BİRLİKTE DAHA GÜÇLÜ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI 

m_kucukasci-sayı-141

5-6 sene evvel umre vesilesiyle Mekke-i Mükerreme’deyiz.

Dergimizdeki hayat tecrübesi dolu yazılarından tanıdığınız kıymetli Ahmet ZİYLAN Ağabey, talebelerden ve biz hocalarından oluşan 15-20 kişilik grubumuza çay ikram etmek istedi. Kaldığı otelin genişçe lobisinde çay içecek, kısa bir hasbihâl edecektik. Lobi müsait; biz çayları-kahveleri söyleyip oturacak iken, otel vazifelilerinden biri geldi ve telâşlı bir şekilde;

“Lâ tecemmu‘, no meeting!” diyerek dağılmamızı istedi.

Çok garipti, umreci Türklerdik. Birçok insanın oturup kalktığı bir lobide bir bardak çay içip Mescid’e geçecektik. Fakat görevli, bizim tehlikeli bir iş yaptığımızı düşünüyordu. «Yasak!» diyordu.

Evet… Lâ tecemmu‘; «Toplanmak, cemaat olmak yasak» demektir! Yani toplantı yapmak yok. Esprili olarak; «Miting yapmıyoruz yahu, altı üstü bir çay içecektik…» dediysek de lâf anlatamadık. Mescid’e geçtik.

Cami, insanları bir araya toplayan demekti. Biz camilerin en büyüğü, en fazîletlisi olan Mescid-i Haram’ı, onun merkezinde bütün insanlığı mânevî bir kutup başı gibi çevresinde hâlelendiren Kâbe’yi ziyarete gelmiştik. Zaten toplanmaya, toparlanmaya gelmiştik. Cem olmaya, cemaat olmaya gelmiştik. Fakat bir lobide çay içmeyi; lobicilik, siyasî hizipçilik ve bir isyan hazırlığı olarak görebilen aşırı paranoyak bir idarenin davranışıyla karşılaşmıştık.

Ülkemizde cemaatler aleyhine bir rüzgâr estirilmek istenince, aklıma bu hâtıram geldi.

Duyardık. Orta tahsil yaşlarımda Suriye’den göçmüş bir arkadaşım vardı. Onlardan ve diğer birçok kimseden dinledik: Baas rejiminde 2-3 kişinin bir araya gelmesi âdeta yasaktır. Toplumun içinde yüzlerce «muhâberat ajanı» vardır.

Bu, siyasî bir korkudur. Anormal bir işleyişe sahip olan, gerçek seçimler yapmayıp halkına, istemiyorsa idareyi değiştirme imkânı sunmayan iktidarlar, bir araya toplanmaların kendisini devirecek bir güce dönüşeceğinden korkar. Bu cem oluşların, bu toplanmaların, bir ihtilâl yahut darbeye dönüşmesinden endişe duyar. Nitekim Mısır’da 30 yıllık Hüsnü Mübârek diktatörlüğü bir toplum hareketiyle devrildi. Fakat sonra da seçilmiş cumhurbaşkanı, meydan baskısından güç alan askerî darbe ile devrildi. Şimdi ise ülkedeki müslümanların en güçlü teşkilâtı, bir başka tabirle en büyük cemaati olan İhvân-ı Müslimîn yasaklandı. Yani başa dönüldü!

Hâlbuki sivil toplum kuruluşları, toplum tabakalarının idarede temsil edilebilmeleri için vardır. Sendikalar, odalar, borsalar ve meslek kuruluşları; mensuplarının menfaatlerini korumak için gayret sarf ederler. Yani temsil gücü olan, sandığa gidip rey veren, teşkilâtlanma hakkını kullanarak müntesibi olduğu fikir, meslek, grup vb. sosyal tabakaların sesini duyuran ve işittirebilen bir fert; niçin meydanlara inip, isyan bayrağı açsın veya ihtilâle teşebbüs etsin?

Bizim Mekke’de yaşadığımız hâdiseye şaşırdığımıza bakmayın. Ülkemiz de geçmişte böyle günlerden geçmişti. Gazetelerde; «Kitap okuyan şucular, hû çeken bucular ele geçirildi.» gibi haberlerin yapıldığı bir ülkeydi burası da.

Yine Menemen hâdisesi; ülkede etrafına 3-5 dindar insanı toplayan değil, toplayabilecek potansiyeli olan herkesin tevkif edilmesine (tutuklanmasına), aylarca hapsedilmesine, kimisinin idam edilmesine bahane teşkil etmişti.

Türk Ceza Kanunu’nda da 163. madde vardı:

“Lâikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa dînî esas ve inançlara uydurmak amacıyla; cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse, sekiz yıldan on üç yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır.”

Oradaki cemiyet kelimesine dikkat çekelim. Bu kanun; müslümanların teşkilâtlanma hakkına, günümüzün uydurukça tabiriyle, «örgütlenme hakkı»na mâni oluyordu. 1991’e kadar yürürlükte idi bu kanun. Bu kanun yüzünden çok eziyet çektirilmiş Necip Fazıl, bu maddeyi çıkaran zihniyete şöyle demişti:

Dîninde yüz altmış üç yara açan, «ulus»un,

Günde yüz altmış üç kez cehennemde ulusun!

