CÂHİLİYYE’DEN BATIYA, ÖTEKİLEŞTİRME

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Malûm olduğu üzere Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Mekke devrinde eziyete maruz kalan müslümanlara, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etmişti. Habeş Necaşîsi, bu mültecîleri geri vermesi için kendisine başvuran müşriklerin isteğine cevap vermeden önce onları dinlemek istedi. Müslümanların sözcüsü, Hazret-i Câfer bin Ebû Tâlib -radıyallâhu anh- Habeş hükümdarının huzûrunda şöyle demişti:

“Biz vaktiyle putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir sürü edepsizlikler yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Peygamberimiz’i göndermezden önceki hâlimiz bu idi…

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize doğruluğu öğretti; emânete sâdık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira atmayı yasakladı.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 202)

Câhiliyye çağına baktığımızda Kureyş kabîlesinin; fazîlet nâmına, Kâbe’yi ziyaret edenlere su dağıttığını, yemek yedirdiğini ama bunun yanında zayıf bulduklarını ezmekten kaçınmadığını görebiliyoruz. Şeref ve fahri kendileri için âdeta din hâline getiren bu toplum, güçlüler günah işlediğinde umursamayıp, kız çocuklarını; «Ya kötü bir hâle düşerse…» diye diri diri toprağa gömecek kadar acımasız davranabiliyordu.

Peki bunlar Allâh’a inanmıyor muydu?

İnanıyorlardı elbette; ama işlerine karışmayan, ahlâkî ölçüler koymayan, hesaba çekmeyen, ancak bir fal oku çekerek görüşlerine başvurdukları bir ilâh telakkisiydi bu.

Bir âyet-i kerîmede onların davranışlarındaki tenâkuza şöyle dikkat çekiliyor:

“Andolsun, eğer onlara; «Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?» diye soracak olsan mutlaka; «Allah!» diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?” (el-Ankebût, 61)

Gökleri ve yeri yoktan var eden Allâh’a; rasûl ve kitap göndermeyi, itikadî, amelî ve ahlâkî ölçüler vaz‘ etmeyi yakıştıramıyorlardı.

Bugün bütün dünyayı saran nev-zuhur câhiliyyenin de benzer bir tavır sergilediğini görebiliyoruz. Bir yandan tabiatı sevmek, ekolojik dengeyi korumak gibi bazı hassasiyetlere sözcülük edenler; diğer taraftan savaş mağduru kadın ve çocuklara bir kaplumbağa, bir kuş türü kadar alâka göstermiyorlar. Çünkü ahlâkî ölçüleri kendi akıllarına göre tayin etme hakkını kendilerinde görüyorlar. Hem de üstünlük psikolojisiyle bu kriterleri âlemşümul ölçüler diye isimlendiriyorlar. Öte yandan bu ekoloji masallarını da sadece gelişmekte olan ülkeler üzerinde sopa gibi kullanırlarken, güçlü ülkelere karşı hiçbir müeyyide uygulayamıyorlar.

Bugün dünyada gittikçe artan bir huzursuzluk hâli mevcut. Peygamber Efendimiz’in zuhurundan önce gerek Cezîretü’l-Arab’ı gerek bütün dünyayı kasıp kavuran savaşlar gibi bir şiddet kasırgasının dünyayı sarmasına şaşılmaz. Çünkü hem ülkeler arasında hem ülkelerin içinde, halk kesimleri arasında çok büyük adâletsizlikler mevcut. Şu anda bu adâletsizliği göremeyen halk yığınları, biraz da İslâmofobi faaliyetlerinin tesiriyle bütün düşmanlıklarını göçmenlere, yabancılara, bilhassa müslümanlara yönlendiriyor.

Avrupa’da, Amerika’da ırkçılık artık iktidara yürüyor. Bu fanatik gruplara bakıldığı zaman; tabanda işlerini göçmenlere kaptırmaktan korkan emekçilerden eski solcu örgütlere geniş bir yelpazeyi kapsadığı görülüyor. Aslında büyük şirketlerin, üçüncü dünya ülkelerinin zeki gençlerini uygun ücretlerle çalıştırarak kârını artırma hırsı, sol görüşlüleri öfkelendiriyor. Bu haklı sayılabilecek öfke; İslâmofobiyi kışkırtmak için özel fonlar ayıran lobilerin entrikalarıyla, kasıtlı olarak müslümanlara karşı yönlendiriliyor. Ama ırkçılığı körüklemenin ateşle oynamak olduğunu unutuyorlar.

Bugün dünyada hiçbir ülke; din, mezhep veya etnik olarak homojen / mütecânis bir yapıya sahip değil. Hemen her ülkede azınlık veya göçmen gruplar olduğu gibi; bunun yanında farklı mağduriyetleri olan, dezavantajlı denilen alt gruplar mevcut. Sovyetlerin iflâsından sonra; eski sosyalistler, sosyal demokrat adını alarak bu kesimlerin mağduriyetlerinin giderilmesine sözcülük etmeyi kendilerine gaye olarak seçmişti. Fakat sinsi bir el; bir yandan İslâm âleminde «mikro milliyetçilik» fesadını çıkarırken, bir yandan da Avrupa’da sosyal adâletsizliğe karşı yükselen infiâle İslâm’ı hedef gösteriyor.

