DÜNYA MÜSLÜMANLARIYLA İRTİBATIMIZ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Geçenlerde ülkemizde bir paçavrada iğrenç bir karikatür neşredildi. Hazret-i Musa’ya dil uzatan bir rezâlet idi. Ülkemizdeki mûsevîler hemen şiddetle protesto ettiler. Müslümanlar da; îman ve hürmet bahsinde;

“Peygamberlerden herhangi birini diğerinden ayırmayız!” (el-Bakara, 285) prensibine îmân ettikleri için, bu çirkinliği tel’in ettiler. Yayınlayan gazete, derhâl alâkalı dergiyi kapattığını duyurdu.

Benzeri hakaretler, Peygamber Efendimiz’e yahut diğer dînî değerlerimize yöneldiğinde böylesine tesirli bir kuvvet oluştuğunu hatırlamıyorum.

Mûsevîler herhâlde; dünyada hem din, hem millet olarak sayıca en az topluluklardan biridir.

Fakat tesirleri böyle değil.

Müslümanlar 2 milyara yakın nüfuslarına rağmen; onun onda biri, yüzde biri kadar dahî nüfuz gücüne sahip değiller. Her yerde mazlum, her yerde perişanlar.

Dünyada hemen herkes müslümana kolayca göz dikebiliyor. Son derece ılımanlıklarıyla, hayvanlara dahî kıyamayan barışçı yapılarıyla meşhur olan Budistler dahî müslüman katlediyorlar. Burma’da, Tayland’da…

Müslümanlar sahipsiz. Çünkü başları yok. Yaklaşık bir asır önce; müslümanlara baş olabilen son devlet, yani Osmanlı diz çöktürüldü. Ondan beri, bu iki milyarlık topluluk başsız. O başsızlıktan, kanser hücresi gibi istifade ile; baş olma dâvâsı güden, râfızî ve hâricî hükûmet ve topluluklar ise, yine müslümanlara çektiriyorlar.

Müslümanların problemi fakirlik mi? Hayır.

Geçtiğimiz günlerde açıklandı. Dünyanın en büyük silâh ithalâtçısı, Suudî Arabistan… Dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesi, müslüman. Fakat içinde ve etrafında büyük ateşlerin içine çekiliyor. Bugüne kadar parasıyla güçlendirdiği «büyük» devlet tarafından bugün aldatılıyor.

Müslümanların günümüzdeki hâli; Karmatîlerin, Fâtımîlerin İslâm dünyasında cirit attığı, dirâyeti kaybeden Abbâsîlerin isimden ibaret kaldığı 6. hicrî asra benziyor. O kendini kaybetmiş, diz çökmüş dönemden İslâm dünyasını, elhamdülillâh, Selçuklular ayağa kaldırdı. Onları takiben de Osmanlı; sıfırdan başladığı gazâ mücadelesiyle, İran ve doğusu hariç, bütün İslâm dünyasını 7 asra yakın, hem dış düşmanlarından hem de içini kemirebilecek fitnelerden muhafaza etti.

24 milyon kilometre karelere ulaşan Osmanlı’nın bu geniş coğrafyadan daha geniş bir dairede temsil gücü vardı.

Bilhassa, dünya çapında haberleşme imkânlarının geliştiği 19. asırda, müslümanların dünyadaki dindaşlarıyla irtibatı da arttı. Mehmed Âkif, Eşref Edip ve arkadaşlarının neşrettiği Sırât-ı Müstakîm’in Lâtin harfleriyle neşredilen ve internetten de ulaşılabilen ciltlerini incelediğimizde, o devirde dünya müslümanlarıyla irtibatın ve dertlenişin bugünden daha ileri olduğunu görebiliyoruz.

O gün bile, bunun çok eksik olduğu yönünde acı ifadeleri okuyoruz:

Meselâ Yusuf AKÇURA, 1910 yılında Türkistan’da meydana gelen deprem üzerine düzenlenen yardım konferansında şu sitemkâr sözleri söyler:

“Efendiler, şair olmadığıma teessüfüm kadar Osmanlı şairlerinin bu andaki sükûtuna da müteessifim. (Sessizliğinden dolayı çok üzgünüm.) Bunların bir kısmı bilmem ne vakit; o bitmez tükenmez kadın aşkından, biraz kaba söyleyeyim, kadın etekliği yanından kurtulup daha başka daha yüksek mevzûlara teâlî edecekler (yükselecekler?)” (Sırât-ı Müstakîm, c. 5, ad. 128, s. 400)

Bugün dünya müslümanlarının sahipsizliği kadar acı olan diğer bir husus, bizim onlardan habersizliğimiz… O kadar ki, dünyada yeniden «soğuk savaş»a girişen güçler, müslümanların bu perişan hâlini istismar ediyorlar. Hani uzaklardaki kardeşlerimizin sıkıntıları arada bir gündemimize girdiğinde bile, aslında birilerinin manipülâsyonu ile giriyor. Çünkü birbirimizden bile ancak «onlar» sayesinde haberdar olabiliyoruz! Artan onca imkâna rağmen bugün bir Sırât-ı Müstakîm bile yok. Varsa da benim gibilerin gündemine giremeyecek kadar cılız!

