EĞİTİM ZÂYİÂTI!

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

f_garcan-SAYI121

Güneşin ilk ışıkları ile birlikte evde olağanüstü bir hareketlilik başlamıştı. Tepsi tepsi börekler ve baklavalar… Çeşit çeşit yemekler… Renk renk şerbetler…

Yakın akraba da tek tük gelmeye başlamıştı. Her gelen, koltuğunun altına çam sakızı çoban armağanı bir hediye sıkıştırıp gelmişti. Ne de olsa sülâlenin ilk üniversite mezunu genci, askerden gelecekti.

Feyzullah’ı çocukluğundan beri akrabası, köylüsü herkes çok severdi. Çok sevecen, candan, içten bir delikanlıydı. Okumuş, adam olmuştu. Şimdi de askerlik vazifesini tamamlamış dönecekti.

Annesinin keyfine diyecek yoktu. Gururu dağlarla yarışıyordu. Küçük kız kardeşi ise heyecandan yerinde duramıyordu. Köyün minibüsünü uzaktan göreceği bir tepeye çıkmış, bir o yana bir bu yana koşturuyordu.

Birkaç saat içerisinde evin salonu, bahçesi; misafirlerle dolmuştu. Görenler; “Bu evde bir cemiyet var herhâlde” diyorlardı. Enişteler, amcalar, dayılar, komşular… Köy, yakın zamanda böyle bir asker karşılamasına şahit olamamıştı.

Nihayet minibüs uzaktan görünmüştü. Feyzullah’ın kardeşi uçarcasına eve koştu:

–Anneee! Ağabeyim geliyooor! Minibüsü gördüm! Minibüsü gördüm!

–Tamam kızım, tamam! Baban aradı zaten «yaklaştık» diye. Haydi şu işin ucundan tut bakalım da sofrayı yetiştirelim.

–Tamam anne!

Köy minibüsünün şoförü jest yapmış ve Feyzullah’ı evinin önüne kadar getirmişti. Evin önü bayram yeri gibiydi. Açıkçası şehir hayatının kaybolmuş değerlerine şahit olan Feyzullah da böylesi bir karşılama beklemiyordu. Çok mutlu oldu. Sadece el öpme faslı, yarım saate kadar sürdü.

–Niye zahmet ettiniz bu kadar? Ben her birinizin evine gelirdim. Sağ olun…

Babası, elini Feyzullah’ın omzuna atarak misafirleri sofraya davet etti:

–Haydi bakalım sofraya! Soğutmayalım yemekleri.

Eş dost, cümbür cemaat oturuldu sofralara. Sofradakiler bir yandan yemek yiyor bir yandan da Feyzullah’ı lâfa tutuyorlardı:

–Eee anlat bakalım! Nasıl geçti?

–Ayazda 4-6 nöbeti tuttun mu?

–Komutanların çok dövdü mü? Bak doğru söyle! Aramızda kalır…

Herkes kendince bir muhabbet izhârı çabasına girmişti. Feyzullah da arada bir, ağzına bir-iki lokma atıyor, misafirlerinin sorularını cevapsız bırakmıyordu. Küçük kız kardeşi Zeynep, sol koluna yapışmış iki de bir ağabeyini öpüyordu. Bir soru da o sordu:

–Ağabey! En çok neyden etkilendin? Hiç unutamadığın bir hâtıran var mı? Anlatsana…

Feyzullah derin bir iç çekti.

–Yemekten sonra anlatayım kuzum olur mu?

–Olur ağabey.

Bu arada herkesi ister istemez bir merak sardı. Çünkü Feyzullah’ın yüzü birden değişmişti; ne kadar çaktırmamaya çalışsa da anlayan anlamıştı.

Sofra kalktı. Babası, ev halkına;

–Bir kahve yapın bakalım. Şöyle erkek erkeğe bir kahve içelim.

Bu, aynı zamanda “Hanımlar siz kendi aranızda devam edin.” demekti. Zeynep hemen atıldı:

–Baba ne olur, ben ağabeyimin yanında kalayım!

Babası, Feyzullah’ın gözüne baktı. Feyzullah’tan gelen küçük bir baş onayından sonra;

–Peki kızım, otur bakalım! Eee oğlum anlat bakalım, merak ettik doğrusu.

Feyzullah, etrafına bir baktı. Her biri yaşı kemâle ermiş, saygıdeğer insanlardı.

