûrî. Ebediyet hakkında endişe şart. Çünkü böyle bir endişe gönle yerleşirse, o gönül korku ve hüzünden dünyada da âhirette de âzâde olur. Çünkü o gönül, istikamet üzere yaşar. O gönül, merhamet ve şefkat âbidesi olur. O gönül, adâlet timsâlidir. O gönül, en güzel ahlâkın en güzel tecellîlerini sergiler. O gönül, kurtuluş reçetesinin ta kendisi olur. O gönül, insanlara âfet değil rahmet bir şahsiyet takdim eder.

Yani ey endişe sahipleri!

Endişe, bin bir türlü.

İnsan hayatında da ömrün özeti. Birkaç damla kandan ibaret olan insan bin bir endişe deposu gibi. O birkaç damla ile bin bir endişeyi taşımanın ve onları tanzim edebilmenin derdiyle ömür boyu çalkalanır durur zavallı insanoğlu.

Fakat endişelerin dünyevî olanları tamamen boş, nafile ve acı kayıplar sebebi. Hepsinin sonu, ebedî âlemde acı korkular ve kahredici üzüntülerden ibaret. Hepsi de gereksiz ve yersiz.

Bir tek;

İlâhî çerçevedeki endişe, bir ebedî endişe şart.

İlle şart.

Çünkü o endişe, insanlık ayarı. Cehennemden kurtuluş kapısı ve cennete nâil oluşun yegâne sırrı.

Bu sebeple;

Peygamberler dâhil, bütün seçkin kullar, daima böylesi mâhiyette bir endişe içinde yaşamışlardır.

Öyle ki;

Allâh’ın rahmeti veya azabı karşısında kendilerini en müstesnâ şahsiyetler bile garanti altında hissetmemişler.

Hepsi, hattâ Peygamberler Sultanı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, hiçbir düşman karşısında, onlar ne kadar güçlü ve kahırlı da olsalar, zerre kadar korkmamışlar, fakat kudret-i ilâhiyye ve Allâh’ın azameti önünde daima yaprak gibi titremişler.

Dünyaya ait ne kadar baskın olursa olsun hiçbir endişe, onlardaki bu endişenin önüne geçememiş.

Bu bakımdan;

En müreffeh zamanlarda bile azıcık bir rahatlık ve rehâvet derdine ve endişesine kendilerini kaptırmamışlar. En zor zamanlarda da bütün endişeleri, asla nefsânî ve dünyevî genişliğe kavuşmak değil, sadece her imtihanı Hak rızâsına muvâfık şekilde kazanabilmek olmuş.

Üstelik;

Bütün peygamberlerin ve kurtulmuş sâlihlerin ateşe girmeyeceği âşikâr olduğu hâlde hepsi de cehennem ve azap ifadesi geçtiği her noktada, her nefeste, her anda sararıp solmuşlar!

Onlar;

Ne kadar müjdelere mazhar olsalar bile içlerinde bu mânâdaki endişeyi hiçbir zaman, bir lâhzacık dahî devre dışı bırakmamışlar.

Yokluğun en beterini yaşasalar da, mühimsememişler, lâkin ebediyet endişesi bahsinde küçücük bir mahrumiyet olsa, yürekleri hoplamış!

İşte;

Onları seçkin yapan da tamamıyla bu endişe. Samimiyetten, takvâdan, güzel ahlâktan, teslîmiyetten zerre kadar koparmayan, kıl kadar ayırmayan bir endişe bu!

Uykulara mağlûp etmeyen bir endişe bu!

Onları sâlihler kervanının tâ başına yazdıran bir endişe. Cennetin bütün kapılarını onlara açan bir endişe.

Ey âhirzaman insanları!

Kıyâmetin eşiğinde gaflet en lüks ve en cilâlı ambalâjlar içinde gözlerinizi boyamasın. Dünya için endişeli, âhiret için endişesiz yaşamayın!

Dili ve yüreği birlikte Allah deyip tir tir titreyen peygamberleri ve onların ebediyet endişelerini yüce Mevlâ, boşuna misal vermiyor.

İdrak edip muhasebe edelim!

Cennete girişleri rahmet-i ilâhiyye ile garanti edilen ulu ruhlar, beşikten mezara kadar her nefes niçin endişe içinde yaşadılar?

Peki, biz nasıl yaşıyoruz?

Hani; birkaç bilgi kırıntısı ve ibâdet mırıltısı ile; «Ben vazifemi yapıyorum, yapmayanlar düşünsün!» diyerek endişesiz şekilde yaşayan bizler!

Ah başka endişeler arasında boğulup da ilâhî aşkı endişesiz yaşayanlar!

Ah, yüce mânâda endişesiz olanlar!

