Değerler Eğitimi – ÂH O ESKİ GÜNLERİMİZ!..

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk-yuzakidergisi-temmuz2015

“Eski başkadır eskimiş başkadır. Nice eskiler vardır ki hiç eskimez.” (Peyami SAFA)

Bu sayıda mâzînin güzelliklerini ifade eden iki iktibası sizlerle paylaşmak isterim:

Efendim! Şöyle bir mukaddime ile başlamak isterim.

Eskiden Ramazanlarda iftar sofraları düzenlenirmiş. Davete gelenlere; zahmet edip geldikleri ve dişleri yorulduğu için, kadife kese içinde «Diş Kirası» denen bir hediye verilir ve alanlar da; «Kesenize bereket!» derlermiş.

Eskiden sadaka taşları varmış. İhtiyacı olan, sadaka taşının üzerindeki keseden sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Yolların üzerinde vakıfların kurdukları konaklarda kalan yolcuların da eğer ihtiyaçları varsa, yataklarının başucundaki keseden ihtiyaçları kadar parayı alırlarmış.

Eskiler; «Lâmbayı söndür!» demezlermiş. Allah -celle celâlühû- kimsenin lâmbasını söndürmesin diye düşünürler; «Lâmbayı dinlendir!» derlermiş. Lâmba yakılmaz uyandırılırmış. «Kapıyı kapat!» denilmezmiş. Allah -celle celâlühû- kimsenin kapısını kapatmasın diye düşünülür; «Kapıyı ört ya da sırla!» denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi de nezâket ve edep gereğiymiş.

Eskiden kapıların üzerinde biri kalın, diğeri ince iki tokmak olurmuş. Gelen erkekse kalın tokmakla, hanım ise ince tokmakla kapıyı çalarmış. Eve gelen misafire, kahvenin yanında su ikram edilirmiş. Misafir açsa kahveyi, toksa suyu alırmış ve ona göre izzet ü ikram yapılırmış.

Eskiden zekât ve sadakalar Ramazan ayından önce verilirmiş ki, fakirler Ramazan alışverişlerini rahat yapsınlar. Zenginler Ramazan’da rastgele bir bakkala giderek, alacaklı defterinden bir fakirin borcunu ödeyip kapatırmış. Borçlu mahcup olmasın diye, hesabı kimin kapattığı bilinmezmiş.

Eskiden insanlar kendilerinden bahsederken; «Bendeniz» diye söze başlar, karşısındakine de; «Efendim» veya; «Zât-ı âlîniz» diye hitap ederlermiş. Oğullarını başkalarına takdim ederken; «Mahdumunuz» diye, kızlarını tanıştırırken de; «Kerîmeniz» diye tanıştırırlarmış.

Eskiden uyuyan biri uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağrılmazmış; «Âgâh ol erenler!» denirmiş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.

Eskiden insanlar, okuyan ve ilim tahsil eden gençlere; «Tahsilli ve terbiyeli çocuk» der ve gıpta ile bakarlarmış. Hanımlar; «Efendi» derlermiş beylerine, «Siz» derlermiş ve hanımefendiliklerini gösterirlermiş.

Eskiden Surre Alayları varmış. Mukaddes topraklardaki fakirlere yardım götürülürmüş. 63 yaşını geçmişlere, yaşı sorulduğunda söylemezlermiş. Hazret-i Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında vefat ettiği için, edeplerinden; «Haddi aştık» derlermiş.

Eskiden annelerimiz ve babaannelerimiz çocukları uyuturken ninni olarak; Yûnus’tan ilâhîler, Mesnevî’den parçalar, Beydaba’dan hikmetli sözler okurlarmış. Yolda çocuk büyüğün önünden yürümezmiş. Kuyumcular dâhil esnaf, namaza giderken dükkânlarını kilitleme ihtiyacı duymazlarmış.

Bütün bu güzellik ve özellikleri görünce, insan hayretler içinde;

“Aman Allâh’ım! Bu ne zarâfet, bu ne incelik, bu ne asâlet?!.” demekten kendini alamıyor.