İslâm âlemi dediğimiz zaman, halkının çoğu müslüman olan elliden fazla ülkeyi anlıyoruz ama bugün dünyanın her yerinde milyonlarca müslüman azınlık hâlinde yaşıyor. Öte yandan kendi ülkesinde yaşayan müslümanlar da etnik ve mezhebî farklarla birbirlerine düşmanlaştırılıyor.

Zamanımızda çok kullanılan «ötekileştirme» diye bir mefhum var. İslâm kaynaklarında hakir görme, aşağılama kelimesiyle ifade edilebilecek bir kapsamı var.

Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; hor görmenin gitgide gadre; yani yardımsız, ilgisiz bırakmaya; acımamaya ve nihayet ona yapılan zulme ortak olmaya götüreceğine işaret ederek şunları söyledi:

“«Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, yardıma muhtaç olduğu dar zamanda onu yalnız ve yardımsız bırakmaz, onu hor ve hakir görmez.» buyurdu ve göğsüne işaret ederek üç defa;

«Takvâ buradadır.» dedi. Sonra;

«Bir kimseye, şer olarak din kardeşini hor ve hakir görmesi yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır.» buyurdu.” (Müslim, Birr, 32)

Peki, insan neden bir din kardeşini ötekileştirir?

Mevcut psikoloji ilmi; insanın daha çok nefsânî zaaflarını deşip meydana döken bir dil kullandığı için, ötekileştirme zihniyetini şöyle tahlil ediyor:

Her insan kendine bir kimlik arar. Doğarken beraberinde getirdiği özellikleri, içinde yetiştiği toplumdan aldığı hususiyetleri, kimliğini ören dokular olarak kullanır. Ancak bununla yetinmez, benliği onu kimliğini teşkil eden bu hususiyetleri bir üstünlük iddiasının istinat noktası yapmak ister. Bunun için ise bir öteki lâzımdır. Meselâ; batı insanı beyaz tenlidir, hıristiyandır, dar bir coğrafyada çok nüfusla sıkışmışlığın getirdiği ihtiyaç sâikiyle deniz yollarına açılıp ticaret yaparak zenginleşmiştir.

Zamanla kendisini bu hususiyetleriyle üstün görmeye başlar, bu üstünlük duygusunu öteki saydığı halkları sömürmesine meşrûiyet kaynağı sayar. Bu duygu ona kazanç sağladığı için öteki saydığı kesimlerden daha da farklılaşmak ister. Meselâ; sömürdüğü halklar inançlıdır, öyleyse o inanmakla değil, şüpheci akılla her şeyi sorgulamakla üstün olmalıdır. Doğu halkları duyguludur; öyleyse o mantıkçı, hesapçı olmalıdır. Onlar edilgendir, pasiftir, hâline râzıdır; kendisi baskın ve hâkim olmalıdır. Bu listeyi böyle uzatmak mümkündür.

İnsan psikolojisi kendisine daima bir öteki arar. İslâm kaynaklarımızda da bir öteki vardır: «Şeytan». Peygamberimiz bazen sağ elle yemek sünnetinin hikmetini açıklarken, doğrudan doğruya şeytanın sol elini kullanma âdetine muhalefet kastını işaret eder. (Müslim, Eşribe, 106; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 20)

Elbette şeytan ve onun hizbi (el-Mücâdele, 19) veya kardeşleri (el-İsrâ, 27) sadece doğuştan getirdikleri bir özellikle değil, Hakk’a isyan etmeleri ve kötü ahlâklarıyla öteki olmuşlardır. Onların hâl ve ahlâkından uzak durmak için; mü’minlere ibret alınacak bir müşahhas örnek, bir temsil olmuşlardır.

İslâm terbiyesi, bir müslümana kimlik ve aidiyetini kurarken; içi boş övünmeleri değil, hakikî değerleri yani sahih îtikādı, üstün ahlâkı, fedâkârlığı, iyiliği, ihsanı esas almayı öğretir. İslâm’da ihsan mefhumu, herkesi kucaklayan bir mefhumdur. Allâh’ın yarattığı her mahlûku, her insanı, hattâ gayr-i müslim vatandaşları dahî…

Allâh’ın Rasûlü’nün Medine şehrinde tesis ettiği ilk İslâm cemiyeti; mü’minler arasında kardeşlik ahlâkı, mü’min olmayanlarla da vatandaşlık hukukunun üzerinde yükselmiştir. Peygamber Efendimiz; ihanet etmedikleri müddetçe, ehl-i kitap, Mecûsî ve İslâm gönlüne tam yerleşmemiş gruplarla adalet ve iyilik üzere geçinmiştir. Medine Vesikası; işlenen bir suça karşı caydırıcı bir müeyyide uygulamanın haricinde, herkesin canını, malını, inancına göre yaşama hakkını korumuştur.

Bugün dünya, yeniden bu hukuk ve ahlâka muhtaçtır. Müslümanların dünyaya hakikî ve kalıcı bir sulh ve selâmet getirebilmesi için ise evvelâ kendi aralarındaki ötekileştirmeleri bırakıp kardeş olmaları gerekmektedir.