CİNNETTEN CENNETE DOĞRU

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Birisi, tutup da kamyon altına atlasa, ne denir:

–Cinnet!

Birisi de, kendini uçuruma atıp kayalarda parçalansa, ne denir:

–Berbat bir cinnet!

Bir diğeri, tüm aile fertlerine kıyarak kendini de öldürse, ne denir:

–Cinnetten beter bir cinnet!

Bir diğeri de, beş bin voltluk bir elektriğe aldırmayıp kömür olsa, ne denir:

–Delirmiş bir cinnet!

Bir başkası, dur durak bilmeden katliâm yapsa, ne denir:

–Vahşî bir cinnet!

Bir başkası da, bile bile dağ gibi bir volkanın ortasına dalsa, ne denir:

–Çıldırmış bir cinnet!

Her biri dehşet içinde yadırganır, garipsenir.

Kırık dökük sebepler gevelense de, kimse bu cinnetleri doğru bulmaz, tabiî akl-ı selîm sahibiyse.

Bir de mümkün olsa o cinnetleri yaşayanlara sorulsa, onlar da bu felâketi haykırırlar. Hem de herkesten daha yüksek sesle.

Ancak;

Bu haykırışları, hüsranlarından sonradır.

Öncesinde ise;

Her biri, o cinneti kendilerine âdeta bir çare cenneti zannetmiş gibidirler.

İşte;

İnsanoğlunun aldandığı ve yanlıştan yanlışa kapılıp sürüklendiği puslu nokta burası.

Cinneti cennet zannetmek.

Günahları, keyif ve rahatlık farz etmek.

Zulmü, kuvvet görmek.

Bu yüzden;

Neticede korkunç hüsranlar getiren cinnetler, başlangıç itibarıyla muhteşem bir cennet görüntüsü çizebilmekte. Sadece hayalî bir görüntü olmasına rağmen; o yalancı cennetin peşinde nice kavimler, krallar, köleler ve zavallılar tarih boyu sürüklendi, sürüklendi. Hepsinin de sonu, acı bir cinnet oldu.

Demek ki;

İdrakin en berrak ve doğru hâliyle ve başından sonuna bütünüyle bilinmesi gereken bir sual:

Cinnet nedir?

Tarifi çok. Gerçek özü şu:

İnsanı en sonunda ateşe/cehenneme yuvarlayan davranışların tamamı.

Çünkü;

Kendini dünyada bir avuç geçici ateşin ortasına atıp da geçici ömrünü helâk eden kimse için yapılan yorumlar;

“–Cinnet geçirdi zavallı!” şeklinde iken;

Bütün varlığını, bedenini de, rûhunu da, her türlü alevden daha yakıcı ve ebedî bir ateş olan cehenneme atarak ebedî ömrünü helâk eden kimse için;

“–En kötü ve en büyük cinnet bu!” denmez mi?

Elbette denir.

Görebilen herkes, bunu açıkça söyler.

Göremeyen ise; aynı cinnete, cennet diye kapılır gider, tâ sonsuz eyvaha kadar.

Bu durumda;

Sonu itibarıyla cinnet denilen her gidişâtı, öncesi itibarıyla da cinnet olarak görebilmek, tam bir basîret.

Çünkü sadece görebilenler bilir ki;

Tatlı bir mûsıkî gibi peşinden sürükleyen günahların hiçbiri aslında, insan için bir rahatlama ve keyif cenneti sağlamaz. Bilâkis, azabın kıskacında ebedî bir rahatsızlığa ve feryâda mahkûm eder.

Bilen bilir:

Günah burda etmez aslını yayın,
Âhirette patlar o sinsi mayın! (Seyrî)

Öyleyse;

Kulu eninde sonunda helâk edecek her günah, bir gaflet cinnetidir.

Alevler ortasında yakacak her fuhşiyat ve iffetsizlik, perişan bir ahlâk cinnetidir.

Şiddet ve vahşet sıfatlı her hamle, bir zulüm cinnetidir.