Ne yazık ki;

Ne kadar güzel hasletler ve gayretler içinde de olsalar, onlar, şuursuz kimselerdir. Allâh’ı ve nefislerini hakkıyla bilmeyen kimselerdir. Kıyâmet gününde neler olacağını Allâh’ın hükmü penceresinden değil de kendi pencerelerinden seyredenlerdir. Oysaki kendi pencereleri sadece hayal ve hayalleri de bilgi küpünde bile olsa, yine hayal. Çünkü hüküm sadece Allâh’ın. O yüce kudret, kimin hakkında tam olarak neye hükmedecek, bu meçhul. İşte;

Bu meçhul hakikat, peygamberleri bile malûm titreyişler içinde endişelerle yaşatmış!

En gönül erbabı!

Bu endişe, lâkin;

Ümitsizlik aşılayıcı bir kasvet ve kâbus değil. Aksine ümidi besleyen, ümidi yaşatan bir endişe. Âdeta ümidin yok olmasını engellemek için çırpınış bu.

Çünkü şayet hak olan ümit yok olursa, yani o ümit etme hakkı kaybolursa, insanoğlu ne yapar? Koca bir hiç.

Bu bakımdan;

O kurtuluş ümidi ve gayreti ille lâzım insana. Onun için de yegâne şart:

Endişe.

Âhiret endişesi. İlâhî hükmün, kendisi hakkında nasıl tecellî edeceği endişesi. Azap ihtimalinin endişesi.

İşte bu endişeden beslendiği nisbette ümit, gerçek bir ümittir. Çünkü endişesi var olan bir kalbin ümit etme hakkı vardır. Endişesi olmayan bir kalbin ise, hiçbir ümit hakkı da, ihtimali de yoktur.

Bütün peygamberlerin ve onların vârisleri olan sâlih kulların son nefese kadar hiç bitmeyen endişeli hâlleri, hep bu gerçeğin aynası ve bizlere döne döne izahıdır.

Kıyâmet meydanında;

Onların bile, başlarına öyle anlar gelecek ki; «Nefsî!» diyecekler o anlarda. Kimseyi düşünemeyecek bir hâl ve endişe içinde olacaklar.

Hepsi Hazret-i Peygamber’e koşacak.

Niye?

Çünkü cennet öncesinde bu endişe, onların beraatine ilâhî bir imza olacak. Yani âhiret meydanında endişeden endişeye koşmak, onlar için sonsuz nasiplerin eşiğine can atmak olacak.

Başka niye?

Kurtuluş niyazının ve selâmet ümidinin en doğru anahtarı ve çaresi bu diye. Zira Hazret-i Allah, insanoğlu için gerçek ümidi, dünya ve âhirette kendisi karşısında duyulması gereken endişeler içine yerleştirmiş! O endişelere sarılarak yaşayana ise asla hüzün ve korku yaşatmayacak!

Âyetteki;

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 62) fermanını gerçekleştirecek.

Malûm;

Allah dostları, bir ömür ihlâs ve takvâ bahsinde daimî bir endişe içinde hiç şaşmadan yaşayan kullar.

Çünkü onlar kavramışlardır ki;

Allâh’ın istediği endişe ve titreyiş içinde olanlar, muazzam bir ümit ile müstesnâ hususiyetlere sahip olurlar. Onlarda;

Allâh’a ve emirlerine tâzim ve riâyet, en üst seviyede olur. İhlâs ve takvâdan bir nefes ayrılmazlar. Muhabbet ve mârifetullah ekseninde yaşarlar. Mahlûkata şefkat ve merhamette güneş gibi olurlar. Nice zirvelere tırmansalar da tevâzu ve mahviyette ise her biri âdeta toprak misalidir.

Bedenî hastalıklarda ulaşılan bütün tedaviler bile, hep bir endişenin mahsulü değil mi?

Eğer doğru endişeler olmasaydı, tıp diye bir çareler dünyası meydana gelir miydi?

Evet;

Yüce Allah her hastalığın tedavisini de beraberinde gizlemiş. Onu ortaya çıkaran hamle, endişe içinde gayretler değil mi?

Aynı şekilde;

Mânevî hakikatler de bu çerçevede takdir edilmiş. Âhiretteki ebedî kurtuluş da bu çerçevede mukadder.

Endişesi olmayanlar, mağrur ve kibirli bir davranışın zebûnu olurlar. Endişesiz olanlar, kulluk ekseninde yaşamayı bir türlü idrak edemezler. Endişesiz olanlar, şikâyetleri içinde boğulurlar.

Endişesiz olanlar, dağ gibi günahları mühimsemez ve nice ağır cürümleri en hafif ve tatlı bir mûsıkî gibi irtikâb ederler.

Kabirler lâkin haykırır:

Çok büyük günahlar işleyip, sonra da sadece lâfta af dilemek sûretiyle onları kendi kendine affedildi zannederek kahkaha hâlinde yaşayanlara ne yazık, çok yazık! Eyvahlar ola!

Hâlbuki ey insanoğlu!

Allah dostları, küçücük bir günahın, hattâ bir anlık gafletin bile bir ömür endişesi ve gözyaşı içinde yaşamışlardır. Hem de tâ son nefese dek.