Yine Sırât-ı Müstakîm’de Osmanlı’nın son devri münevverlerinden Filibeli Ahmed Hilmi, Afrika’dan naklediyor:

“Milyonlarla müslüman, hakāyık-ı dîniyyelerinden bir şey öğrenmek ümîdiyle uyûn-ı intizâr ve istirhâmını (merhamet uman ve bekleyen gözlerini) beyhûde yere merâkiz-i İslâmiyye’ye (İslâm merkezlerine) çevirmektedir. Âzân-ı rüesâ-yı dîn, âzân-ı ulemâ-yı asr, (asrın dînî reislerinin ve âlimlerinin kulakları) bu zavallı dindaşlarımızın sadâ-yı niyâz-mendîsine (yalvaran sesine) kapalı olacak ki kendilerine hiçbir taraftan dest-i himmet ve muâvenetin (maddî-mânevî yardım elinin) uzatıldığı görülmüyor…

«Bornu» müftîsinin şu sözleri hâlâ sâmia-i telehhüfümde (hayıflanan kulağımda) tanîn-endâzdır: (çınlamaktadır)

«Biz Afrikalılar nezdinde Osmanlı lâfzı, mübârek bir kelimedir; biz Afrikalı müslümanları hilâfet-i İslâmiyye’nin merkezi olan Osmanlılığı takdîs eyleriz ve biz hep Osmanlıyız! Efsûs ki (ne yazık ki) bizi pek unuttunuz, pek bî-kes (kimsesiz, sahipsiz) koydunuz!»” (Sırât-ı Müstakîm, c. 4, ad. 82, s. 64)

Bu satırlar, yakın zamanlarda bu beldelere giden Kur’ân ve yardım gönüllülerine söylenenler kadar, Âkif’in şu mısralarını da hatırlatıyor değil mi?

Misyonerler gece-gündüz yeri devretmedeler,

Ulemâ vahy-i ilâhîyi mi bilmem bekler?!.

Bornu neresi mi? Ben de İslâm Ansiklopedisi’ne bakarak öğrendim ki, bugün Nijerya’nın bir eyaleti olan kadîm bir müslüman devleti imiş.

Bornu’dan Borku’ya geçelim mi?

Osmanlı coğrafyasında seyahatleri ve bu seyahatlere dair yazılarıyla tanınan Halûk DURSUN anlatıyor:

“Borku, Kuzey Afrika’da, Büyük Sahra’nın güneyindeki Çad sınırları dâhilindedir. Borku şeyhlerinden Hamîd; bütün kabîlesi adına Fîzan’a gönderdiği mektupta, Fransızların 1911 yılı Temmuz başlarında (…) Borku’yu istîlâ için harekete geçeceklerini haber vermiştir. Borku müslümanlarının Fransız emperyalizmine karşı sonuna kadar direneceğini ifade eden şeyh, Türklerin bu hareketi sevk ve idare etmesi için bir kurmay subay göndermelerini teklif etmiş ve; «Bir Türk gelene kadar hiç değilse bir Türk bayrağı gönderin!» demiştir. Başlarında bulunacak olan bir Türk’ün yerli müslümanları aşka ve şevke getirip Fransız keferesine karşı zaferi sağlayacağına inanan Borku şeyhi, Türk bayrağının kâfirin gözüne ve gönlüne dehşet ve korku saçacağını düşünmektedir.” (Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 282)

Osmanlı, Borku’ya sadece 30 kişi gönderebilmiş. Yaklaşık 2 yıl o 30 nefer, şehid oluncaya kadar Borku’yu korumuşlar.

Bugün de hamdolsun, dünyanın dört bir yanına giden Kur’ân talebeleri var. Afrika’ya, Orta Asya’ya, Balkanlara gidip oralarda, Osmanlı’nın hâtıralarını filizlendiren, muhteşem mâzîyi yâd ettiren bir sancak gibi dalgalanan ve dalgalandıran gençler var. Anadolu’da, İstanbul’da tebliğ şuuruyla kendisini yetiştiren gençler var.

Onların kâmilen başaracaklarını ümit ve niyaz ettiğimiz bir hizmet de şu olacak:

Müslümanları, hadîs-i şerifte zikredildiği üzere; «bir uzvu ağrısa her uzvu teyakkuza geçecek şekilde» birbirine bağlayan, ağyârın güdümüne girmeyen, sağlam ve sağlıklı bir haber ağı…