Helâli yaralayan ve kirleten her yasak çiğneyişi, bir haram cinnetidir.

Gerçekleri ve doğruyu hiçe saymak, bir yalan cinnetidir.

Merhamet ve şefkati çöpe döken her acımasızlık ve gaddarlık, bir vicdan cinnetidir.

İşte;

Kıtalar, ülkeler, özellikle küfrün pençesinde kıvranan müslüman memleketler!

Koca dünya;

Cinneti cennet misali hak zannedenlerin haksızlıklarıyla dolu!

Hâlbuki;

Hiçbir günah, haram, zulüm ve vicdansızlık, kimsenin özel ve kişilik hakkı değil. Her biri sadece cinnet.

Çünkü;

Hepsinin sonu; zavallı insanı, ilâhî intikam ve felâkete uğratıyor. Hepsi de ebedî azaplarla dolu cehennemlerde noktalanıyor. Bu gerçeğin aynasında şu hüküm değişmez:

Neticeyi cehennemde noktaladığı takdirde; olumlu da görünse her ahvâl cinnettir, güzel de görünse her davranış cinnettir, doğru da görünse her gidişat cinnettir, önemsiz de görünse her günah cinnettir, mantıklı da görünse her isyan cinnettir, keyifli de görünse her yaşayış cinnettir, haklı da görünse her haksızlık cinnettir ve masum da görünse her gafil anlayış ve yaklaşım mutlak bir cinnettir.

Hâdiseler bunu çok net konuşur. Der ki:

Doğru görünen işlerin bile bir yanı cinnet, bir yanı cennet özelliğindedir. Namaz da böyledir. Çünkü insanın suratına çarpılacak bir namaz kılış, kesinlikle cennet huzuru değil, bilâkis âkıbete yönelik bir gaflet cinnetidir.

Burada problem;

Gerçek mânâda cinnetin ve cennetin ne olduğu…

Çünkü görünüşte kötülük deposu kimseler de; cinnete karşı olumlu niyetli ve alâkalı değil, sadece cennete niyetli ve alâkalı. Lâkin görünmeyişte, tam tersi. Hepsinin virüslü akıllarına göre cennet zannedilen şeyler, istekler ve hevesler, kaynaşmalar ve boğuşmalar, anlayışlar ve fikirler, yaklaşım ve yaşayışlar; bütünüyle acı ve fecî birer cinnet özelliğinde.

Tarihten bugüne onca zulüm tabloları bu yüzden!

O tablolarda neler yok ki:

Malûm, niceleri, içlerindeki vahşet duygularını tatmin etmeyi kendi nefsâniyetinin en haklı cenneti zannetti ve zalimliğin en akıl almaz katliâmlarını gerçekleştirdi. Yaktı, yıktı, bebeciklere kadar paramparça etti, yine doymadı. Göğsündeki hunhar canavarı rahat ettirecek ve gaddarlığını keyiflendirecek bir tuhaf cennet ortamı oluşturmak için neler yaptı neler ve neler yapmadı neler! Hâlâ aynı gafletler, aynı cehâletler ve aynı vahşetler devam etmekte.

Sırf;

Canavar bir nefse, dünya cenneti kurmak için. En berbat cinnet bu. Bir cânînin yalancı cenneti için kesilen fatura; onlarca, yüz binlerce, milyonlarca insanın katledilmesi. Hem de güyâ mantıklı gerekçelerle.

Kâhinler Firavun’a ne dedi:

–Bir çocuk doğacak ve seni mağlûp ederek saltanatını yok edecek!

Firavun ne yaptı?

Yalancı cennetini korumak için emretti:

–Bu sene doğan bütün çocukları öldürün!

Bir milyona yakın masumu kesti, doğradı.

O mel’ûnun debdebe cenneti, işte böyle bir cinnetti. Yanına kâr mı kaldı? Asla. En sonunda diğer mel’unlar gibi ilâhî hışma uğradı; Kızıldeniz’de ordusuyla birlikte boğuldu.

Yolundan gidenler; tarih boyu, aynı felâketi tekrar edip durdular.

