BOSNA-HERSEK NOTLARI -1-

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Millet olarak kendimizi çok mühimseriz, bizsiz hiçbir iş olmayacağını düşünürüz. Önemli bir hâdisede adımız geçmezse burukluk duyarız. Dış politikada ve devletler arası münasebetlerde de durum böyledir. Bu sebeple -bir vatandaş olarak ülkemin dış politikada ağırlığının olmasını elbette büyük bir hırsla arzu etmekle birlikte- öteden beri bu sahada da kendimizi biraz fazla mühimsediğimizi düşünür(d)üm. Ancak geçen yıl Mayıs ayında Bosna’ya yaptığım ziyaret; Türkiye’nin, resmî sınırlarında sona eren sıradan bir ülke olmadığını, tarihten gelen bir ağırlığa sahip bulunduğunu bizzat müşâhede etmemi sağladı.

Okurduk, anlatırlardı, belgesellerde görürdük; ancak bizzat görmek farklı oluyor. Bizzat görenlerin kurduğu o klâsik cümleleri ben de kurayım:

Saraybosna’nın merkezi, tahsîsen Başçarşı, herhangi bir Anadolu şehrinin merkezinden farklı değil! Orada iken kendinizi o şehirlerden birinde veya Eminönü’nde geziyor gibi hissediyor, hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Merkezde Gazi Hüsrev Bey Camii yer alıyor. Karşısında şu an müze olan medresesi. Aralarında dar bir geçiş yolu var. İki tarafı dükkân olan bu yolu; Hüsrev Bey Camii sağ kolunuzda kalacak şekilde doğuya doğru takip ettiğinizde, Çarşı Camii’ne ulaşıyorsunuz. Minarelerde üç hilâlli yeşil bayraklar var. İslâm’ın timsâli olan bu bayraklar, bir camiin minaresinde asılı değilse mutlaka minberinde bulunuyor.

Dağlar arasındaki bir düzlükte yer alan Saraybosna; Fatih devrinde 1463’te, İshak Bey oğlu Gazi İsa Bey (Bosnalıların ifadesiyle İsa Bey İshakoviç) tarafından fethedilmiş. Gazi İsa Bey, aslen Bosna taraflarından olan köklü bir aileye mensupmuş. Bosnalıların mezhepleri sebebiyle diğer ırkdaş ve komşularından gördükleri baskının yanı sıra Gazi İsa Bey’in menşei ve daha sonra bir örneğini vereceğim gazi dervişlerin faaliyetleri göz önüne alınınca, Osmanlı fetihlerinin -en azından Bosna gibi yerler için- ne kadar askerî fetih olduğunun yeniden teemmül edilmesi gerekir.

Bosna fatihi Gazi İsa Bey, aynı zamanda Saraybosna şehrinin de asıl kurucusudur. Zira ondan önce yerleşim; şu an şehri ikiye bölmekte olan Milatka Nehri’nin doğu kısmında, küçük bir köyden ibaretmiş. Gazi İsa Bey, burayı geliştirmiş ve ortasına da mührünü vurmuş. Vurduğu mühre de kendi adını değil sultanının unvânını verecek kadar tevâzu sahibiymiş. Bu sebeple o mühür bugün Gazi İsa Bey Camii değil de daha ziyade Hünkâr Camii diye anılıyor. TİKA tarafından restore edilmiş olan Hünkâr Camii’nin avlusu da tıpkı Süleymaniye’de, Fatih’te olduğu gibi, kitâbesi Türkçe olan büyük kavuklu mezar taşlarıyla dolu…

Saraybosna asıl gelişmesini ise Kanunî devrinde Bosna’da vazife yapan Gazi Hüsrev Bey zamanında yapmış. Gazi Hüsrev Bey; biraz evvel andığımız külliyesini kurarak, şehrin Milatka’nın batısına taşıp yayılmasını sağlamış. Milatka’nın üzerinde -biri Birinci Dünya Savaşı’nın kıvılcımını ateşleyen Avusturya-Macaristan veliahtı sûikastının yapıldığı olmak üzere- birçok küçük köprü var. Hünkâr Camii’nin yakınındaki bu köprülerden birinden geçip yürüyerek, kısa sürede Başçarşı’ya ve dolayısıyla Gazi Hüsrev Bey Camii’ne ulaşabiliyorsunuz.

