ANNE-BABAYA İHSÂN…

YAZAR : Sami GÖKSÜN

sami_goksun-yuzakidergisi-agustos2015

Cenâb-ı Hak; kendisine kulluktan sonra ana-babaya itaat, iyilik ve ihsanda bulunmayı emretmiştir. Kulun varoluşunun birinci sebebi; yüce Allâh’ın bizzat kendisi olduğundan, önce gerçek sebebe îman ve ona tâzim edilmesi emredilmiştir. Daha sonra da varlığımızın zâhirî sebepleri olan ana-babaya tazim ve itaat edilmesi emrolunmuştur. Yaratan Allâh’a vefâdan sonra, dünyaya getiren anne-babaya vefâ gelmektedir.

Bu hususu da yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle belirtmektedir:

“Rabbiniz yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi (emir) buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı; «Öf!» bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin.” (el-İsrâ, 23)

Mü’min, ana-babasına iyilik ve ihsanda bulunursa; Cenâb-ı Hak da o insana ihsan, ikram ve yardımda bulunur. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususu birçok hadîs-i şeriflerinde müjde mahiyetinde şöyle dile getirmiştir:

“Ana-babasına itaat eden, ikram ve ihsanda bulunana ne mutlu! Allah -celle celâlühû- onun ömrünü artırsın.” (Heytemî, Mecmau’z-Zevâid, c. VIII, s. 137)

Yemen’den bir adam, yurdunu bırakarak Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi.

Rasûl-i Ekrem;

“–Yemen’de kimin, kimsen var mı?” diye sordu.

Adam;

“–Anam-babam var.” dedi.

Rasûl-i Ekrem;

“–Sana müsaade ettiler mi?” buyurdu.

Adam;

“–Hayır!” dedi.

Efendimiz;

“–Öyle ise onlara dön de onlardan müsaade al, şayet müsaade ederlerse savaş, etmezlerse onlara hizmet et.” buyurdu. (Ebû Dâvud, Cihâd, 32)

Peygamber Efendimiz’in anlattığı şu kıssa da anne-babaya hizmetin ve iyiliğin Allah katındaki kıymetini ne güzel ifade eder:

Sizden evvel geçenlerden üç kişi yola çıktılar. Geceyi geçirmek için bir mağaraya girdiler. Derken dağdan bir taş yuvarlandı ve mağaranın ağzını kapattı.

Bunun üzerine şöyle dediler:

“–İyi amellerimizle duâ etmekten başka bizi buradan hiçbir şey kurtaramaz!”

İçlerinden birisi şöyle duâ etti:

“–Allâh’ım! Benim çok ihtiyar annem ve babam vardı. Onlardan evvel ne çocuklarıma ne de hayvanlara bir şey içirmezdim. Günün birinde odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Onlar uyuyuncaya kadar dönemedim. Akşam yemeklerini hazırladım; fakat onları uyumuş buldum. Onları uyandırmayı ve onlardan evvel ailece süt içmeyi hoş görmedim. Çanak elimde olduğu hâlde onların uyanmalarını bekledim. Nihayet gün ağarmaya başladı. Çocuklar ayaklarımın altında açlıktan ağlıyorlardı. Derken, annem ve babam uyandılar ve sütlerini içtiler.

Allâh’ım! Eğer bu işi Sen’in rızân için yapmışsam, bu taştan çektiğimiz belâyı bizden uzaklaştır!”

Bunun üzerine taş bir parça açıldı, lâkin çıkılacak gibi değildi.

İkincisi şöyle yalvardı:

“–İlâhî! Amcamın bir kızı vardı ki, onu herkesten ziyâde seviyordum. (Bir rivâyete göre: Bir erkek, bir kadını ne kadar sevebilirse, ben de o kadar seviyordum.) Onunla beraber olmak istedim. Lâkin teklifimi kabul etmedi. Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu. Kendisini bana teslim etmesi şartıyla ona yüz dirhem vereceğimi söyledim. (Çaresiz) kabul etti. Bu sûrette fırsat elverince, (kendisine el uzatacağım sırada o):

«–Allah’tan kork da haksız olarak mührümü bozma!» dedi.

Ben de (Allah’tan korkarak) bu çok sevdiğim kadından (o bana teslim olmak zorunda kaldığı hâlde) uzaklaştım. Verdiğim paraları da ona hibe ettim.