Bir Ebû Cehil çıktı, Varlık Nûru’nu gördüğü ve bildiği hâlde îmân etmedi. Düşmanlık yaptı. Her tavrı bir cinnetti. Güçlü görünüyordu, ama o da mağlûp oldu.

O ve onun gibilere mukabil;

Hazret-i Peygamber, bütün cinnetlere karşı hiç çekinmeden hidâyet yolunda davetine devam etti. Taşkınlık da yapmadı, ürkeklik de göstermedi. Her tavrı, bir cennet tablosuydu. Zayıf olmasına rağmen neticede galip ve muzaffer oldu.

Çünkü bütün maksadı:

Cinnetleri cennete dönüştürmekti!

Bu uğurda gece-gündüz insanüstü bir gayretle koşturdu, koşturdu, koşturdu.

Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi bir cinneti, sonunda onları ailenin bereket kaynağı ve en nâdîde fertleri değerine yükselten bir cennete dönüştürdü.

Birbirlerine en yakın insanların sadece bir hiç uğruna en uzak kesilip kan dâvâları hâlinde sürüp giden nefretçi düşmanlık cinnetlerini, her şeylerini paylaşan ve aralarında ancak rahmet davranışları sergileyen müstesnâ bir kardeşlik cennetine dönüştürdü.

Zayıfları, mazlumları ve köleleri horlayan zihniyet cinnetini; onları kucaklayan, güçlendiren ve muhterem şahsiyetler hâline getiren bir şuur cennetine dönüştürdü.

Toplumda günah ve şer yarışları yaptıran bir cinneti, artık sevap ve hayr yarışları yaptıran bir cennete dönüştürdü.

Güç gösterisi, lüks, rahatlık ve çılgınlıklar yüzünden başkalarına revâ görülen her türlü zulüm cinnetini, Hakk’ın kudretiyle bertaraf ederek mütevâzı, fakat muhkem bir adâlet cennetine dönüştürdü.

Cehâletin cinnetini, ilim ve irfanın cennetine dönüştürdü.

Şirk, inkâr, münafıklık ve nankörlük cinnetini; tevhid, îman, takvâ ve şükür cennetine dönüştürdü.

Hayatı kurutan çilelerin cinnetini, yeşerten bir sabrın cennetine dönüştürdü.

Kapkara toprağı, tertemiz nûra dönüştürdü.

Yeryüzünü gökyüzüne dönüştürdü.

Kötülükleri iyiliğe dönüştürdü.

Zahmetler rahmet oldu.

Cinnetler, cennete döndü.

Hiç kolay olmadı.

Lâkin oldu.

Nasıl?

İşte bugün, bu «nasıl»ın cevabını bulmak, anlamak ve gerçekleştirmek en büyük mesele.

Her müslümanın yegâne ufku bu olmalı.

Cinnetleri cennete dönüştürmek.

Tıpkı Hazret-i Peygamber’in yaptığı gibi.

Ne yaptı O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-?

Neler yaptı da cinnetler cennet oldu.

Bu çerçevede;

Hazret-i Peygamber’in yaptıkları, bugünkü rehâvetli şehir hayatına göre -hâşâ- hikâye ve masal faslı olarak okunup geçiliyor. Hayatının hakikati olarak, sadece şehir rehâvetini, lüksünü ve rahatlığını bozmayacak yönler merkeze alınıyor. Hâlbuki, asıl hakikat; «Dünyada rahatlık yoktur!» düstûrunu doğuran ve Hazret-i Allâh’a;

«Rasûlüm! Biz Sana bu Kur’ân’ı endişeler içinde perişan olasın diye indirmedik!» (Tâhâ, 2) dedirtecek derecede bir çırpınış hayatı yaşamak.

O hayatı, hakikat gözlüğüyle okuyabilenler görürler ki:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ilâhî vazifesine başladığında en sevilen kimse iken, birden en istenmeyen kimse ilân edildi. İnsanlar, ilk senelerde O’na;

“–İyi ki geldin!” demediler.

