DÜNYA DEDİKLERİ BİR GÖLGELİKTİR

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Âh…

O hem var gibi görünen, hem de görünme­yen hayalden… Âh…”

Bu ilhamdan bir temsil:

Hava güneşli. Yüksekte bir kuş uçuyor. Gölgesi de dünyaya vurmuş, sanki yerde de bir kuş uçuyor!

O gölgeyi gören ahmağın biri de, onu avlanmak derdinde. Peşinden koşuyor, koşuyor, tâ tâkati kesilinceye kadar.

Haberi yok;

Ardına düştüğü ve boşuna peşinden koştuğu o gölge, havadaki kuşa ait.

Zavallı; kendisini aldatan o gölgenin aslı nerede, bilmiyor.

Bu yüzden;

Durmadan gölgeye ok atıyor. Sonunda ok torbası bomboş kalıyor. Ömrünün ok torbası, bir gölge uğruna sıfırlanıyor. Hayatını yok yere harcamış oluyor.

Dünyada insanın hâli bu!

Gafil olanlar, ömür boyu bu şekilde sadece birer gölge avcısı. Ârifler ise, bu fânî gölgeden sıyrılarak ilâhî nûrun sonsuz deryâsı içine dalanlar. Dolayısıyla onların kılavuzluğu, gölge avcısı gibi yaşayan gafillerin kurtuluşu için yegâne ilâhî medet.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّ وَلَوْ شَاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِنًا ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَلٖ۪يلًا

“(Ey insanoğlu!)

•Rabbinin,

•Gölgeyi nasıl uzattığını,

•Görmedin mi?

Eğer;

‒Dileseydi;

‒Onu elbet,

‒Hareketsiz kılardı.

Sonra;

•Biz güneşi,

•Ona (gölgeye)

•Delil kıldık.” (el-Furkān, 45)

Gölgeye delil, güneş!

Bu delil oluş, Hak dostlarının en müstesnâ nakşı. Çünkü bir ömür aşk içinde vazifeleri, doğru yolu gösteren işaretler misali hidâyet rehberleri olmak.

Gelip geçici olan bu fânî dünyada, istikametten sapmamak için her gönle gerekli bir hakikat bu.

Hele fitnelerden halâs olmak için elzem.

Lâkin o;

Akşam olduğunda karanlıklar bastırsa bile, hiçbir şekilde batması olmayan yegâne nûr-i ilâhîye râm olunca gerçekleşir. Yoksa gün sonunda batan bir vaziyet; gölgenin aslından tamamen kopmasıdır ki, ona kapılmış olan kimselerin inancı da, insâniyeti de karanlıklarda kaybolur. Gündüzü o kadar câzibelerle dolu olan ahval, birden değişir. Göz kamaştırıcı dış görüntünün bittiği yerde nursuz bir iç görüntü, âdeta korkunç bir fotoğraftır. Çünkü batış olan bir gece vaktinde; ne gölge, ne ışık kalmıştır. Bu tabloyu bütün netliğiyle seyreden Hazret-i İbrahim, ilk bakışta kendisini cezbeden yıldızların da sonradan karanlığa battığını görünce;

«‒Ben batanları sevmem!» dedi.

Sonra görüntüsü ışıl ışıl olan Ay’a baktı. Onun da battığını görünce;

«‒Rabbim doğru yolu göstermezse, sapanlardan olurum!» dedi.

Sonra güneşin büyüklüğüne kapıldı. O da karanlığa batınca;

«‒Ben uzağım!» dedi:

«‒Doğru yol zannedilen, yani hidâyete şirk oluşturan, fakat karanlığa batan şeylerden uzağım!» (bkz. el-En‘âm, 76-78)

Sonra da;

‒Ben; her türlü bâtıldan uzak ve sadece Hakk’a yönelmiş olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var eden Allâh’a çevirdim.” (el-En’am, 79) dedi.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da gündem ettiği bu misalde hikmetler çok.

Eh mühimi:

Her bakımdan gözleri kamaştıran şeylere aldanıp da gerçek hidâyete onları ortak yapacak saplantılara kapılmamak. Daha açık bir ifadeyle âdeta;

«‒Bir şey ki, belki yıldızlar gibidir, parıl parıldır, tertemizdir, fakat sonu karanlığa batmak ise, o asla hidâyet değildir!» diyor Allah.