Seriyy-i Sakatî Hazretleri muhaddisti. Talebelerine ders yapıyordu. Şu mealde bir hadîs-i şerîfi açıklıyordu:

«Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir!»

O sırada pür telâş bir talebesi kapıdan içeri girdi. Nefes nefeseydi. Getirdiği haber felâketti:

‒Efendim bütün mahalle yandı.

‒Eyvah, aman yâ Rabbî!

‒Fakat çok şükür sizin eve ateş sıçramadı!

‒Elhamdülillâh!

Bir anlık gafletti bu. O Allah dostu, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfetmesine sevinip şükrederken diğerlerinin başına gelen musibete karşı üzülmeyi ihmal etmişti.

Hemen kendine geldi. Gözyaşları içinde tevbeye sarıldı. O bir anlık gaflete, o derece üzüldü ki, yıllarca bu nedâmeti kalbinde ve gözlerinde taşıdı. Aradan otuz sene geçtiği hâlde pişmanlığı aynı tazelikte ve aynı içli tevbeler hâlinde idi. Gönlüne yakın bulduğu dost bir gönle bunu şöyle itiraf etti:

“‒Ne hazindir ki, din kardeşlerimin başına gelen felâketten bir anlık da olsa gafil kaldım! Otuz senedir işte o ânın tevbesiyle meşgulüm.”

Niçin bu hassasiyet?

Tabiî ki, yaptığı bir anlık hatanın affedildiğine dair kendisine kesin bir bilgi verilmediğini bildiği için. Bir de kudret-i ilâhiyyeyi idrak ettiği için.

Hakikaten;

İlâhî kudreti idrak eden kimse, O’nun huzûrunda neyin ne ile mukabele göreceğini tam bilse ve görse, en küçük günaha bile cesaret edemez, hattâ aklından bile geçiremez.

Hâsılı ey endişe sahipleri!

Doğru bir endişe;

Tarifsiz tecrübeler kazandırır. Bu sayede insan, nice yapamayacağı işleri de başarılı bir şekilde yapmaya başlar. Çünkü Hazret-i Allah yardım eder. Yani aklının kesmediği vazifeleri ve engelleri, insanoğlu içindeki endişe enerjisi ile halleder. Dolayısıyla;

Kula gereken, işin endişesi. Daha ötesi, Hazret-i Allâh’ın lutf u ihsânı. Allah nelere kādir değil ki!

Hâsılı;

Bir yerde hayırlı bir endişe varsa;

Orada; gayret var, enerji var, harman var, derman var.

Çünkü gerçek endişe sahipleri;

Her an yeni bir şükrün ve hamdin ve tesbihin bereketli neticelerine ve ihsân-ı ilâhîye mazhar olurlar.

Endişe bu noktada, derdin alevlenmiş şekli.

Dert, alev almışsa, ondan artık bereket meydana gelir. Elektriğini bulmuş cihaz gibi, verimlilik başlar. Bağrında ateş olan da böyledir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

Neyde ses kordur hevâ zannetme sen,
Hiç bu kordan tatmayan giysin kefen! (Nazmen Terc. Seyrî)

Ancak;

Endişe, ilâhî eksende ve yüce takdire göre gerçekleşirse doğru ve makbul bir endişedir.

Yoksa;

Rotasından kaymış, olmayacak şeyler ve olmayacak işlerde kendini gösteren bir enerji gibi ortaya çıkarsa, insanın başını derde sokar. Ziyana sürükler.

Mâneviyat için gösterilmesi gereken endişe, sapma yapar da maddiyat için kullanılırsa, o zaman saplantılar meydana getirir.

Cehennem azâbından kurtuluş için vesile olması gereken endişe, nasıl günah işlerim şeklinde bir kaygıya dönüşürse, eyvah o zaman! Cennete vedâ ettiren duyguların eline geçmiş bir felâkettir.

Hırsız, çalma işinde başarılı olamazsam endişesini taşır, dürüst insan ise bir lokma haram kazancıma bulaşmasın diye endişeler yaşar.

Yani;

Endişe diye insanı tetikleyen bir enerji merkezi herkeste illâ var. Ancak onun kumandası insanın hangi yönünde, ona bakmak gerek.

Eğer nefsâniyetin elinde ise endişenin kumandası, o kimse kötülük yapamamanın kaygısıyla kahrolur. Bir cânî, işleyemeyeceği cinayetin endişesini çeker. Bir yalancı, gerçekler ortaya çıkmasın diye endişeye sarılır.

Fakat eğer endişenin kumandası, insandaki mâneviyat ve ilâhî idrak yönünün elindeyse, o zaman en mükemmel ve kıymetli vazifelere ve en hayırlı neticelere vesile olur. İşte arzu edilen endişe budur! Olmadığı takdirde insanın perişan olacağı endişe budur!

Yani;

Şeytan elinde bir endişe ile hareket etmemelidir insanoğlu. Rahman nezdinde makbul olan endişeler içinde yaşamalıdır, tâ ki, ebedî saâdete mazhar olsun!

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn!..”