“–Ne şerefli bir davet bu!” demediler.

“–Ortalığı berbat eden şu kötülüklere ilâhî bir çare mutlaka lâzımdı!” demediler.

“–Sen zuhur etmeseydin, mahvolacaktık!” demediler.

“–Doğru söylüyorsun!” demediler.

“–Getirdiğin yüce Kitâb’a râzıyız!” demediler.

“–Sen bizim içimizden ne güzel bir Peygamber’sin!” demediler.

“–Sana minnettarız, bizi ateşten kurtarmaya çalışıyorsun!” demediler.

“–Her emrine âmâdeyiz! Lebbeyk yâ Rasûlâllah!” demediler.

“–Anam, babam, canım Sana fedâ olsun! Yoluna kurbanız!” demediler.

Yıllarca demediler.

Başlangıçta üç-beş kişi hariç, sonrasında bir avuç insan hariç, bütün ağızlar;

“–Nereden çıktı bu lâkırdılar?” dediler.

“–Yuh sana! Neler saçmalıyorsun?” dediler.

“–Delirmiş!” dediler.

“–Sihirbaz!” dediler.

“–Bizi birbirimize düşürüyorsun, aramızı bozuyorsun!” dediler.

“–Ne desen râzı değiliz, inançlarımıza karşı çıkarak toplumun düzenini altüst ediyorsun!” dediler.

“–Vazgeç bu boş sevdadan!” dediler.

“–Vazgeçersen seni kral yaparız, en güzel kadınlarla evlendiririz, mala ve mülke boğarız!” dediler.

“–Vazgeçmezsen eğer, seni öldürürüz!” dediler.

“–Kimse inanmasın!” dediler.

“–Boykot ediyoruz!” dediler…

Yıllarca böyle dediler.

Dediler, dediler.

Sayısız cinnet hâlinde daha ne acı şeyler söylediler.

Demekle kalmadılar, nice işkenceler yaptılar, eziyetler ettiler, mahrumiyetler yaşattılar.

Bir avuç insan hariç, herkesin vaziyeti yıllarca böyle devam etti.

Varlık Nûru Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, onların onca cinnetine karşı her zaman sabır cenneti hâlinde oldu.

Hiçbir şekilde vazgeçmedi.

O secdedeyken üzerine deve işkembesi attılar, yine hâli cennet güzelliği içinde devam etti.

Sebat gösterdi.

Âyette kendisine öğretilen; «Kınayan kimsenin kınamasına aldırmamak» dirâyetini sergiledi.

Yine Cenâb-ı Hakk’ın;

“–Rasûlüm, Sen af yolunu tut! (Ne olursa olsun) iyiliği emret(meye devam et)! (Bu yolda) cahillere hiç aldırış etme!” fermanını uyguladı.

Tâif’te taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Hakaretler ettiler. Cinnetle kovdular.

O yine cennet hâli içinde davrandı.

Merhamette sonsuz, ama yolundan vazgeçmemek hususunda kusursuz.

Mübârek şahsına yapılan ağır davranışlara rağmen, üstelik hiç kimsenin îmâna gelmemesi, yani eli bomboş dönecek olmasına karşı bile kendisini dâvâsından vazgeçirecek bir mazeret üretmedi:

“–Görüyorsun yâ Rabbî! Bunlardan adam olmaz!” demedi.

“–Ben bunların kurtuluşu için çırpınırken bunların bana revâ gördüklerine bir bak Allâh’ım!” demedi.

“–Sen’in Peygamberine bu yaptıkları zulmün cezasını aynıyla başlarına döndür!” demedi.

Sadece;

“–Bilmiyorlar, merhamet eyle yâ Rabbî!” dedi.

“–Bunlara hidâyet eyle Allâh’ım!” dedi.

“–Râzı ol ey yüce Mevlâ’m!” dedi.

Dönüşte bir köle, bu duâlardan nasibini alarak hidâyetle şereflendi. Yığınla cinnetin içinde bir gönül, cennet eşiğine adım atmıştı. Sevindi. Ümidi müjdelerle bereketlendirdi. Bu şekilde hiç yılmadı, hep devam etti. Yıllar böyle geçti ve o bir gönül, binlerce gönle dönüştü.