–Öncelikle hepinize teşekkür ederim. Zahmet etmiş, gelmişsiniz. Açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Çok memnun oldum. Sizlerin yanında askerlik hâtırası anlatmaktan hayâ ederim. Sizler benim gibi altı ay değil, belki dört sene askerlik yaptınız. Sizlerin zamanına göre bizimki askerlik değil, gezme sayılır. Hele o Çanakkale savaşlarına göre, krallık sayılır. Ne yalan söyleyeyim, orada çıkan zengin menüyü ben evimde görmedim. Her öğünde en az dört çeşit yemek vardı. Çanakkale’deki menü: Şekerli veya şekersiz üzüm hoşafı, yağlı buğday çorbası, yarım veya tam ekmekten ibaretti ve çoğu zaman günde tek öğün yemek verilebiliyordu. O da tek çeşitten ibâret… Bugün elhamdülillâh, durum çok farklı… Ben kilo bile aldım. Her öğünde kalori hesabı yapılıyordu. Yani, varın siz kıyâs edin… Allah devletimize zeval vermesin!

–Âmîn…

–Bilirsiniz hemen hemen her programın başında içtimâ yapılır. Bulunduğumuz yer çok geniş bir arazi idi ve etrafı da bir hayli açıktı. Çok soğuk bir kış günüydü, donuyoruz zannettik. Saat 18:00’de akşam yemeği içtimâsı yapılacaktı. İçtimâ, belki üç saati geçti. Ayaklarımızı hissetmiyoruz. Hele komutanlara hiçbir şey soramıyoruz. Ağızlarını bıçak açmıyor. Onlar da başımızda öylece bekliyorlardı. Bir hayli bekledikten sonra, binbaşının postası yakın arkadaşımızdı, usulca yanımıza geldi. Fısıltı ile sordum:

–İsa, hayırdır devrem? Neyi bekliyoruz? Sen bilirsin!

–Devrem vallâhi yanlış anlamadıysam, askerlerden biri kayıp. Onu arıyorlar. Başka da bir şey bilmiyorum.

–Ne yani o bulununcaya bekleyecek miyiz? Başına bir şey gelmiş olmasın!

–Orasını bilmem! Ama ölüsü-dirisi fark etmez! O asker bulununcaya kadar buradayız.

Aradan biraz daha geçti, belki bir saat kadar daha. İsa tekrar geldi:

–Devrelerim asker bulundu; ama çocuk tuvalette ölü bulunmuş. Komutanlar şimdi sebebini araştırıyorlar. Az sonra bizi dağıtırlar. Başka bir şey öğrenirsem gelirim.

–Peki devrem, haber bekliyoruz.

Bizi çok geçmeden yemeğe aldılar. Yemek yiyeceğiz; ama aklımız o çocukta kaldı. Niye tuvalette ölmüştü? Gencecik adam! Ne oldu da öldü? Neyse ki İsa çok geçmeden geldi:

–Devrem haydi gidiyoruz!

–Hayırdır ağabey?

–Ya bizim Binbaşı; “Oğlum koş, bir hoca falan varsa bul getir!” dedi.

–Eee…

–Sen hâfız değil misin? Aklıma sen geldin, ben de senin adını verdim. Haydi çabuk!

–Ben ne yapacağım orada?

–Yaparsın bir şeyler gel!

–Komutanların yanına vardık. Üzeri beyaz bir örtüyle örtülmüş bir ceset, sedye üzerinde duruyordu. Alay komutanı, bir yandan askerlere bir yandan komutanlara kızıyordu. Bu arada detayı öğrendim. Dağıtım zamanı idi. Genellikle bizim oradan doğuya komando olarak dağıtım olurdu. Bu askere de biri: “Vücudunda derin ameliyat izi vesâire falan olursa seni komando yapmazlar!” demiş. Beyimiz de tutmuş tuvalette birkaç yerine derin derin jilet atmış. Herhâlde paniklemiş. Sonra da kan kaybından vefat etmiş. Komutanlar da çocuğu bulamamış. En son alay komutanı kendisi gezerken kapalı bir tuvaletin önünde durmuş. “Bu kapı neden kapalı?” diye sormuş. Oradakiler de: “Bozuk efendim!” demişler. Komutan sık teftiş ettiği için gürlemiş: “Daha dün kontrol ettim, sağlamdı.” deyip kapıyı açtırmış ve cesedi bulmuşlar. Hemen doktordu, yakın arkadaşlarıydı derken mesele aydınlanmış.

Komutan beni görünce;

–Gel bakalım hâfız! Mevzuyu öğrendin mi?

–Evet komutanım!

–Ne yapacağız şimdi? Bu düpedüz intihar! Şehit denmez! Bu kendini yaktı, bari geride kalanlarını yakmayalım!

–Komutanım! İntihar durumu net ise yapacak bir şey yok! İşin diğer boyutu, bu delikanlı ile Allâh arasında… Geride kalanlarına; “Eğitim zâyiâtı” dense en azından, olabilir mi? Prosedürü tam bilmiyorum.

–Görünen öyle olacak! Hemen bir rapor hazırlasınlar! Sen de yarın cenazeyi teslim etmeye komutanlarla beraber git! Ailesini teskin et!

