BİR GÖNÜL DAHA

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Selâmün aleyküm!

–Aleyküm selâm beyefendim. Allah kabul etsin. Buyur mutfağa geç, kahvaltı hazır!

–Allah râzı olsun. Ellerine sağlık! Ne yaptıysan çok hoş kokuyor. Beni böyle alıştırırsan, her sabah hazırlamak zorunda kalabilirsin. Sana biraz masraflı olabilirim.

–Allah güç-kuvvet verdikçe yaparım inşâallah. Sonuçta sen o ellerle şifâ dağıtacaksın. Belki ben de sana hizmet ettiğim için ucundan kıyısından nasiplenirim inşallah.

–Estağfirullah…

–Nasıl alışabildin mi?

–Alışıyoruz işte yavaş yavaş… Çok şükür; doktor arkadaşlar, başhekim, idareciler hep mütevâzı insanlar… Hastane, bu civarın en büyük hastanesi. Bu bölgeye hizmet veriyor. Dolayısıyla bir hayli yoğun.

“Burası turistik bir ilçe olduğu için yazın yoğunuz; ama kışın daha sakin olur.” dediler. Sahil kenarı olduğu için, havalar soğudu mu kimse kalmazmış.

–Kendi halkı da mütevâzı mâşâallah. Turistler gelince işin rengi biraz değişiyor gibi sanki… Hayırlısı biz de alışacağız inşâallah.

–Eee sen ne yaptın? Tanışabildin mi komşularla?

–Tanışıyoruz, güzel insanlar. Tabiî yöreye has bazı âdetler bir hayli baskın. Bizim akranlar yaz-kış bağ-bahçe işlerinde koştururmuş. İşte bizim gibi doktor ve memur, öğretmen hanımları biraz farklı. Çok iş alanı olmadığı için hanımlar daha çok kendi aralarında sohbet, muhabbet, gezme…

–Aman o tarz şeylere çok takılıp da vaktini hebâ etme! Oturmanızın-kalkmanızın bir mânâsı olsun. Bak, sen iyi eğitim almış birisin. En azından sohbet ortamlarını, dedikodu ortamı olmaktan kurtar.

–İnşâallah beyefendim. Haydi, soğutmadan ye! Akşam devam ederiz…

Yusuf, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir doktordu. İlk vazife yeri de bu şirin sahil şehri idi. Şehir; Cenâb-ı Hakk’ın lutfu, cennetten bir köşe idi sanki. Ama burada yaşanan şeyler, bu şehri daha farklı bir şekilde meşhur kılmıştı. Sahili çok güzeldi, yabancı turistlerin akınına uğramıştı. Dolayısıyla para vardı; ama sabahlara kadar açık barlar ve meyhaneler, tüm bereketini alıp götürüyordu. Yusuf, çok tedirgin gelmişti buraya. Yeni evli olduğu için kabul etmişti bu vazifeyi. “Eğer çocuğum olsa idi, kabul edemezdim.” demişti. Böylesi bir ortam, körpecik dimağların yeşermesinde farklı sonuçlar doğurabilirdi. Her şey bir yana; bu küçücük şehirde, sayısı bir hayli fazla olan barlar ve eğlence mekânları için ezan vaktinin hiçbir farkı ve önemi yoktu. Sırf bu yüzden bu şehirde yaşamak kendisine giran geliyordu. Yine de sabah namazında sekiz-on kişi de olsa gördüğü cami cemaati, bir nebze olsun teselli olmuştu onun için.

Her sabah, namaz dönüşü gördüğü akranı sayılır bir genç vardı ki… Ona hep imrenerek bakardı. “Mâşâallah böyle güzel gençler var oldukça…” diye umutlanırdı. Bir vesile tanışmak istedi; ama şartlar oluşmadı. “Herhâlde mahallenin diğer camilerine gidiyor.” diye düşünmüştü.

Bu sabah o genci görememişti. Kendince cevaplar verirken arkadaşı elinde iki bardak çayla geldi. Birini uzatarak:

–Buyur bakalım Doktor Yusuf, afiyet olsun!

–Allah râzı olsun. Teşekkür ederim.

–Müjdemi isterim, bugün nöbette beraberiz. Çaylar benden…

–Hatırlattığın iyi oldu güzel kardeşim, inan unutmuştum.

–Hızlısın.

–Nasıl yani?

–Hani nöbetlere alışmış, unutmuşsun bile… İlk nöbetimde sabahı zor etmiştim. Bir de yoğun bir zamanda çok kalabalık bir geceydi. Hiç unutamam…

–Yok öyle değil, bizimki iş bilmezlik.