Hâsılı;

Sayısız kara gönlü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , en güzel şekilde birer birer nûra dönüştürdü.

Sabırla dönüştürdü.

O’nda bütün suçlara, kusurlara karşı gönlünde af ve merhamet vardı, ama dînî bir taviz yoktu.

Hep böyle dönüştürdü.

Gün geldi, Tâifliler;

“–Müslüman oluruz, ancak namazdan muaf tutulmak şartıyla!” dediler.

Fakat malûm, Efendimiz’in ilâhî ölçüsünde affediş var, ancak dînin umdesi hususunda muaf ediş yoktu. Buyurdu:

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

O, işte böyle dönüştürdü.

İnsanların yerdeki şaşkın yolcuğunu zeminden mîrâca doğru bu şekilde dönüştürdü.

Kararlılıkla dönüştürdü.

Hakk’a aynen riâyetle dönüştürdü.

Devran değişti, şu oldu bu oldu lâkırdılarını hiç kullanmadı. İnkârcılık ve gafletin kullandığı psikolojik ve pedagojik kandırmacalara kapılmadı. İnsanı kendi değil başkası hâline getiren başka başka felsefelerin nağmeli akıntılarına, rengârenk cilâlarına ve cazip masallarına kanmadı. Rüzgârlara göre sallanıp yamulmadı. Küfür cihetinden gelen göz kamaştırıcı fikirlere, narkoz edici riyâlara ve mest eder görünen prensiplere hiçbir şekilde hayran olmadı.

Hak’tan başkasına doğru ne gözü kaydı, ne de gönlü.

Muharref saksılarda üretilmiş köksüz cümlelere ve kitaplara da bir nebze iltifat etmedi.

Yüce hakikati, kısacası asla eğip bükmedi hiç. Doğruyu olduğu gibi icrâ etmek sûretiyle yanlışları tek tek ortadan kaldırdı. Tek tek her mikrobu bertaraf ederek gönüllere ebedî şifâyâb oldu.

İşte;

Cinnetlerin cennetlere müstesnâ bir şekilde dönüşmesi, ancak böyle gerçekleşti.

Yoksa;

Kötülükten iyiliğe, yanlıştan doğruya, inkârdan îmâna, günahtan sevaba dönüşmeyi tam mânâsıyla ve en üstün başarıyla sağlamak, mümkün olmazdı. Yazmakla bitmeyen şahsiyet âbideleri ve onların oluşturduğu destanlar meydana gelmezdi. Bir zamanlar yerlerin kapkara berbatları olanlar, sonradan göklerin en nurlu ve muhterem yıldızları olarak gönül semâlarına serpilmezdi.

İşte bu dönüştürücülüğü çok iyi anlamak, idrak etmek ve uygulamak gerek. Bilhassa bugünler için çok elzem. Aksi hâlde, yanlışlar doğruları kendisine dönüştürüyor. Kötülükler iyilikleri berbat etmekte mesafe alıyor. Zaten batının cilâlı telkinleri ile artık «virüslere karşı tatlı diye nezâket, şifâya karşı da acı diye hakaret» neredeyse âdet olmaya başladı. Bu, başkasının yaban ve sahte yaklaşımı ve dönüştürmesidir. Oysa, dönüştürmesi gereken biziz.

Bu noktada duruş ve başarı gösterebilmenin sırrı, Peygamber Efendimiz’in şu tâlimâtını liyâkatle uygulamaya bağlı:

“Kim bir kötülük görürse, onu;

1. Eliyle değiştirsin! Buna gücü yetmezse;

2. Diliyle değiştirsin! Buna da gücü yetmezse;

3. Kalbiyle düzeltme cihetine gitsin, buğzetsin! Bu da, îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îmân,17)

Dördüncü bir davranış şekli, îman dairesinde yok.