Sonra bir başka örnekle tekrar;

«‒Bir şey ki, belki ay gibidir, ışıl ışıldır, berraktır, durudur, lâkin sonunda karanlığa saplanıyorsa, o da asla hidâyet değildir!» diyor yüce Allah.

Sonra bir başka örnekle de tekrar;

«‒Bir şey ki, hattâ güneş gibidir, her yeri aydınlatıcıdır, göreni cezbeder ve içleri de ısıtır, ancak neticesi karanlığa düşmekse, o da asla hidâyet değildir!» diyor Hazret-i Allah.

Demek ki;

İblis ve avenesi, insanoğlunu hidâyetten saptırmak için sağdan yaklaşma metotları arasında bilhassa yıldız misali görüntüler, ay misali çehreler, güneş misali davranışlar ve câzibeler sergiliyor ve sergiletiyor. Tâ ki, onların asla aldatmaca değil de kesinlikle gerçek hidâyet olduğuna gözler de inansın, özler de. Fakat hidâyetin tek sahibi olan Hazret-i Allâh’ın ikazı açık:

‒Dikkat edin; sonunda karanlığa batıyorsa, ne yıldıza aldanın, ne aya, ne güneşe! Siz, Kur’ân’da ve Sünnet’te gösterdiğim hidâyete bakın, onlara sarılın!

Bu hidâyetin yegâne rehberi olarak;

«‒Bir elime güneş, bir elime ay konulsa bile, ben Rabbimin hidâyetinden vageçmem!» diyen Hazret-i Peygamber’in ikazı da çok açık:

“Âhirzamanda;

•Din üzerinden dünyayı talep eden insanlar zuhur edecek.

•Bunlar, insanlar(a iyi görünüp onları aldatmak) için öyle bir yumuşaklığa bürünürler ki, koyun postu yanlarında kaba kalır. Dilleri de şekerden daha tatlıdır. Ancak kalpleri, (vahşette) kurtların kalpleridir.

Allah diyecektir ki:

‒Beni mi aldatmaya çalışıyorsunuz?

‒Yoksa Bana karşı cür’ete mi yelteniyorsunuz?

‒Zâtıma yemin olsun ki; bunlar üzerine kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinde halim olanlar bile şaşkına dönecekler!” (Tirmizî, Zühd 60, [2406, 2407])

Düstur, Cenâb-ı Hakk’ın şu emri:

“Ey îmân edenler!

•Siz kendinize dikkat edin!

•Siz doğru yolda oldukça,

•Sapıtmış olanlar, size zarar vermez…” (el-Mâide, 105)

Bütün mesele;

Dünya ve âhireti doğru okumak. Geçici bir gölgelik olan bu dünya uğruna âhireti ziyan etmemek.

İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün yere çubukla,

•Kare biçiminde bir şekil çizdi.

•Sonra, bunun ortasına bir hat çekti,

•Onun dışında da bir hat çizdi.

•Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinad eden bir kısım küçük çizgiler attı.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu çizdiklerini şöyle açıkladı:

‒Şu çizgi insandır.

‒Şu onu saran kare çizgisi de eceldir.

‒Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir.

‒(Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musîbetlerdir.

•Bu musîbet «ok»u;

•Yolunu şaşırarak insana değemese bile,

•Diğer biri değer.

•Bu da değmezse, ecel oku değer.” (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Kıyâmet, 23)

Dolayısıyla;

Dünya gölgeliğinde emellere göre değil ecellere göre hayatı tanzim etmek gerek. Bunu idrak etmeyenler; emelleri uğruna dünyayı zindan ediyorlar, kendilerine de insanlığa da. Hele o emeller, kötülüklere hizmetçi ise; dünya daha beter bir zulüm meydanına dönüşüyor. Kim kime diş geçiriyorsa, onu helâk etmenin peşinde yapmadığını bırakmıyor. Lâkin önceki bin yıl yaşayan zalimler şimdi nerede? İşte unutulan bu gerçek; aslında hiç hatırdan çıkmamalı ki, bu kısa fânî ömürler, ebedî hayatın kurtuluş anahtarı olabilsin.