Ona deyin: Nemrutlar, su dökemez eline,

Küfür tarihinde sen, erişilmez «ulu»sun!

163 kalksa da rûhu bir müddet daha ortalıkta dolaştı. 28 Şubat’ta da birçok parti, vakıf ve derneğe ciddî baskılar yapıldı. Bazıları kapatıldı. İmam-hatip ortaokulları kapatıldı. Kur’ân kurslarına 8 yıllık kesintisiz eğitimi bitirmemiş talebelerin kayıt yaptırması yasaklandı.

Fakat camiler açıktı. Yani müslümanların umumî bir araya gelişlerine değil, hususî bir araya gelişlerine mâni olunmak isteniyordu. Çoğalan, teşkilâtlanan, tahsil, imtihanlar ve seçimler gibi meşrû ve açık yollarla yavaş yavaş kendini temsil kabiliyetini artıran müslümanlara; «İrticâ! Şerîat gelir! İran’a döneriz.» ve benzeri kaygılarla gayr-i meşrû mânialar kondu.

Zaman içinde, sistem siyasî ve iktisadî bakımdan tıkandı, dünya konjonktürünün de yardımıyla, yavaş yavaş temsilleri engellenen müslümanların önündeki o hukuksuz engeller kalktı.

Bu sefer de, müslümanların 15-20 senelik kayıpla ve sabırla adım adım elde edebildikleri haklarını tırpanlamak için başka düğmelere basıldı. Malûm son 3-4 yılın hâdiseleri… Önce sokak hareketleri, sonra mahkeme, en sonda da askerî yolla darbe teşebbüsü…

Üçünü de bertaraf eden; Allâh’ın yardımı, halkın basîreti ve idaredeki irade oldu.

Fakat şimdi; son darbe teşebbüsünün taşeronu olan Fetö bahanesiyle, cemaat mefhumuna gizli veya açık, ciddî veya alaycı, resmî veya gayr-i resmî bir cephe alış var.

Mekke’deki kadar değil. Fakat endişe verici.

Yukarıda saydığımız 163 kafası, zaten ülkemizde İslâmî uyanışın en büyük destekçisi olan cemaatlere düşmandır. Bu güruh sadece cemaatlere düşman değildir, Twitter gibi yerlerde sık sık açtıkları; «İmam-hatipler kapansın!», «Kurban kesilmesin!», «Din dersi kalksın!» gibi başlıklardan anlaşılacağı üzere, en katı din düşmanlığından yanadırlar.

Bunun yanında dindar görünseler de;

Yeni Selefîler, Kur’ân İslâmcıları, İrancılar vb. radikaller de öteden beri cemaatlere sıcak bakmamıştır. Selefîler, güya bid‘atçı gördükleri için; radikaller pasif buldukları için; diğerleri de gelenek hâmîsi bir rakip saydıkları için cemaatleri sevmezler. Toplumda bu gruplardan her birinin arzuladığı dönüşümün (inkılâbın, devrimin?) önünde, yine onlara göre, bu cemaatler vardır. Bu sebeple onlara düşmanlık beslerler.

Bütün bu düşmanlar zaman zaman ittifak edebiliyor. Her türlü kanunsuzluğa bulaşmış bir örgütü model alıp; düşmanlık besledikleri bütün yapılara uygulamak, uygulatmak istiyorlar. En azından propagandasını yapıyorlar. Sıra filâncalarda, onlar da şunun adamı, bunun adamı gibi fısıltılar yayıyorlar. Fetö’den ağzı yanan kimi saf insanlar da buna prim verebiliyor. Suç yaftasını yapıştırdıktan sonra linç etmek kolay gözüyle bakılıyor.

Firâsetli olmak şart.

Dînî eğitimin, fetvânın ve dînî temsil makamının gerçek mânâda hür, sahih ve sâlim kalabilmesi; gerçek mânâda sivil, baskı ve tesirlerden masun ve muhtâriyet içinde olabilmesiyle mümkün…

Yozlaşma ve istismar sadece kontrolsüzlükten değil, tarafgir bir kontrolden de kaynaklanabilir. Meselâ; 28 Şubat döneminin meşhur bir ilâhiyatçısı, başörtüsü yasağını «ülû’l-emre itaat» mefhumuyla meşrûlaştırmaya çalışıyordu. Abbâsî halîfesi Me’mun’dan, Babür devleti hükümdarı Ekber Şâh’a, otoritesini, dîni hevâsına uydurmak için kullanan devlet adamları da eksik olmamıştır. Neticede dün ülkemizde, bugün müslümanların yaşadığı birçok ülkede, dindarları teşkilâtlanmaktan alıkoymak isteyen güç de devlettir.

Buna karşılık; yasakçı dönemlerde içe kapalı yürümek zorunda kalmış, sırf bu sebeple bile kısmen maksadı dışına çıkabilmiş cemaatler de -inşâallah- bu dönemden, hayırlı bir yapılanma ve toparlanma fırsatı olarak, istifade edecektir.

Selâm hidâyete tâbî olanlaradır…