Üç tâlimat da, cennet eksenli dönüştürmeye yönelik. Cinnet eksenli dönüşmeye ise tamamen kapalı.

Bu;

Af ve Merhamet Peygamberi’nin toplumdaki cinnetleri cennetlere dönüştüren başarı formülü.

Yani;

Hiçbir hamlığı, olduğu gibi bırakmak yok. Olması gerektiği en güzel şekle dönüştürmek var.

Bizler, bu gerçeği bedenimizle alâkalı olarak otomatik bir şekilde uyguluyoruz. Meselâ hiç kimse kesilmiş bir hayvanı olduğu gibi çiğ çiğ yemiyor. Yiyemez zaten; fıtrat buna müsait değil. Ne yapıyor? Eti iyice terbiyeden geçiriyor, kesiyor, doğruyor, sonra da ateş üstünde pişiriyor ve bu kıvamdan sonra sofraya koyuyor. Yani yemek için onu öncelikle olması gereken hâle dönüştürüyor.

Ruh ikliminde de aynı hakikat geçerli.

Çünkü rûhun kıvamı ve sıhhati de, olması gerektiği hâle, ancak belli şartlar dâhilinde kavuşuyor. İç âlemin en güzel hâli ise; illâ îman ve hidâyetle mümkün, iyilik ve fazîletle mümkün, doğruluk ve istikamet ile mümkün, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber ile mümkün, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye ile mümkün, muhabbet ve mârifet ile mümkün, ihlâs ve takvâ ile mümkün. İnsanın huzuru ancak o zaman. Ebedî saâdete mazhar olacak şekilde yaşayabilmek, ancak o zaman.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gündüzün iki yanında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri ortadan kaldırır!” (Hûd, 11)

Demek ki, iyiliğin asıl özü;

Gece ve gündüz namaz hâli içinde yaşayış.

O da;

Kötülükleri giderecek vasıfta bir dirâyete bağlı.

Aksi takdirde iyilikler; ille ârızalıdır ve makbul değildir. Makbûliyet olmadıkça da namaz, kötülük ve fahşâdan engelleyici bir özellikten uzaktır. O uzaklıkta ise cinnetler cennetlere dönüşmez.

Ârif bir kimse vardı. Yaşlı bir papaza sordu:

–Sen mi yoksa sakalın mı daha yaşlı?

–Doğuşum, sakalımdan önce olduğuna göre elbette ki ben!

–Öyleyse niçin sakalın senden önce ağardı?

–Ne demek istiyorsun?

–Görmüyor musun, sakalın, ezelî ve ebedî nûra dönüş için çırpınıyor, senden sonra çıktığı hâlde senden öne geçmiş. O, kendindeki karalığı bir yana bırakmış, ama sen bırakamamışsın! O değişmiş, sen değişmemişsin! O hakikî nûra dönmek için nice mesafeler almış, sen ise olduğun yerde kalmışsın!

Artık hiç olmazsa kendi sakalından ibret al da, dalâlet karanlığından hidâyetin nûruna dön! Her şeyini ona dönüştür! Bak önündeki kabre, sadece bir adımın kaldı; az sonra iş işten geçecek! Durma; cinneti bırak cennete koş!

Baksana;

Her şey geldiği yere, her kul Rabbine dönüyor!

Fakat gafil insanlar, aslına dönüşemeyen zavallılar ise; başka bir yere, cinnete ve cehenneme dönüyor!

İdrak edemiyorlar ki;

Bir daha geri gelip de doğru yere dönüş fırsatı verilmeyecek!

Asla;

Bekādan fenâya dönüş olmayacak!

Her zaman dönüş tek.

O da;

Fenâdan bekāya.

Bu tek dönüşün makbûliyet yönü de tek;

Cinnetten cennete doğru…

Tersi ise, ebedî felâket, hüsran ve çaresiz feryat…

Ne mutlu şu kısacık hayatı, makbûliyet dönüşü ekseninde Kur’ân’ın ve Hazret-i Peygamber’in gösterdiği şekilde yaşayabilenlere!..