Çanakkale’den Bu Yana;
ÜMMETİN HÂLİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Mart, ülkemizde sanki tarih ayıdır. Çanakkale şehitliklerine düzenlenen geziler, çeşitli anma programları, tarihimizden önemli bir kesiti hatırlamaya vesile olur. Birdenbire; kapısında yıllardır girmeyi ümit ederek bekletildiğimiz Avrupa devletlerinin, bir zamanlar İslâm diyarlarının üzerine nasıl çullandığını hatırlarız.

Balkan Savaşlarının sonunda, Osmanlı payitahtı İstanbul; Rumeli’deki katliâmdan kaçıp sığınan mültecîlerle dolmuştu. Birinci Dünya Savaşı’na girmekten bir beklentisi olmadığı gibi, İtilâf devletlerinin başındaki İngiltere’ye, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün garanti edilmesi şartıyla savaşta tarafsız kalacakları yönünde teklif götürülmüştü. Fakat İngiltere, çoktan İtalya’yı kendi saflarına çekmek için ona Osmanlı topraklarından pay peşkeş çekiyordu. Avrupalıların gözünde, Osmanlı himayesi altındaki müslüman beldeleri, paramparça edilip yutulacak lokmalar gibi görülüyordu.

Dünyayı sömürerek hızla zenginleşen İngiltere ve Fransa devletleri; sanayileşme, bilim ve teknolojiye büyük kaynaklar ayırabiliyordu. Teknik imkânların silâh sanayiinde de kullanılması üzerine; Osmanlı Devleti’nin üç kıtada müslümanların söz sahibi olmasını sağlayan üstünlüğü, elinden gitmişti. Bir yandan da kavmiyetçilik anlayışı Osmanlı Devleti’ni meydana getiren unsurlar arasında da yaygınlaştırılıyordu.

Ruslar; Panslavizm politikası güderek, Balkanlarda Osmanlı himayesi altında kardeşçe bir arada yaşayan halkları ayaklandırıyordu. Niyeti Osmanlı’yı tarihten silerek, sıcak denizlere inmekti. İngilizler ise denizlerdeki hâkimiyetlerini sürdürmek için Osmanlı mülkünü paramparça etmek, bütün önemli ticaret yollarını kendi tekeline almak istiyordu. İngiltere hükûmetinin başını çektiği haçlı zihniyeti, müslümanları yakın doğudan söküp atmak ve Orta Doğu’yu sömürü altına almak istiyordu.

İslâm âlemini paylaşmak için, neredeyse bütün sömürgeci ve işgalci güçler birleşmişti. II. Abdülhamid; Avrupa devletlerinin kendi aralarında birleşmesini engellemek için, İngilizlerle Almanlar arasındaki rekabetten faydalanarak denge politikası güdüyor ve İslâm âleminin toparlanması için zaman kazanmaya çalışıyordu. Bu arada okullar açarak, orduyu yeni tekniklere göre teçhiz edip eğitmek için Almanlarla yakın irtibat hâlindeydi. Ancak II. Abdülhamid asıl, «İttihâd-ı İslâm» anlayışını ihyâ etmenin gayretindeydi. Bu düşünceyle Hicaz demiryolunun döşenmesi ve İslâm âleminin birbiriyle haberleşmesini sağlayacak telgraf altyapısının kurulmasına öncülük etmişti. Sonrası malûm…

Çanakkale direnişi, kısa yoldan dünyayı ele geçirme sevdasına kapılmış kibirli İngiliz politikasına indirilmiş okkalı bir Osmanlı tokadı oldu. Çanakkale ve İstanbul boğazlarına kolayca hâkim olup müttefikleri olan Rusya’ya yardım gönderme ve hilâfet merkezi İstanbul’u işgal edip İslâm âlemi üzerindeki maksatlarına kısa yoldan ulaşma plânları suya düştü.

Çünkü zalimlerin hesaba katmadığı bir şey vardı; bütün hesapların üzerinde elbette Allâh’ın da bir hesabı vardı. Rabbimiz, Rasûlü’ne; «Bu ümmetin üzerine bütün düşmanların çullanıp toptan helâk edemeyeceklerini» va‘detmişti. (Müslim, Fiten, 5)

Evet, İslâm âlemi ne zamandan beri gaflet içindeydi. Kendi özünü unutmuş, batıdan gelen oyuncaklara dalmış, moda fikirlere kapılmış, kendi aralarındaki birlik beraberliği kaybetmişti. Bu sebeple de parçalanma başlamış ve güçsüz düşmüşlerdi ama hâlâ yıkılmamışlardı.

Allah Zülcelâl, bu ümmetin düştüğü yerden yeniden ayağa kalkması için düşmanlarına karşı tamamen perişan etmemeyi dilemişti. Bunun için de Çanakkale’de vatan müdafaasına koşan tertemiz gençlerin îman dolu sînesine büyük bir azim, cesaret ve fedâkârlık rûhu nasip etmişti.

İngilizler Gelibolu’da uğradıkları bu beklenmedik mağlûbiyetten sonra ciddî itibar kaybına uğradılar. Savaş uzadı, zâyiat ağırlaştı, öyle ki savaş kışkırtıcılığı yapan siyasîler seçimleri kaybettiler. Bir daha Anadolu topraklarına kendi askerlerini göndermeye cesaret edemeyen İngilizler, Yunanlılara Büyük Helen İmparatorluğu kurma hayali empoze ederek Anadolu’yu işgal için kışkırttılar. Ama Çanakkale’de mâneviyatın maddî güce üstün geldiğini gören müslümanlar, Millî Mücadele için seferber oldu.