Peki, bizi dinamize eden dinamiklerimizin dinamitlenmesi neticesinde nesillerimizin nasıl bu garip ve hazin hâle geldiğini düşünmek zorunda değil miyiz? Gençliğimiz çılgınca nereye gidiyor?

Neredeeen nereye!.. Gençlerimiz maalesef; bizi değerli kılan değerlerimize, kültürümüze, kimliğimize, kişiliğimize, kendi özümüze yabancılaşmaktadır. Alkolün, sigaranın, uyuşturucunun, kumarın ve fuhşun her çeşidi çevrede kol gezmekte; çocuklarımızı ve gençlerimizi âdeta bir ahtapot gibi sarmaktadır. Millet olarak; eski seviyeli sosyal hayatımız, her geçen gün seviyesizleşmektedir.

Uzun zamandır dînî ve millî değerlerimiz o kadar aşındı ki; gelinen noktada, itina ile kullanılan o zarâfet ve nezâket yüklü terminolojiyi de kaybettik. Toplum, özellikle de gençliğimiz; «argo lisan» ile kuşatılmıştır. Bu tüyler ürpertici manzara karşısında, beyin perdelerimiz çatlarcasına düşünerek; «Acaba, biz nerede hata yaptık?» diye kendimizi sorgulamamız gerekir. Çünkü neyi kaybettiğini bilmeyen, neyi aradığını bilemez…

“Yiğit, düştüğü yerden kalkar.” derler. Biz de bizi biz eden değerlerimize sarılmakla, özümüze kavuşmuş ve bir kısır döngüden de kurtulmuş olacağız inşâallah!

Gençlerimiz fuhşa ve uyuşturucuya meylediyorsa, ahlâksızlık ve edepsizlik toplumda kol geziyorsa, sigara ve kumar illeti geniş kitlelerde yaygınlaşmışsa -bugün itibarıyla sigara kullanma yaşı dokuzlara, alkol kullanma yaşı on birlere düşmüşse- uyuşturucu sentetik uyuşturucuya doğru yol alıyorsa, hiç kimse; «Bana ne!» diyemez! Bu kötü gidişten herkes sorumlu olduğu gibi, bizâtihî devlet de sorumludur.

Millet olarak, öz benliğimizden kopma tehlikesi yaşıyorsak; aslımıza dönmeye davet edecek olan da pek tabiîdir ki, sorumlu olması gereken kişi, kurum ve kuruluşlardır. Milletimiz asırlar boyunca, insanî değerlerin sembolü olmuştur. Biz; engin kültürü ve zengin medeniyetiyle isim yapmış ve tarihe gür bir sadâ bırakmış bir milletin torunlarıyız. Dünya medeniyetinin öncüsü olma misyonumuza bugünkü gençliğimizin sahip çıkması; millî ve dînî değerlerimizi yaşayıp yaşatması için millet olarak gayret sarf etmek zorundayız.

«Değerler» kavramına; «İnsanın çevresinde olup bitenleri anlama ve yorumlamada kullandığı temel ölçüler» şeklinde bir anlam yüklenmektedir. «Bir toplumun, gerçekleşmesini arzu ettiği idealler ve düşler» de denebilir buna. Bir milletin bütün fertlerinin, özellikle de genç neslin kendi değerlerini ve cihanşümul değerleri öğrenmesi, özümsemesi ve bütün bunları sosyal hayatta, davranış hâline dönüştürebilmesinin yegâne yolu, elbette ki eğitimdir. Öyle ise evlerimizde ve okullarımızda verdiğimiz eğitimin temelini «Değerler Eğitimi» oluşturmalıdır. Eğitimde ise en önemli referansımız; millî, dînî ve kültürel değerlerimiz olmalıdır. Çünkü tarih boyunca, değerlerimizden aldığımız güçle, onları yaşamak ve yaşatmakla, harp meydanlarında dizi dizi zafer kazandığımız gibi; dünya medeniyetine yön verecek, parlak bir medeniyet meydana getirebilmişiz.