İbn-i Ömer -radiyallâhu anhümâ- anlatıyor:

“Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- omuzumdan tuttu ve buyurdu:

‒Sen dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol!

Tirmizî’de şu ziyade var:

‒Kendini kabir ehlinden addet!

Bu sebeple İbn-i Ömer -radiyallâhu anhümâ- daima şöyle derdi:

‒Akşama erdin mi, sabahı bekleme!

‒Sabaha erdin mi, akşamı bekleme!

‒Sağlıklı olduğun sırada hastalık hâlin için hazırlık yap!

‒Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap!” (Buhârî, Rikāk, 2; Tirmizî, Zühd, 25)

Hazırlık;

Hazret-i Peygamber’in rehberliğinde bir hazırlık. O’na; îman, aşk, bağlılık ve sadâkat ekseninde bir hazırlık. Çünkü kabir ve sonrasında cennet pencerelerinin açılması, başka değil, ancak O’nunla mümkün.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kul kabrine konulduğunda, yakınları ondan ayrılır. O, geri dönenlerin ayak seslerini de elbette işitir; (o sırada) kendisine iki melek gelir. Onu oturtup sorarlar:

‒Muhammed (Mustafâ) -sallallâhu aleyhi ve sellem- denen kimse hakkında sen ne diyordun?

Mü’min kimse bu soruya şu cevabı verir:

‒Şahâdet ederim ki, O, Allâh’ın kulu ve elçisidir!

Ona denilir ki:

‒Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti.

(O mü’min de bakıp) her ikisini de görür. (Sonra) Allah; ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar.

Eğer ölen kâfir ve münafıksa şöyle der:

‒(O zâtı) bilmiyorum. Ben, herkesin söylediğini söylüyordum!”

Kendisine;

«‒Anlamadın ve uymadın!» denilir.

Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Adam) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir.” (Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70, (2870); Ebû Dâvud, Cenâiz, 78, (3231); Nesâî, Cenâiz, 110, (4, 97, 98); Tirmizî, Cenâiz, 70, (1071) -Ebû Hüreyre’den-)

Bu manzara;

Dünya gölgeliğinden sonra insanın nasıl bir hâlet içinde olacağını en güzel şekilde sergilemektedir. Öldükten sonra insanın kabirden dünyaya bakış açısını, ölmeden önce idrak edebilmek; hayatın asıl mânâsıdır. Yoksa çaresiz nedâmetler, kabirde ve âhirette ayrıca bir azap misali kahreder. Zaten ölünce illâ bir nedâmet, herkesi kuşatacaktır.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“‒Ölüp de pişman olmayan yoktur!

Dediler ki:

‒Onun nedâmeti nedir yâ Rasûlâllah?

Buyurdu:

‒İyi yolda olan, hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedâmet duyar.

‒Kötü yolda olan da nefsini kötülükten söküp almadığına pişman olur, nedâmet duyar.” (Tirmizî, Zühd, 59)

O nedâmeti fark ederek Üstad Necip Fazıl, hayatı değerlendirebilme bahsinde muhasebe ve hissiyatını şöyle ifade eder:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

Sonra der ki:

Hasis sarraf, kendine ayrı bir kese diktir,
Mezarda geçer akçe, neyse, onu biriktir!

Ne mutlu;

Dünya denen gölgelikte kısacık ömrün idrakini, ölüm ve âhiretin şuurunu, hesap ve azabın hakikatini, cennet ve cehennemin ebedî ahvâlini ve içerisindekilerin de tam vaziyetini anlayabilenlere!

Ne mutlu;

Tevbe ve istikamet üzere en güzel amel-i sâlihlerle yaşayabilenlere!

Ne mutlu;

Bu sâlih ameller arasında cennet vatanımız için şehâdet şerbetini içen kahramanlara!

Ne mutlu;

Âhirzaman fitnelerinden kendilerini koruyabilenlere!

Ne mutlu;

İslâm dünyasını perişan eden cinayetler, zulümler, yangınlar, yıkımlar ve felâketler kıskacında çaresiz mazlumlara ve masumlara çare olabilenlere!

Ne mutlu;

Her hâlükârda merhamet ve rahmet bulutlarıyla nice muhtaç gönüllere şifâ olabilenlere!

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…