–Tamam, öyle olsun bakalım, acemîliğine veriyorum. Akşam görüşürüz.

Gece yarısı olmuştu. Bir-iki ateşlenen çocuk dışında gelen-giden olmamıştı. Diğer nöbetçi doktorlarla beraber koyu sohbetler devam ederken âcil bir vak‘a geldi.

–Yaralanmalı kavga!

–Nabız düşük! Çok kan kaybetmiş. Ameliyat salonu hazır edilsin hemen!

–Nasıl olmuş? Detay var mı?

–Barlar sokağında bir bar işletmecisi imiş. Barda kavga çıkmış, kavga büyüyünce de bıçaklar çekilmiş…

–Ben tanıdım bunu… Öyle miymiş?

Etraftaki herkes bir koşuşturmaca içinde bir şeyler yapmaya çalışıyordu; yalnız bir kişi hariç!

Yusuf…

Yusuf, olduğu yerde kalakalmıştı. Şu an sedyede yatan genç, onun her sabah namazdan dönüyor zannettiği kişi idi. Yüzüne baktıkça, şaşkınlığı bir kat daha artıyordu. Yaşadığı şoku arkadaşı fark etti:

–Yahu Yusuf, haydi tut şu işin ucundan biraz! Dondun kaldın. Bak adam kavgada yaralanmış. Sokak kavgası… En kötüsü, çok kötü bir yırtık oluşmuş. Kalbe çok yakın… Yusuf! Sen beni dinliyor musun?

–Evet dinliyorum.

–Hiç öyle görünmüyor!

–Kusura bakma! Adı Hasan’mış demek…

Ameliyat bitmişti. Hasta yoğun bakımda gözetim altına alındı. Sabaha doğru Hasan kendine geldi. Hemşireler ve hasta bakıcılar hastanın kendine geldiğini görünce;

“–Hemen Doktor Yusuf Bey’e haber verelim!” dediler.

Hasan, kendine geldiğinde ilk önce ailesinden kimsenin gelip gelmediğini sordu. Hemşireler kimsenin gelmediğini söyleyince Hasan:

–Niye gelsinler ki… Zaten her sabah günün ilk ışıkları ile eve gidiyordum. Yalnız Doktor Yusuf kim? Ara ara kendime geldikçe çok duydum adını.

–Genç bir doktor. Bugün nöbetçi idi, sizinle yakından ilgilendi. Ondandır.

–Sağ olsun.

Az sonra Yusuf Bey, doktor arkadaşları ile içeri girdi. Bu sefer şaşırma sırası Hasan’da idi. Onun o şaşkınlığına hepsi şahit olmuştu.

–Sen doktor muydun?

–Evet.

–Ben seni her sabah bardan gelirken görüyordum. Hattâ benim müşterim olmadığın için, kendimce sana tavır koymuş hiç konuşmamıştım.

–O da nereden çıktı?

–Ben her sabah barı kapatıp eve gelirken sokağın başında seni görüyordum.

Yusuf, tatlı bir tebessümle konuştu:

–Allah iyiliğini versin. O saatte bir tek bardan mı geliniyor? Sabah namazından geliyordum.

Odadaki herkeste bir tebessüm hâli olmuştu. Hasan ilk başta biraz alınsa da sonra o da katıldı bu tebessüm halkasına ve dedi ki:

–Yahu Doktor Bey, ne diyeyim? İnsan kendisi nasılsa başkasını da o çerçeveden değerlendiriyor. Benim hiç cami ile namazla ilgim olmadı ki!

–Hiç bayram namazı, Cuma namazı da mı kılmadın?

–İşte dedemle gittiğim bir-ikidir. Babamın zaten hiç o taraklarda bezi olmadı. Dedem vefat edince de bir daha caminin yolunu doğrultamadım.

–Yalnız bu işi bir daha düşün, derim. Bak çok ağır bir ameliyat atlattın, az kalsın gidiyordun. Allâh’ın huzûruna böyle gitmenin senin için pek hayır getireceğini zannetmiyorum.

–Aslında ben de bu işi bırakmak istiyorum. Zaten hiç yapmak istememiştim. Ama dükkân da iş de babadan kalma. Açıkçası parası da tatlı geliyordu, ama artık bıktım. Çivisi çıktı iyice. Vakitli-vakitsiz gelenler, dağıtanlar, şahit olduğumuz rezâletler… En son yine taşkınlık yapan bir grup bir başka grupla kavga etti. Mekân sahibisin, kayıtsız kalamadım işte… Ve kendimi burada buldum.

–İstersen biraz dinlen sonra konuşalım. Şimdi yorulmaman lâzım.