Müslümanlar ellerinden geleni yapınca, Rabbimiz’in yardımı yetişti. Düşmanın birliği dağıldı. Fransızlar İngiliz politikalarına âlet olmaktan vazgeçti, çünkü Çanakkale destanı sömürgeleri altındaki müslümanlara cesaret ve şevk kaynağı olmuştu. Kuzey Afrika’daki İtalyan sömürgelerinde isyan başlamıştı. Savaşta ağır kayba uğrayan bütün devletler; bir an önce savaşı bitirip yaralarını sarma ve elindekini koruma derdine düştüğü için, artık sömürgelerden de askerlerini çekmeye başladılar. Ancak arkalarında kukla idareler ve işbirlikçi diktatörler bıraktılar.

Birinci Dünya Savaşı’na girdiğimizde, dünyada bağımsız iki İslâm devleti vardı, İran ve Osmanlı. 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Mescid-i Aksâ’nın saldırıya uğraması üzerine, İslâm Konferansı Teşkilâtı kurulduğunda halkı müslüman olan elli yedi ülke üye oldu. Hepimizin bildiği gibi bu ülkelerden Irak ve Suriye parçalandı. Afganistan’da, Somali’de, Libya’da iç savaşın getirdiği sıkıntılar devam ediyor.

Şu anda İslâm âlemi paramparça ve kavim temeli üzerine kurulan ülkeler dahî ufalanıyor. Bazı ülkelerde kabîle kabîle ayrılan halk; onca yoksulluk yetmiyormuş gibi bir de ellerindeki üç-beş kuruşu silâha harcıyorlar ve birbirlerini öldürüyorlar. Bu nasıl bir akıl tutulması…

İngilizlerin ektiği fitne tohumlarından çıkan dikenler hâlâ canımızı acıtıyor. Bugün İslâm dünyasının terörden ve savaşlardan dolayı canı yanıyorsa, bunun sebebi hâlâ âdil ve kalıcı bir sulh düzeni ve Allâh’ın emrettiği kardeşliğin kurulamamış olmasıdır. Ancak ümitsiz de olmamak gerek, o birlik kurulacaksa yine Çanakkale’de ortaya konulan mâneviyat sayesinde olacaktır.

Şu anda ülkemizde sadece Suriyeli değil, Iraklı, Afgan, Türkistanlı, Bangladeşli, Afrikalı çok sayıda mültecî bulunuyor. Çoğu Avrupa’ya geçip iş bulma umuduyla geliyor. Kendi ülkelerinde değil insan gibi yaşamak, karınlarını bile doyuramıyorlar.

Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği İslâm âleminde yüz binlerce yetim çocuk sahiplenilmeyi bekliyor. Meselelere köklü bir siyâsî çözüm bulunamasa da hiç değilse insânî çözüm için âcilen bir şeyler yapmak gerekiyor. Yoksa bunlar misyonerlerin, terör örgütlerinin ve suç şebekelerinin eline düşecek. Bu sebeple hiç değilse çocuklar için bir şeyler yapmak lâzım. Çünkü onların hiçbir suçu yok ki…

Hamdolsun bir şeyler yapılıyor. Bugün İslâm kardeşliği en fazla vakıflar ve yardım kuruluşlarının yaptığı faaliyetlerde tezâhür ediyor. Bir yandan ülkemizden gönderilen kurban bağışları, kıtalar dolusu mazlum müslümana ulaştırılırken bir yandan da ülkemize sığınan mültecîlere yardım eli uzatmak için çeşitli İslâm ülkelerinden vakıflar ülkemize gelip buradaki müesseselerle iş birliği yapıyor. Gönüllü doktorlar, hastahâne nedir bilmeyen müslüman kardeşlerimizi tedavi ederek kendi amel defterlerine nurdan satırlarla dolu sahifeler yazıyorlar.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde;

“Müslüman kardeşini hor görmen günah olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32) buyuruyor. Çünkü hor görmek, ötekileştirmeye, o da acılarına karşı hissizleşmeye yol açıyor. Dînimiz bize; bir duvarın kerpiçleri gibi birbirimizle kaynaşmamızı, böylece sapasağlam bir duruşla zalimleri caydırmamızı emrediyor.

Maddî gücümüzle başa çıkamasak bile mânevî birliğimiz her zaman düşmanlara karşı caydırıcı olmuştur ve olmaya devam edecektir. Esasen Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı’nın İslâm coğrafyasında birlik ve cihad davetleri tamamen etkisiz olmamıştır. Bizi topyekûn yok etme hayaline kapılanlar, İslâm âlemindeki kıpırdanışlardan çekinerek geri adım atmıştır.

Bazı çevreler ümmetçilik anlayışının fiyaskoyla sonuçlandığını iddia etseler de doğru değildir. Meselâ; Şerif Hüseyin bütün Arapların kralı olma iddiasıyla ortaya atıldığında, Mısır’dakiler başta olmak üzere birçok Arap münevverinden destek görememiştir. İttihatçıların zihniyetine ve yanlışlarına karşı hissettikleri kırgınlığa rağmen ona destek olmamış, işbirliğini reddederken de Osmanlı’nın dile getirdiği «İngiliz kuklası» tabirini kullanmışlardır.

Bugün müslümanların en büyük ihtiyacı; birbirini daha fazla dinlemek, anlamak, yardımlaşmak, iş birliği yapmak… Bunun da yolu aramıza sokulan tefrikayı kaldırıp, daha fazla yakınlaşmaktan geçiyor.