Değerler eğitiminin bir topluma sağlayacağı faydaları anlatmaya; ne kelâm, ne de kalem yeter. Ancak şu gerçeği de unutmamak gerekir. Değerler eğitimini nesillere verecek olan eğitim ordusunun da, bu değerleri çok iyi öğrenip dâhilîleştirme mecburiyeti vardır. Okuldaki eğitime takviye olarak, anne-babanın da evdeki eğitimde aynı hassâsiyeti üstlenmesi gerekir. Başkaları bizim değerlerimize imrenerek bakarken, ondaki kıymet ve enerjiyi çözmeye çalışırken; gençlerimiz bu değerleri henüz yeni yeni keşfetmektedir. (Değerler Eğitimi, Mustafa TURAN, Ön Söz, s. 7)

Evet, eskiden bir aile fertleri gibi herkes birbirini candan ciddî olarak sever; birinin neşesi hepsinin neşesi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu. Düğünlere, derneklere herkes iştirak eder, gönül hoşluğu ile hoş ve güzel günler geçirilirdi. Hastalar ziyaret edilir, tatlı söz, güler yüzlerle kederi izâle edilirdi. Gariplere, yoksullara, darda kalmışlara, gönül hoşluğu ile Allah rızâsı için; herkes elinden geldiği kadar yardımda bulunurdu.

Eskiden zenginlerin kesesi, fakirler hesabına daima açıktı. Doktorlar, fakirlerden para almazlar, icap ederse ilâç parasını ceplerinden öderlerdi. Yangın olduğunda o zamanın tulumbacıları, hattâ külhanbeyleri bile harekete geçer, yıldırım hızıyla uzak semtlerden gelirler, söndürme hususunda yardımcı olurlardı.

Bu fedâkâr insanların hatırına; mal çalmak, kötülük etmek gibi en ufak bir şey gelmezdi. Bu gibi yardım ve hizmetler farz-ı ayn telâkki edilirdi. Aynı semtte bir cenâze vukuunda, bütün mahallenin halkı iştirak ederler, en yakın ahbapları gibi üzülürler, cenâze evini teselli ederler ve o kederdîde eve günlerce yemek taşırlardı.

Eskiden, farzdan sonra, en mühim ibâdetin «mü’minlerin gönüllerini almak» olduğunu bilirlerdi. Ağızlardan hep tatlı, rûhu teskin edici sözler sarf edilirdi.

Eskiden kimse, kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse, kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muamele ederlerdi. Ananın-babanın bir dediği iki olmazdı. Yani ebeveyne karşı tam bir itaat vardı.

Büyükler de küçüklere karşı dikkatli olup, onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı ki; şımarmasınlar, istikbâlin ciddî, vakarlı, mütevâzı insanları olsunlar diye.

Çocuklar izinsiz olarak hiçbir yere gidemezler, izin aldıklarında ise söz verdikleri saatte evlerine dönerlerdi.

Herkes hediyeleşir, misafirlere yemek ikram edilir, gönüller tatyîb edilirdi. Zaruret olmadan büyüklerin hürmete şâyan kimselerin yanında yüksek sesle konuşmak çok ayıp ve nezaketsizlik sayılırdı. Çocuklar ailelerinden aldıkları terbiye icabı başköşeye oturmazlardı.

Ramazan ayı sabırsızlıkla beklenir, kavuşunca da herkes oruçlarını büyük bir zevk içinde tutardı. Terâvih namazlarında camiler hınca hınç dolardı. Gayr-i müslimler bile anlayış gösterirler, müslümanlara hürmeten yemeklerini gizli yerlerdi.

Balın tadını nasıl tarif edemez isek, o günlerin tasvirini de tam yapamayız. Hulâsa o günler, bugün hayal dahî edemeyeceğimiz lâhûtî demlerdi, âlemlerdi. Asık yüzlülük, soytarıca davranışlar yoktu. Herkes şendi, şakraktı, güler yüzlü, neşeli idi. Bayramlara, kandillere hürmet edilir, bu mübârek günlerde herkes birbirini ziyaret eder; Kur’ân-ı Kerim, mevlid-i nebevî okunur, bu sûretle birçok evler, konaklar bu lâhûtî kokudan hisselerini alırlardı. (Sâdık DÂNÂ, Altınoluk Sohbetleri, c. 1, s. 7-11’den kısaltılarak)