Allâh’ım! Eğer bu işi sırf Sen’in rızânı kazanmak için yapmış isem, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden gider!”

Mağaranın kapısı bir parça daha açıldı, (ancak) yine çıkılabilecek derecede değildi.

Üçüncü şahıs da şöyle duâ etti:

“–Allâh’ım! Ücretle birkaç amele tuttum ve ücretlerini verdim. Lâkin biri ücretini almadan bıraktı gitti. Onun ücretini ürettim. Onun hesabına mal çoğaldı. Bir müddet sonra o adam yanıma gelerek;

«–Ücretimi ver!» dedi.

Ben de;

«–Şu gördüğün deve, öküz, koyun vs. senin ücretinden üremiştir, al hepsini götür!» dedim.

O da;

«–Ey Allâh’ın kulu! Benimle alay etme!» dedi.

«–Seninle alay etmiyorum, hakikati söylüyorum.» dedim.

Bunun üzerine malları aldı ve hepsini sürüp götürdü. Hiçbir şey bırakmadı.

İlâhî! Eğer bunu Sen’in rızân için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden defet!”

(Nihâyet) taş, mağaranın ağzından kaydı, onlar da mağaradan çıkarak yollarına devâm ettiler. (Buhârî, Büyû, 98; İcâre, 12; Müslim, Zikir, 100)

İşte bu anlatılan hâdise bize gösteriyor ki, ana-babanın rızâsını kazanmak ve onun da samimî olarak yapılması, maruz kalınan ölüm tehlikesini nasıl bertaraf ediyor. Ana-babaya yapılan iyiliğin, onların gönlünü hoş tutmanın değerli bir davranış olduğunu gösteriyor. Aslına bakılırsa, insanın ana-babasına iyilik ve ihsanda bulunması şarttır. Çünkü onlar vaktiyle kendisine birçok iyilik yapmışlardır. Şimdi ise iyilik yapma sırası evlâda gelmiştir. Bu hususta Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi 24. âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlara (ana babaya) merhametten kaynaklanan, alçak gönüllülük kanadını ger. Ve; «Rabbim! Ben küçük iken onlar beni nasıl merhametle yetiştirmişlerse Sen de onlara öylece merhamet et!» de.”

Elimizden ne gelirse ana-babamıza yardım etmeliyiz. Ana-babaya harcanan malın hesabını -meşrû olmak kaydı ile- Allah -celle celâlühû- sormaz.

Ana-babaya isyan ve itaatsizlik edenler için de Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle dikkatlerimizi çekmektedir:

“Cebrail bana; «Burnu yere sürtsün, burnu yere sürtsün ve yine burnu yere sürtsün o kişinin ki; ana-babasının birinin veya her ikisinin ihtiyarlıklarını idrak edip (onlara yetişip) onlar sayesinde cennete giremezse.» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Yani ana-babasına hayatta iken yetişip hizmetlerini ve hayırlı duâlarını kazanamayan, dolayısı ile cennete girme durumunu kaybedenlere yazıklar olsun, burnu sürtsün, perişan olsun! Bu bizim için çok önemli bir ikazdır. Yüce Rabbim bu fena duruma düşmekten cümlemizi korusun…

Ana-babaya âsî olmak pek çok hadîs-i şerifte büyük günahlar arasında sayılmaktadır. Bütün bunları göz önümüze aldığımızda, ana-babamıza isyan ve itaatsizlik denen bu çirkin hareketten şiddetle kaçınmamız gerekmektedir. Çok dikkatli olalım da bu hataya düşmeyelim. Kendimizin de bir gün ana-baba olacağımızın ve ihtiyarlayıp yaşlanacağımızın farkına varalım. Onların acı sözlerine bile tahammül edelim. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın; “«Öf!» bile demeyin!” şeklinde emrettiği sabır da tam burada lâzımdır. Zira yaşlılıkta melekeler zayıflar, ihtiyarlar gençleri bıktıracak şeyler söyleyebilir, usandıracak taleplerde bulunabilir. Çünkü insan yaşlandıkça âdeta çocuklaşır. Fakat evlât, vefâlı olmalıdır. Kendisinin de bir zaman çocuk olduğunu, kendisinin çocukça söz ve kusurlarına anne-babasının merhametle muamele ettiğini unutmamalıdır.

Cenâb-ı Hak bu noktada cümlemize idrak nasip eylesin. Âmîn…