–Emredersiniz komutanım!

Sonra beni kenara çekti:

–Oğlum bu çocuğun burada bir iki hemşerisi falan varmış, sen onları da bul. Ağızlarını sıkı tutsunlar. Garip bir ailenin çocuğu belli, garibim cehâletinden yaptı bunu. Sen arkadaşı olarak gideceksin tamam mı? Komutanların dışında sadece sen konuş!

–Emredersiniz komutanım!

Ertesi gün Alay komutanının dediği gibi yaptık. Beni en çok yıkan, gittiğimiz yer de aynen buraya benziyordu. Ailesi de senin benim gibi insanlardı. Çok güzel ağırladılar bizi. “Siz bize şehidimizi getirdiniz.” diye nasıl hürmet ettiler. Tertemiz yürekleri, öyle kelimelerle anlatılacak gibi değildi. İçim parçalandı! Kim bilir ne umutlarla gözlediler yolunu…

Geri dönerken gönlümde fırtınalar kopuyordu. Bir Çanakkale Savaşı zamanlarına bakıyorum bir de günümüze. Güya onlar okul okuyamamış gençlerdi. Ama henüz on beş yaşında olanları bile, öyle büyük tevekkül sahibi idiler ki üç dakika sonra öleceklerini bile bile yarışırcasına çıkıyorlardı cephelere…

Buyur buradan yak! Maddî imkânları kıyas etsen arada uçurumlar var. Peki, bu rûhî geri kalmışlığı nereye sığdıracağız? Nesil elden gidiyor değerli büyüklerim. Bunun vebâli var. Çok değerli bir hocam vardı, şöyle derdi:

“–Evlâtlar! Uyku elzemdir. İnsanın işini yapabilmesi için uyuması gerekir, ibâdet enerjisi için uyku gerekir, şunun için uyku gerekir, bunun için uyku gerekir… Ammâ kuzularım ev yanarken uyunmaz! Nesil yanıyor kuzularım! O yüzden size çok iş düşüyor! Gecenizi gündüzünüze katıp gayret etmeniz lâzım. Eğer bir gence yetişir de gönlünü ihyâ ederseniz, o zaman ben kabrimde rahat uyurum!”

Şimdi o hocamın sözleri yankılanıyor kulaklarımda. Aman büyüklerim! Kahvelerde öldürdüğünüz saatlere yazık. Artık gidin evlerinize, çocuklarınızla beraber iki rekât namaz kılın, tarihten iki satır bir şey okuyun.

Eniştesi mahcup bir edayla;

–Evlât, benim okuma yazmam yok! Ben ne yapacağım?

–Enişte, sen de çocuğuna okut ve hürmetle dinle. Çözüm çok Allâh’ın izniyle. Ben de gücümün yettiğince bu yolda ter dökeceğim. Çocuklarımızın kendi tarihinden haberi yok. Yoksa askerde öyle tiplere rastladım ki anlatmaya dilim varmıyor. Sanki bizim değil de «Coni»lerin çocukları gibiler. Anlattıkları hâtıraları da hâl hareketleri de seni beni yansıtmıyor. Gençliğimizin tarihinden bağı kopmuş, damarları kurumuş…

Kısa bir ara süren derin sessizliği dedesi bozdu:

–Haklısın evlât!

–Kusura bakmayın! Sizi de böyle efkârlandırdım; ama içim yandı değerli büyüklerim. Haklarınızı helâl ediniz.

–Estağfirullah Feyzullah! Sen helâl et! Haklısın. Baban seni bunun için okuttu. İyi ki de okutmuş. Allah ondan da senden de râzı olsun. Şühedânın rûhu şâd olsun! Ben inanıyorum; bu millet, bu hassasiyete sahip insanların omuzlarında yükseldi ve onlar gibilerin sayesinde dâvâsına sahip çıkacak. Acı oldu; ama doğru söyledin… Allah tekrar tekrar râzı olsun…

Misafirler yavaş yavaş müsaade almaya başlamışlardı. Hanımların dikkatinden kaçmayan bir şey vardı. Beyler sanki cenaze evinden çıkıyor gibiydiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Herkesi uğurladıktan sonra babası Feyzullah’ın alnından öptü:

–Allah râzı olsun evlât! Seninle gurur duyuyorum. Şunu bil: Allah Teâlâ emânetini alıncaya kadar yanındayım…

–Eyvallah baba! Ben de öyle…

–Gerçi ne faydam dokunur bilmem ama, daima yanındayım.

–Öyle deme baba… Çanakkale dedik ya, mektep çocuğundan ihtiyar amcalara, yediden yetmişe, bütün millet el ele verdi de öyle kovmadı mı düşmanı?.. Herkes elinden geleni yapmalı bugünkü görünmez düşmanı kovmak için, herkes…