Saraybosna şu an 600 bin nüfuslu bir şehir. Yüzde 75’i Boşnak, geri kalanı Sırplardan oluşuyor. Şehrin demin bahsini ettiğimiz Başçarşı ve Hünkâr Camii çevresinden çıktığınızda; beton yığınlarından ibaret binalarla karşılaşıyor, böyle yerlerde genellikle olduğu üzere bir ruhsuzluk hissediyorsunuz. Bu binaların ekseriyeti Tito (ö. 1980) Yugoslavya’sından kalma. Şehrin 1878-1908 arasında fiilen ve 1908-1914 arasında ise hem fiilen hem de hukuken idaresi altında bulunduğu Avusturya-Macaristan’ın mimarî havasını aksettiren yerleri de var. Üstelik bu yerler, Osmanlı rûhunun canlı bir şekilde hissedildiği Başçarşı ile yan yana bulunuyor. Şehrin çevresinde ise çok katlı olmayan, bahçelikli villâ tipi şirin evler yer alıyor.

Mostarlı bir Boşnak olan rehberimizin teyit ettiği üzere Boşnaklar; Sırp ve Hırvatlar gibi Slav’dır, dilleri de birbirine yakındır. Boşnakları diğerlerinden ayıran, yalnızca müslüman oluşlarıdır. XX. asırda müslümanların maruz kaldığı en büyük dramlardan biri olan 1992-1995 arasındaki katliâmın asıl sebebi de bu kimlik farklılığıdır. Slav ve Hırvatların ardından Boşnakların da istiklâl ilân etmesine karşı, Sırpların saldırıya geçmesiyle başlayan ve 150 bin şehid verilen savaş; 4 milyon insanın yerinden yurdundan olmasına ve 40 bin kadının tecavüze uğramasına sebep olmuş. Tecavüzler neticesinde hamile kalan 20 bin kadının bir kısmı çocuklarını büyütmüş ve onlara babalarının şehid olduğunu söylemiş, bir kısmı ise onları reddetmiş. Reddedilen çocuklar Amerika’ya götürülmüş ve orada büyütülmüşler.

Savaş boyunca müslümanlar; Bosna bölgesinde Sırpların saldırılarıyla, Hersek bölgesinde ise Sırplarla birlik olan Hırvatların hücumlarıyla karşı karşıya kalmışlar. Başşehir Saraybosna, çevredeki yüksek dağlara konuşlanan ve Yugoslavya’nın ağır silâhları ellerinde bulunan Sırplar tarafından kuşatılmış; bu sebeple müslümanlar, şehrin doğu tarafında ellerinde tutabildikleri yegâne dağ yoluyla şehir arasındaki geçişi ve ikmali 800 metre uzunluğunda bir tünel açarak sağlayabilmişler. Havalimanı yakınlarında yalnız yaşayan bir ninenin evinden başlayan ve genellikle uzun boylu olan Boşnakların ancak boynunu eğerek yürümelerine müsaade eden tüneli, çok geçmeden keşfeden Sırplar; su baskınıyla kullanılamaz hâle getirmek istemişler, bu sebeple tünelin içindeki su, pompalarla boşaltılmak sûretiyle güçlükle kullanılabilmiş. 1993’te iki uçtan 200’er kişinin 4 ay 4 günde kazdığı tünelin bugün yalnızca 25 metresi ziyaret edilebiliyor.

Savaşa gafil yakalanan Boşnaklar; başlangıçta Sırplardan ele geçirdikleri silâhlar ve su borularından yaptıkları silâhlarla savaşmış, sonradan Türkiye, Irak, İran, Suudî Arabistan gibi bazı İslâm ülkelerinden aldıkları yardımlarla toparlanmışlar. Bununla birlikte BM’ye güvendikleri için 16 yaşından büyük erkeklerin futbol sahalarında ve dağlarda katledildiği Srebrenitsa katliâmı gibi fâcialara maruz kalmışlar. Vücut parçaları farklı yerlerde bulunan Srebrenitsa maktullerinden kimlikleri tespit edilebilenler, her yıl katliâmın yapıldığı gün olan 11 Temmuz’da topluca defnediliyormuş. Sırplara inanmayıp Srebrenitsa’dan kaçan 8 bin kişiden ancak 3 bini, 100 kilometre mesafeyi aşıp müslümanların hâkim olduğu Tuzla’ya ulaşabilmiş, diğerleri ise yollarda katledilmiş. Bunlardan 2 bin kişinin henüz hiçbir parçasına ulaşılamamış.