–Yok, yok iyiyim. Sizin gibi güzel insanları görünce ayrı bir enerji oldu benim için. Her gece olay, her gece zil-zurna sarhoş olmuş insanları arabalara, ticarî taksilere külçe gibi bindirip göndermeler vs. vs… Ben de defalarca bırakmak için niyet ettim, her seferinde bugün-yarın derken, olmadı işte. Geçen gün anaokulunda: “Herkes babasının yaptığı işi söylesin” demişler. Bizim kız, benim mesleğimi söyleyince herkes yadırgamış tabiî… Ağlayarak eve gelmiş. Annesine; “Benim babam kötü adam mı? Benim babam insanlara zarar mı veriyor?” gibi sorular sormuş. Hanım da bir-iki kelime yuvarlamış; ama kendi de inanmamış söylediklerine.

–Evet, hayatın gerçekleri ile yüzleşme zamanı diyorsun yani…

–Başka çarem kalmadı. Hem bu bıçaklanmam da bu işi bırakmam için iyi bir sebep oldu. Artık bir daha dönmek istemiyorum.

–İnşâallah Allah yardımcın olsun. Niyetine ulaşmanda karşına hep kolaylıklar çıkarsın inşâallah. Peki yapabilecek misin hakikaten?

–Aslında film de burada kopuyor zaten. Başka ne iş yaparım? Ben okumadım. Eskiden meyhane idi, şimdi modernleşti bar oldu. Çocukluğum içki sofralarına yemek servis etmekle geçti. Benim bildiğim tek iş bu. Hani bağ-bahçemiz de yok. Buralarda da ya tarla-tapan işleri ya bu tarz işler ya da sizin gibi memurluk işleri. Bende diğer ikisi yok…

–Önemli olan da bu. Sen Allah rızâsı için; samimî bir şekilde bunu yapmak istersen, O sana hayır kapıları açacaktır. Hem ticarette bir sürü helâl yol da var. Sat dükkânı, başka iş kur. Geçmişine dair ne varsa hatırlatmayacak şekilde o ortamdan tamamen uzaklaş. Helâlinden rızkının peşine düş.

–Vallâhi doktor bey nasıl olacak bilmiyorum. Sahip olduklarım o kadar tatlı geliyor ve beni öylesine kendilerine çekiyorlardı ki…

–Kefeni yırtmasaydın, bir kıymeti olacak mıydı?

–İşte işin en can alıcı noktası. Bu yol, yol değil. Ne pahasına olursa olsun, bırakmam gerektiğini biliyorum! Çünkü babamı da genç denecek yaşında böyle bir kavgada kaybettim. Ben de öyle bir şekilde ölmek istemiyorum ve bu soğuk gerçekle ilk defa burun buruna geldim. Ayrıca çocuğuma da bunu yapmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Çünkü kızım, henüz beş yaşında ve o, yaşadıklarından sonra o anaokuluna gitmek istemiyor. Yarın büyüyecek ve bu gerçekle ister istemez karşılaşacak. Onun babası, iyi biri değil…

–Hasan Bey kardeşim, tevbe kapısı kapalı değil. Bak yüce Rabbim sana bir fırsat daha vermiş. Bence bu fırsatı çok iyi değerlendirebilirsin.

–İnşâallah Doktor Bey. Bunu hakikaten istiyorum; ama nereden ve nasıl başlayacağımı bilmiyorum.

–Ben sana yardımcı olacağım. Her ihtiyacın olduğunda beni en yakınında bulacaksın. Şimdi dinlenmen lâzım. Geçmiş olsun. Tekrar uğrayacağım.

–Çok teşekkür ederim. Sağ olun…

Doktor Yusuf, nöbetten çıkıp eve vardığında hanımına anlatacak çok şeyi vardı. Nereden bilebilirdi ki daha ilk nöbetinde böylesi bir yaraya merhem vesilesi olacağını? O, bugün bir gönül daha kazanmıştı. Bu hâdise Doktor Yusuf’un hayatında bir dönüm noktası idi. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri her şeyin üzerinde idi ve O’nun rızkını bu şehirde yazmasının bir hikmetini daha bugün ilk defa tüm hakikatiyle öğrenmişti. Çünkü Allah, herkese bu temsil noktasını nasip etmiyordu. O, gönüllere de şifâ dağıtmakla memur edilmişti… Dilinde defalarca şu terennüm tekrarlanıyordu:

“–Şükürler olsun yâ Rabbî! Hidâyet nasip ettiğin için… Beni hidâyetlere, maddî-mânevî şifâlara vesile eyle yâ Rabbî.”