Bosna-Hersek’in bilge kralı merhum Aliya İzzetbegoviç’in adâletli olmamakla birlikte şartlar sebebiyle zarurî bulduğu Amerikan ürünü Dayton Antlaşması, çok büyük yıkım ve acılar getiren savaşı durdurmuş. Ancak sadece durdurmuş, problemi çözmemiş. Zira şu anda Bosna-Hersek olarak bildiğimiz ülke aslında; yüzde 51’ini Boşnak ve Hırvatların, yüzde 49’unu Sırpların oluşturduğu, dört başkanla yönetilen iki devletten oluşuyor. (Burada yüzde 49’a sahip olan Sırpların Bosna Sırpları olduğunu, Sırbistan’ın ayrıca bir ülke olduğunu yanlış anlaşılmaması için hâsseten belirtmek isterim.) İşsizliğin yüzde 40 olduğu, bu sebeple gençlerin Avusturya vb. yerlere çalışmaya gittiği ülkede, tarafların birbirlerine güveni yok. Meselâ ortasından geçen nehrin ikiye ayırdığı Mostar’da; nehrin güneybatısında yaşayan Hırvatlarla kuzeydoğusunda yaşayan Boşnaklar hâlâ birbirleriyle kaynaşmıyor, çocuklarını aynı vakitte okula göndermiyorlar. 2008’de yapılan bir maçta Türkiye’nin galibiyeti sebebiyle Boşnaklar; Türk ve Boşnak bayraklarıyla caddelere çıkıp tezahürat yapınca bile hâdise çıkmış, yaralananlar olmuş. Savaştan önce yüzde 85 olan Mostar’ın müslüman nüfusunun, savaş sonrasında yüzde 40’a kadar gerilediğini göz önüne alınca, geçmiş yaraların kapanmasının daha çok zaman alacağı anlaşılıyor.

Adâletsiz de olsa barışın gelmesi ve mevcut kazanımların elde edilmesi için canlarını vermiş olan şühedânın yattığı şehidliklerden ikisini ziyaret ettik. Saraybosna’da ziyaret ettiğimiz şehidlik, Başçarşı’dan kuzeye doğru 15-20 dakikalık yürüyüş mesafesinde sırtlarda yer alıyor. Merhum Aliya İzzetbegoviç’in mezarının da yer aldığı bu şehidlik, esasen bir park yeriymiş. Savaş esnasında zarûreten şehidler buraya defnedilmiş. Hemen yanında Osmanlı kabristanı yer alıyor. Rehberimiz, merhum Aliya’nın;

“Osmanlılarla yan yana olalım!” dediğini naklediyor. Merhum Bilge Kral’ın mezarı da bilgeliğine yaraşır şekilde oldukça sade ve estetik düzenlenmiş. Hilâl şeklindeki bir havuzun ortasında yer alan profil çubuklardan yapılmış yedi köşeli bir yıldızın altında yatıyor. Şehidlerin mezar taşları üzerinde de hilâl ve yıldız var.

Hilâlin İslâm’ın sembolü olduğunu, birçok İslâm ülkesinin (meselâ Pakistan’ın, Tunus’un, Libya’nın) bayrağında yer aldığını biliyorum, bu sebeple hemen Türk bayrağıyla bir özdeşlik kurmuyorum. Peki, hilâlin içine beş köşeli yıldızın yerleştirilmesi ne oluyor? Ürdünlü kardeşlerimiz tarafından tamir edilmiş bir mescidin yanında yer alan Mostar’daki şehidlikte bulunan mezar taşlarının üzerinde de aynı şekilde hilâl ve yıldızı görüyoruz.

Şehrin, Hırvatların sâkin olduğu tarafındaki yayvan şekilde uzanan tepenin üzerine savaş esnasında dikilmiş ve şehrin üstüne âdeta karabasan gibi çökmüş büyükçe bir haç, bu şehidlerin mezar taşlarındaki sembollerle âdeta inatlaşır bir tavır içinde… Anlaşma masasına oturulduğunda müslümanların haklı olarak bu alâmetin kaldırılmasını istemeleri üzerine Bilge Kral’ın, açık havada gökyüzünde görünmekte olan hilâli işaret ederek;

“Aldırmayın, hilâl daha yüksekte duruyor!” demek sûretiyle dindaşlarını yatıştırdığını işitmiştim. Allah rahmet etsin!

_____________________
Not: Bu yazıda müşâhedeler dışındaki malûmat ve özellikle rakamlar, gezi rehberinin verdiği bilgilere dayanmaktadır.